Kategori: Uncategorized

  • Kâni Karaca

    Türk Güncesi olarak Türk kültürünü tanıtmak amacıyla çıktığımız bu yolda Türk müziğini anlatmak önemli bir yer tutuyor. Yıllar geçtikçe popülerliği azalan ve yeni kucakların ilgi göstermediği Klasik Türk müziği ve Türk halk müziğinin durumu bizi oldukça üzmekte ve Türk müziğiyle alakalı daha fazla içerik üretme isteği vermektedir.

    20. asrın en iyi seslerinden birine sahip olan Kâni Karaca (1930-2004), Klasik Türk Mûsikîsinin en büyük temsilcilerin biridir. İstanbul tilavet (Kur’an’ı uygun bir şekilde okumak) geleneğinin son temsilcisi olarak kabul edilen Kâni Karaca bir hafız, mesnevihan (Mesnevi okuyan ve katılımcılara açıklayan) ve mevlithan (bestelenmiş Mevlid metnini makamına ve usulüne uygun bir şekilde okuyan) olarak aynı zamanda muhteşem bir Türk Din Mûsikîsi icracısı ve bir zamanlar Türkiye’de kandil gecelerinin aranılan sesiydi.

    1930 yılında Adana’nın Adalı köyünde doğan Kâni Karaca henüz iki aylıkken gözlerini kaybetmiştir. Kız kardeşinin ifadesine göre Kâni Karaca üvey annesinin gözüne yanıcı bir madde dökmesi sonucu kör olmuştur. Köyünde Türk radyoları çekmeyen Karaca, Arap radyolarındaki Kur’an programlarıyla mûsikîyle tanışmıştır. 6-7 yaşlarında köyünün imamın yetiştirmesiyle Hıfza (Hafızlık) başlamış ve ilerleyen yıllarda çevre köy ve camilerde mukabele (birisinin Kur’an-ı Kerim okuyuşunu takip etmek ve bu suretle hatim indirmek) yapmaya başlamıştır. Adana’da tanınmış bir hale gelen ve daha iyi eğitim almak için 1950 yılında İstanbul’a gelen Karaca, dönemin büyük mûsikî üstadlarından dersler alarak Klasik ve Din Mûsikîsinde yeni bir ekol olmuştur [2]. Karaköy Yeraltı Camii İmamı ve Hâfız Ali Üsküdarî’den Üsküdar tavrı Kur’an okuyuşunu öğrenmiştir. Yine

    Hafız Ali Efendi’den icazet almıştır. Karaca’nın bir diğer önemli hocası ünlü klasik Türk müziği bestecisi Sadettin Kaynak’tır. Onunla meşk ederken mûsikî nazariyat (müzik teorisi) bilgisini tamamlamıştır.

    Kâni Bey’in tilâvetteki hocası, Yerebatan Camii’nin imamı olan Ali Üsküdârî Efendi’dir. Ali Efendi, Üsküdar tarîki, Üsküdar ağzı denilen icrânın temsilcisi. Tabi sarayda bulunmuş, Sultan II. Abdülhamid’e terâvih kıldırmış, mukâbele okumuş, yaşlılık devrinde de Kâni Karaca’yı yetiştirmiş bir zat [1].

    1950’lerin sonu ve 60’larda İstanbul radyosunda çeşitli eserler okumuştur.

    1979 yılında İstanbul radyosunda resmi memur olarak çalışmaya başlayan Karaca, emekli olduğu 1996 yılında kadar birçok konser ve etkinlik ile Türk Mûsikîsini tanıtmış ve temsil etmiştir. Aynı zamanda İstanbul Devlet Konservatuarı’nda verdiği derslerle makam müziğinin gelecek kuşaklara aktarılmasında büyük hizmetler yapmıştır. Okuduğu eserlerde kendine özgü bir tavır geliştirmiştir. Eserlerini icra ederken kullandığı tavır ve yaptığı usta geçkilerle (Türk Müziğinde bir makamdan kuralları farklı olan bir başka makama geçme) yeni bir akım oluşturmuştur. Türklere özgü geleneksel mevlid ve Kur’an okuma tavrını 21. yüzyıla taşımıştır.

    İnsan sesini en iyi kullanabilme örneğini sergilemiş bir ustaydı. En büyük, enstrüman insan sesidir. Bu enstrümanı büyük ustalıkla kullanmak absolitenin ötesinde, perde indirme kaldırma teknikleriyle makamdan makama geçkiler yapabilmek Türk Mûsikîsi makamlarının her birinin birbiriyle olan ilintisini bilmek ile gerçekleşecek bir hâl olduğundan yüksek bir iştir ve sorumluluktur. Kâni Karaca bunu bir oyun mesâbesinde değerlendirir ve gırtlağı ile oyun oynarcasına yapardı. Yarım sesten bir sese transpoze etmekten tutun taksimi ağzıyla bütün canbazlıkları yapıp icrâ eden bir ustaydı [1].

    Yazımızı ustanın birkaç örnek icrası ile bitirelim.

    1) Kur’ân-ı Kerîm Tilâveti

    Kani Karaca – Haşr Suresi

    2) Salâ

    Kani Karaca-Salâ (Dilkeşhâveran makamı)

    3) Ezân

    Kani Karaca – Sabah Ezanı (Saba makamı)

    4) Mevlîd

    Mevlîdler Hz. Muhammed’in doğumunu konu alan eserlerdir ve en yaygını Süleyman Çelebi’nin Vesiletün Necat adlı eseridir.

    Kâni Karaca – Mevlid (Veladet Bahri, Rast makamı)

    Kani Karaca – Mevlid (Merhaba Bahri, Uşşâk makamı)

    5) Klasik Türk Mûsikîsi

    Kani Karaca Sazlar Çalınır Çamlıca’nın Bahçelerinde (Hicaz makamı)

    Kani Karaca-Olmaz ilaç sine-i sadpareme

    6) Kaside

    Kaside din veya devlet büyüklerini öven divan şiirleridir.

    Kani Karaca-(Kaside)-Açıldı cennetin bab-ı nesimi pür safa geldi (Nihâvend makamı)

    7) Salâvat

    Kani Karaca-Salâvat (Nihavend makamı)

    8) Kamet

    Kamet ayağa kalkmak demektir ve namazın farz kısmı başlamadan önce okunan ezanın daha hızlı bir şeklidir.

    Kani Karaca-Kamet (Uşşak makamı)

    Kaynakça

    [1] XX. Yüzyılda Türk Din Mûsikîsi Geleneğinde Kâni Karaca, Mustafa Asım Akkuş

    [2] Kâni gitti, bu iş bitti!, Murad Bardakçı, https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/murat-bardakci/73-yil-sonra-ayni-gunlerde-yine-ayni-ihanet-itiraflari-229523

  • “La Méditerranée et le monde méditerranéen à l’époque de Philippe II”: Türkler ile Alakalı İlginç Notlar

    Ünlü Fransız Tarihçi ‘’in 1949’de iki cilt olarak yayımladığı doktora tezi olan eseri “İkinci Filip Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası” 16. yy. Türk tarihi ve kültürüyle alakalı Batı bakış açısından değerli fikirler sunmaktadır. Tarih çalışmalarında iktisat, coğrafya, ekoloji, demografi ve sosyoloji gibi birçok sosyal bilim disiplininden ilke ve uygulamaları kullanmıştır ve disiplinler arası bir perspektifle tarihe bakmıştır [1].

    Tezin bir bölümünde Arapların ve Türklerin kullandığı iki deve türünden bahseden Braudel, Akdeniz’in doğusu ve güneyinin yaşadığı iki büyük işgal olan 7. yüzyılda başlayan Arap istilaları başarısızlığının ve 11. yüzyılda başlayan Türk istilaları bağlamında bu deve türlerinin farklarını anlatır ve tarihe ekolojik bir yaklaşımda bulunur. Türklerin kullandığı Orta Asya’nın soğuk çölleri doğal habitatı olan çift hörgüçlü deve (camel) soğuk ve irtifadan etkilenmezken habitatı Arabistan olan tek hörgüçlü hecin devesi kumlu çöller ve sıcak bölgelerde yaşayabilir. Hecin develeri dağ yollarını tırmanmak ve düşük sıcaklıklara dayanmak açısından pek işe yaramamaktadır. Hatta Sahra veya Arap çöllerinin serin gecelerinde bile, başlarının çadırın örtüsü altında korunmasına özen gösterilir. Braudel, Arap fetihlerinin Anadolu’daki başarısızlığını ve İran’da tam anlamıyla kalıcı olamamasını büyük ölçüde bu develerin bu coğrafyaların iklimlerindeki yetersizliğine bağlamıştır [2]. Ancak, iklim bu konuda önemli fakat Braudel’in kabul ettiği kadar belirleyici bir faktör olmamıştır [3]. Dolayısıyla, Anadolu’nun Türkler tarafından fethinde Türklerin çift hörgüçlü deveye binmesi bir avantaj olmuştur.

    Braudel’in Türklerin Küçük Asya’dan Balkan coğrafyasına yayılmalarıyla alakalı görüşleri oldukça isabetlidir. Küçük Asya’nın kaotik sınırlarında (uç) Osmanlı gibi küçük bir beyliğin hayatta kalmasını adeta bir mucize olarak nitelendiren Braudel, bu coğrafyanın maceracılar ve fanatikler için bir buluşma noktası olduğunu vurguluyor. Bu bölgede mistik bir şevkle din ve savaşın iç içe geçtiğini ve Türk savaşçıların Ahiler ve Bektaşiler gibi güçlü tarikatlara bağlı olduğunu söyleyerek bu koşulların Osmanlının kuruluş aşamasında devletin tarzını belirlediğini ve halk içindeki temellerini attığını, bu sayede devletin özgün yükselişini sağladığını söylüyor. Türkistan’dan gelen sessiz göç dalgalarının istilasına paralel 13. yüzyılda Anadolu’nun Rum ve Ortodoks yapısının tam bir toplumsal çözülme sonucu Türk ve Müslümanlaştırıldığını belirten Braudel, bu iç dönüşümün Osmanlı’nın başarısını sağladığını doğru şekilde tespit ediyor. Bu dönüşümü ayrıca Babailer, Ahiler ve Abdallar gibi “devrimci” ve Mevleviler gibi daha mistik ve barışçıl olan tarikatların olağanüstü propagandasına bağlıyor. Braudel, Balkanlar’daki hızlı ilerlemeyi Bizans, Sırplar, Bulgarlar, Arnavutlar, Venedikliler ve Cenevizler arasındaki siyasi bölünmüşlüğe ve Ortodoks ve Katolik kiliseleri arasındaki çatışmaya ek olarak ilginç bir biçimde “olağandışı bir sosyal devrime” bağlamıştır. Türk fetihleri kendi mülklerinde mutlak hükümdar olan büyük toprak sahiplerinin sonunu getirerek Balkanlar’daki köylüleri sömüren ve zaten çok hassas olan feodal düzenin sonu ve bir anlamda ‘ezilenlerin kurtuluşu’ olmuştur:

    Genel kalıp aynıydı: Albert Grenier’in ‘fethedilmek için, bir halkın kendi yenilgisine razı olması gerekir’ görüşünü bir kez daha doğrular gibi Türk ilerleyişinden önce tüm bir toplum yapısı kısmen kendi kendine yıkılmıştır.

    Balkanlardaki askeri fetihlerle paralel daha yavaş bir fethin gerçekleştiğini söyleyen Braudel için, bu fetih bir zamanlar şiddet atmosferinin hüküm sürdüğü bölgelerin Türkler tarafından sakinleştirilmesi ve ehlîleştirilmesidir. Yollar ve tahkim edilmiş mevkiler inşa edilmiş, deve kervanları organize edilerek ikmal ve nakliye konvoyları düzenlenmiş, ele geçirilen ve inşa edilen şehirler vasıtasıyla Türk medeniyeti yayılmıştır. Braudel Türklerin Balkanlar ve Orta Avrupa’ya doğru hızla genişlemesi sonucu Batı’nın onları Tanrı tarafından gönderilen bir bela olarak gördüğünü vurgulayarak İsviçre’nin Fransız bölgesinden bir Protestan reformcu Pierre Viret’in 1560’ta yazdığı şu yazıyı örnek vermiştir:

    Eğer Tanrı şimdi Hıristiyanları Türkler aracılığıyla cezalandırıyorsa, tıpkı bir zamanlar Yahudileri inançlarını terk ettiklerinde cezalandırdığı gibi, buna şaşırmamalıyız… çünkü Türkler bugün Hıristiyanların Asurluları ve Babillileri, Tanrı’nın sopası, kırbacı ve öfkesidir.

    16. yüzyılın sonlarında Osmanlı devletinin yaşadığı ekonomik kriz tezin bir diğer ilginç kısmıdır. Çünkü imparatorluktaki yapısal sorunlar devletin en geniş sınırlarına ulaştığı dönemde ciddi şekilde hissedilmeye başlamıştır. İlk kez 1584’te paranın % 50 değer kaybettiği büyük bir devalüasyon yaşanırken ileriki 20 senede Venedik altın sikkesinin karşılığı 60 akçeden 220 akçeye çıkmıştır. Osmanlı topraklarının standart para birimi ve asker maaşlarının ödemesinde kullanılan küçük gümüş sikkeler olan akçeler eritilip yeniden basılmış ve zamanla artan oranda bakır içererek ve daha ince şekilde piyasaya sürülmüştür. Dönemin bir Osmanlı tarihçisi bu akçeler için şöyle demiştir: “Badem ağacının yaprakları kadar hafif, çiy damlası kadar değersiz”. Ulufelerin değeri düşürülmüş akçelerle verilmesi sonucu 1589 yılında tarihe Beylerbeyi vakası olarak geçen bir Yeniçeri isyanına sebep olmuştur. Bu hadiseye bazı tarihçiler hanedanın otoritesinin ilk defa ciddi şekilde sorgulandığı isyan demişlerdir. Bu isyan sonucunda Padişah geri adım atmak zorunda kalmış, Rumeli beylerbeyinin ve baş defterdarın kellesi alınmış, vezir-i azam ve şeyhülislam azledilmiştir ve isyan yatışmıştır. İsyan süresince çıkan yangın ve yaşanan yağmalar ise payitahta büyük zarar vermiştir. 1590’da Venedik’teki İspanyol büyükelçisi, “İmparatorluk o kadar fakir ve o kadar tükenmiş ki, şu anda dolaşımda olan tek para tamamen demirden yapılmış akçeler“ diyerek II. Filip’e Osmanlı’nın finansal durumunu anlatmıştır. Braudel’a göre, belirli bir zaman gecikmesiyle Akdeniz’in doğu yarısı batıda yaşanmış olan zorluklarla karşılaşıyordu. İberya Güney Amerika’dan gelen gümüşle bu problemi çözerken Türklerin böyle bir taze gelir kaynadığı yoktu.

    Türkiye’nin iflası ve ekonomik zayıflığı, 1590 civarında hem ordunun ödeme alamaması hem de merkezi gücün azalan otoritesi nedeniyle hızla yayılan bir kriz doğurdu. Sallantılı ve yer yer kırılmış bariyerlerden siyasi, dini, etnik ve hatta toplumsal birçok memnuniyetsizlik belirtileri ortaya çıktı. Türk İmparatorluğu’nda para biriminin çöküşünü bir dizi isyan ve karışıklık izledi.

    Türklerin 15. Yüzyılda gelen görkemli zaferlerini, Arapların öncülüğünde İspanya’ya kadar ulamış ilk İslam serüveninin aksine toprağa, atlılara ve askerlere bağlı ikinci bir İslam dalgası olarak tanımlayan yazar, Anadolu’dan çıkan ve Balkanlar’da yayılan bu yeni düzenin İslam’ın ilk merkezleri olan Arabistan, İran ve Kuzey Afrika’dan uzak olması dolayısıyla kuzeyli İslam’ı olarak adlandırıyor ve Türklerin Balkanlara sahip olmasıyla bu ikinci İslam’ın Avrupa’nın içlerine ilerlediğini belirtiyor. Yazara göre devletin örgütlenme, planlama ve yerleşim konusundaki kararlılığı Avrupa tarzındaydı ve bu durum sultanları gerçek sorunlardan uzaklaştırıp miadını doldurmuş çatışmalara sürüklemişti. Osmanlı, Akdeniz ve Orta Doğu’da tarihsel çatışmalarla meşgulken keşfedilen yeni yerler ve ticaret rotalarıyla dünya hızlı bir biçimde değişiyordu. Dolayısıyla 16. yy. aynı zamanda Türkler için kaçan fırsatlar yüzyılıydı. 1529’da Türklerin, başlanmış olmasına rağmen Süveyş Kanalı projesinin sonunu getirememeleri, İran’la savaşırken 1538’de Portekizlilere karşı mücadeleye tamamen kendilerini adamamaları ve Akdeniz’deki beyhude savaşlarda kaynaklarını tüketirken 1569’daki başarısız Don-Volga kanalı girişimi sonucu ipek yolunu yeniden açamamaları kaybedilen büyük fırsatlardı [4].

    Kaynakça

    [1] Braudel’s Ecological Perspective, James R. Hudson

    [2] The Mediterranean and the Mediterranean World in the Age of Philip II, Fernand Braudel

    [3] Review: Braudel’s Mediterranean: Un Défi Latin, John A. Armstrong

    [4] Problems of Turkish Power in the Sixteenth Century, W. E. D. Allen

  • Türk Gençliğinde Öz Nefret

    Tarihsel süreç boyunca, dünya güç dengelerinin sürekli değişim gösterdiği bir döngü içerisinde ilerlemiştir; bir dönemde hegemonik konumda bulunan milletler, zamanın akışıyla birlikte bu üstünlüklerini kaybederek gerilemişlerdir. Her tarihsel dönemde, belirli bir millet siyasi ve ekonomik üstünlük kazanarak diğer toplumlara kendi kültürel değerlerini ve normlarını dayatma eğiliminde olmuştur. Türk milletinin son yüzyıllardaki konumunu da bu tarihsel perspektif içerisinde değerlendirmek gerekmektedir. Gelişmişlik düzeyi ve uluslararası sistem içerisindeki etkinliğimiz açısından, Osmanlı İmparatorluğu’nun zirvede olduğu dönemlerdeki nüfuz alanımızdan önemli ölçüde uzaklaştığımız inkâr edilemez bir gerçektir.

    Sibirya’nın soğuk ormanlarından güney bölgelere göç ederek Orta Asya’yı yurt edinen Türkler, bu coğrafyada Hun ve Göktürk İmparatorluğu gibi iki büyük devlet kurmuştur. Sonraki dönemlerde, Batı Türklerinin bir kolu olan Oğuzlar, İran, Azerbaycan, Orta Doğu, Anadolu ve Balkanlar gibi geniş coğrafi alanlara yayılarak Selçuklu ve Osmanlı gibi iki büyük imparatorluk kurmuşlardır. Anadolu Türkleri, Osmanlı döneminde ekonomik, askeri ve siyasi güç, mimari, sanat, dil ve edebiyat gibi birçok alanda Türk tarihinin en parlak dönemini temsil eden yüksek bir Türk-İslam medeniyeti inşa etmiştir. Bu medeniyetin ulaştığı etki alanını ve kapasitesini günümüz perspektifinden tam olarak kavramak oldukça güçtür. Zira aynı dönemde Orta Avrupa’ya kapsamlı seferler düzenlerken Anadolu’daki isyanları bastırabilecek, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’nda Portekiz ile rekabet edebilecek ve Fas veya Yemen gibi uzak bölgelere merkezden bürokrat atayabilecek düzeyde merkezileşmiş bir gücün günümüz uluslararası sisteminde eşdeğeri bulunmamaktadır. Orta Çağ koşullarında üç kıtada adalet sistemini işletebilecek yetkinlikteki bu merkezi devlet organizasyonu, ekonomik ve lojistik kapasite, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti için ulaşılması güç bir hedeftir. Bu süreçte, Orta Asya Türkleri, Moğol, Türk ve İslam sentezinden doğan Timur Rönesansı ile bilim, edebiyat ve sanat alanlarında Çağatay coğrafyasını dönemin önde gelen kültürel merkezlerinden biri haline getirmişlerdir. Göktürkler döneminde Türklerin başkentini ziyaret eden Doğu Roma elçisinin, orada gördüğü heykelleri Konstantinopolis’teki sanat eserleriyle kıyaslayarak övmesi, 6.-7. yüzyıllarda bile Türklerin bozkır coğrafyasında çağdaş bir medeniyet seviyesine ulaştıklarını göstermektedir.

    Irkınızı hiçe saydı hazreti Fatih

    Biraz daha yaşasaydı hazreti Fatih

    Ne Venedik kalacaktı ne Floransa

    Hoş geldiniz diyecekti bize Fransa!

    Dünyadaki en önemli ticaret yollarının yüzyıllar boyunca Türk hakimiyetinde bulunması, Avrupa’yı alternatif rotalar aramaya sevk etmiş ve bu arayışın sonucunda Coğrafi Keşifler gerçekleşmiştir. Bu keşiflerle birlikte, Amerika kıtasından Avrupa’ya yeni kaynakların aktarılması, Avrupa ekonomisinin yapısal bir dönüşüm geçirmesine zemin hazırlamıştır. Keşifler sonucunda elde edilen ekonomik kaynaklar ve ticaret hacmindeki genişleme, modern şirket organizasyonlarının ve ticari ortaklıkların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Erken kapitalizm olarak adlandırılan bu dönem, ilk hisse senetlerini, bankaları ve borsa sistemlerini beraberinde getirmiştir. Bu ekonomik dinamizm, sosyal ve teknolojik inovasyonların da önünü açarak nihai olarak Sanayi Devrimi’ni mümkün kılmıştır. Feodal yapıdan endüstriyel üretim sistemine geçiş sürecine uyum sağlayamayan Osmanlı İmparatorluğu, zamanla gücünü ve etkinliğini yitirerek dağılmış; böylece Türkler, ekonomik, askeri ve kültürel üstünlüklerini Batı’ya devretmek durumunda kalmıştır. Avrupalı devletler, bu üstünlükle günümüzde hala etkileri güçlü biçimde devam eden “ekonomik ve teknolojik geri kalmışlığın temel sebebi Avrupalı olmamak, Müslüman olmak veya alt bir kültüre sahip olmak” şeklindeki söylemi, Doğu toplumlarının kolektif bilincine derinden işlemiştir. Bu emperyalist söylem, özellikle son iki yüzyıl içerisinde hem toplumsal hem de kurumsal düzeyde belirli bir güç kazanmış; Batı’nın değer sistemlerinin ve pratiklerinin mutlak doğruluk taşıdığı yönündeki yanılgı, Türk modernleşme sürecini kaçınılmaz olarak etkilemiştir. Tanzimat Fermanı’ndan günümüze kadar uzanan Türk modernleşme tecrübesini bu tarihsel bağlamda değerlendirmek gerekmektedir. Son birkaç on yılda, internetin ve dijital platformların yaygınlaşmasıyla birlikte, söz konusu kültürel hegemonya ve küreselleşme süreci hız kazanmış; farklı ülke ve kültürden insanlar, dünya tarihinde eşi görülmemiş bir etkileşim imkanına kavuşmuştur. Bu durum, hakim kültür konumundaki Batı normlarının ve değerlerinin diğer toplumlara şiddetli bir biçimde nüfuz etmesini sağlamıştır. Türk toplumu perspektifinden bakıldığında, bu kültürel hegemonik söylem, Türk gençliğinin kimlik algısı üzerinde derin izler bırakmıştır. Türkler, kendilerini tarihsel süreçte hakim millet konumuna taşıyan ve kendilerine özgün bir karakter kazandıran milli değerlerini, geleneksel pratiklerini ve kültürel kodlarını hızla kaybetme eğilimi göstermeye başlamışlardır. Nasıl konuştuğundan ve nasıl göründüğünden utanan ve öz nefretle dolup taşan genç nesiller, paradoksal biçimde Türkiye’yi adeta post-kolonyal bir ülke profiline büründürmüştür. Binlerce yıllık tarihinde hiçbir zaman sömürge statüsüne düşmemiş bu köklü milletin mevcut durumu derin bir endişe yaratmaktadır.

    Türk milletini derinden etkileyen bu öz nefret, özellikle genç kuşaklarda çarpıcı şekillerde kendini göstermektedir. Cumhuriyetçi değerlere sahip olduğunu iddia edip her fırsatta Türk halkını küçümseyenler; sadece üç veya dört kuşak önce ataları Balkanlar’da Türk ve Müslüman kimlikleri nedeniyle soykırıma uğradığı halde Türklüklerini reddeden bireyler; soylarında birkaç nesil öncesinden küçük bir göçmenlik unsuru bulup tüm kimliklerini Türk olmayan azınlık kimlikleri üzerinden tanımlamaya çalışan kaybolmuş ve savrulan karakterler… Bu post-kolonyal anlayış ve Batı karşısında gelişen aşağılık kompleksini kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan gençlerde bile görmek mümkündür. Bunlar, Türk gençliğinin öz nefretle kayboluşunun ve sonuç vermeyecek bir kimlik arayışı içinde oluşunun en belirgin göstergeleridir.

    Benzer öz nefret motiflerini Türkiye’deki Ateizm, Deizm ve Agnostizm gibi akımların savunucularının argümanlarında da gözlemlemek mümkündür. Türkiye’de bu düşünce sistemleri, çoğunlukla teolojik bir itirazdan ziyade, milli kültüre karşı geliştirilen öz nefret histerinin bir yansıması biçiminde ortaya çıkmaktadır. Kendi kültürünü aşağı gören bireyler, Türk kimliklerini değiştiremeyeceklerini bildikleri için, dönüştürebilecekleri Müslüman kimliğine karşı bir karşıtlık geliştirmektedirler. “Müslüman olmak yerine başka bir inanca sahip olsaydık daha gelişmiş olurduk” veya “İslam, Türk kültürel gelişimini olumsuz etkilemiştir” gibi temelsiz iddialar, geniş toplum kesimleri tarafından kabul görmeye başlamıştır. Çünkü Türk etnik kimliğinin aksine, dini kimlik bu gruplar tarafından terk edilebilir ve böylece öz nefretten kaynaklanan aşağılık duygularını hafifletebilecekleri bir alan olarak görülmektedir. Oysa Türk tarihinin en parlak dönemi, Oğuzların geleneksel Türk töresini İslam medeniyetiyle sentezleyerek yüksek bir kültürel seviyeye ulaştırdıkları Osmanlı döneminde yaşanmıştır. Türkler İslamiyet’i benimsememiş olsalardı, ne İran, Orta Doğu ve Anadolu’da ilerleyebilir, ne de bu bölgelerin yerleşik halkları tarafından kabul görüp kalıcı bir hakimiyet kurabilirlerdi. Ortodoks Bizans İmparatorluğu’na karşı Müslüman olmayan bir Türk devleti, Anadolu ve Balkanlar’daki Bizans topraklarını fethetmek için gerekli ideolojik motivasyonu ve bu coğrafyada kalıcı tutunacak meşruiyeti sağlayamazdı.

    Günümüzde Batı kültürünün global ölçekte hakim pozisyonda olması, Türk toplumunun her yönüyle Batı modelini benimsemesi gerektiği anlamına kesinlikle gelmemelidir. Avrupalılaşmak veya Batılılaşmak ile muasırlaşmak birbirinden farklı kavramlardır. Türk milleti, Batı değer sistemlerini koşulsuz kabul etmek zorunda değildir. Tarihsel perspektiften bakıldığında, 500 yıl önce dünya sahnesinde Türk kültürü hegemonik konumdayken, Avrupalıların Türk giyim tarzını taklit ederek Türk yaşam biçimine özendiği gerçeği de hatırlanmalıdır. Modern veya medeni bir toplum olmak, zorunlu olarak Batılı kimliği benimsemek, İslami değerlerden uzaklaşmak ya da Avrupa kültürel normlarını içselleştirmek anlamına gelmemektedir. Srebrenitsa ve Gazze’de sistematik soykırıma göz yuman “ileri” Avrupa medeniyeti değil midir? Milyonlarca insanı toplama kamplarında eriterek sabun yapanlar “modern” Avrupa uluslarından biri değil midir? Mora, Tripoliçe, Girit, Rodos, Kıbrıs ve Balkan coğrafyasının çeşitli bölgelerinde oluk oluk Türk kanı akıtanlar Hristiyan ve Avrupalı değil midir?

    Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,

    Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

    Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,

    “Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?

    Türk toplumunun tekrar hakim millet konumuna gelebilmesinin temel koşulu, kendi kültürel değerleriyle tam bir uzlaşı içinde olması, kimliğinden kaynaklanan herhangi bir aşağılık kompleksine kapılmadan aksine Türk kimliğiyle gurur duyması ve geleneksel değerlerini mümkün olduğunca koruyarak gelecek nesillere aktarmasıdır. Bir bireyin doğup büyüdüğü kültürel ortam, onun kimliğini şekillendiren en önemli faktördür. Kişinin ait olduğu milli kimlik, onun özünü oluşturur ve bütün kişiliğinin etrafında şekillendiği kültürel kodları belirler. Nesillerdir mensubu olduğu millete karşı aidiyet ve sevgi bağı kuramayan toplumlar, zamanla asimile olarak tarih sahnesinden silinmeye mahkûmdur. Ülkenin ve toplumun içinde bulunduğu durum ne kadar olumsuz olursa olsun, bu hiç kimseye kendi toplumundan ve kültürel mirasından nefret etme gerekçesi vermez.

    Vurgulamakta yarar vardır ki, Anadolu Türkleri ekseriyetle olarak Oğuz Türkü olup nesiller boyunca İslam inancını benimsemektedir. Türkler, Avrupa kökenli bir etnik grup olmamakla birlikte, tarihlerinde Babür İmparatorluğu ve Timur Devleti gibi yüksek medeniyet seviyesine ulaşmış devletleri barındırmaktadır. Türkler, Orta Asya bozkırlarından yola çıkıp, 1500 yıllık dünya tarihinin en büyük ve köklü imparatorluğu olan Roma’yı tarih sahnesinden silerek onun mirasını devralmış ve daha da ileriye taşımış köklü bir millettir. Bu tarihsel gerçeklik, İslami kimliği reddetmekle, kendi müzik ve sanat formlarını küçümsemekle ve kendimizi mümkün olduğunca Batılı olarak gösterme çabasıyla değişmeyecek bir hakikattir. Çünkü bütün bu çabalara rağmen asli kimliğimiz değişmeyecek ve Türkler, Batı toplumları tarafından eşit ve denk görülmeyecektir. Tarihin akışında belirleyici rol oynamış Türk milletinin bir ferdi olarak, bu gerçeği kabullenerek gurur duymak ve milletimizi ve kültürümüzü tekrar hakim bir pozisyona getirmek için çaba göstermeliyiz. Bunun için öncelikle kendimizle barışmalı ve kendi değerlerimizi yücelterek işe başlamalıyız. Türk Güncesi, işte bu misyonla yola çıkmıştır.

  • Türk Halk Edebiyatında Bir Ekol: Karacaoğlan

    Karac’oğlan der ki, bakın geline

    Ömrümün yarısı gitti talana

    Sual eylen bizden evvel gelene

    Kim var imiş, biz burada yoğ iken

    Karacaoğlan, şiirleri Türkistan’dan Balkanlara geniş coğrafyaları ve yüzyılları aşmış ve kendinden sonra gelen ozanları önemli bir şekilde etkilemiş büyük bir aşık ve halk ozanıdır. Bu yönüyle Türk halk edebiyatında bir mihenk taşı ve aşıklık geleneğinin en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilir. Günümüzde Türk halk müziği repertuarından dinlediğimiz birçok türkü, bestelenmiş Karacaoğlan şiirleridir. Bu yazıda, Neşet Ertaş’ı “Karacaoğlan’ın 20. yüzyıl reenkarnesi” olarak adlandıran birisi olarak Karacaoğlan’dan bahsedeceğim.

    Karacaoğlan’ın Arapça ve Farsçadan etkilenmemiş çok duru bir öz Türkçeyle edebi yönü kuvvetli şiirler yazması onu Türk milletinin gönül tahtına oturtmuştur. Hayatı boyunca değişik coğrafyalarda gezmiş bir gezgin aşık olduğu için Anadolu’nun birçok yerinde Karacaoğlan bizim yöremizin ozanıdır diyerek bağra basılır. Yunus Emre gibi birçok yerde mezarı olması Anadolu Türklüğü nazarında gördüğü sevgiyi gösterir. Şiirleri Türkçenin oldukça akıcı, sade ve anlaşılır bir şekildeyken bile özlü ve derin olabileceğinin canlı örnekleridir. Destan, koşma, semai, türkü ve varsağı türünde şiirler yazan Karacaoğlan, 8’li (4+4) ve 11’li (6+5) hece ölçüsü kullanmıştır. Halk şiiri geleneklerine paralel olarak yarım uyak ve redif kullanarak ahenkli şiirler yazmıştır. Şiirlerindeki ana temalar aşk, ayrılık ve gurbettir. 500’den fazla eseri olduğunu bilmekteyiz.

    İncecikten bir kar yağar

    Tozar elif elif diye

    Deli gönül abdal olmuş

    Gezer elif elif diye

    Türk halk edebiyatında Karacaoğlan isimli farklı yüzyıllarda yasamış birden fazla ozan vardır, ancak bizim şiirleriyle aşina olduğumuz, türkülerini çalıp söylediğimiz gerçek Karacaoğlan 17. yüzyılda Çukurova bölgesinde yaşamıştır. Şiirlerinde kullandığı dilin 17. yüzyılda konuşulan dile özgü olması ozanın bu yüzyılda yaşadığı görüşünü destekler. Çukurova Yörük Türkmen kültürünün etkisi hem şiirlerinde kullandığı dilde ve hem de şiirlerinin içeriğinde açık bir şekilde görülür. Onun şiirlerinin kaynağı, doğup büyüdüğü göçebe toplumun gelenekleri ve yurt edindiği topraklar olmuştur. Çukurova’da “Karacaoğlan çığırmak” türkü çığırmak, bozlak söylemek, uzun hava söylemek demektir. Güneydoğu Anadolu, Çukurova, Toroslar ve Gavur Dağlarında yaşayan Türkmen aşiretlerinin yaşam tarzı, duygu ve düşünce dünyası, onun kişiliğiyle harmanlanarak aşık edebiyatında bir ekol olmuştur. Dağlar, yaylalar, çiçekler ve nehirler gibi doğa unsurlarını şiirlerine ustalıkla dahil etmiştir. Bunda, göçebe Yörük kültürünün doğayla iç içe ve barışık yaşamasının payı vardır. Bir Yörük olarak konar göçer bir yaşam sürmesi ve sözlü geleneğin bir sonucu olarak yazılı kaynak olarak hakkında pek bir şey yoktur. Dolayısıyla, doğum tarihi, ölüm tarihi ve mezarının nerede olduğu belirsizdir [1].

    Madde ve mana arasındaki dengeyi bulmak belki de insanın içindeki en büyük çatışma ve bu dünyadaki en büyük sınavıdır. Sultan Süleyman’a bile kalmamış dünya hayatı kısadır, tüm zenginlikler ve yaşanılan tüm duygular geçicidir. Ancak bu insanın sevmesine ve sevilmesine, dünyadaki güzellikleri görmesine ve onları görüp mutlu olmasına engel değildir.

    Karacaoğlan, duygu ve isteklerini açık seçik ortaya koyar. Acılarla, ayrılıklarla ve ölümle arası hoş değildir. Yaşama sevinciyle doludur; gönül kapısı, bütün güzellere ve bütün güzelliklere karşı, ardına kadar açıktır. Bu yüzden kafalardan çok, gönüllere seslenir, gönüller fetheder. [3]

    Dünyevi hayattan neredeyse tamamen soyutlanmış tasavvuf edebiyatının aksine, Karacaoğlan madde ile manayı dengelemiştir. Şiirlerinde sıklıkla dünya nimetlerine, doğanın güzelliğine ve insanın kendisine odaklanmış ama ölümü, faniliği ve ebedi hayatı unutmamıştır. İki dünya arasında kurduğu bu denge belki de yüzyıllardır unutulmamasının sebebidir, çünkü hayatında bu dengeyi arayan her Türk onun şiirlerinde kendini bulmuştur [3]. Çünkü Allah’ın nimetlerinin tadına varıp hayatı insanca ve şereflice yaşama ve ölüm sonrası hakkın cennetine girme isteği Anadolu Türklüğünün özünü şekillendirmiştir. Karacaoğlan ekolü “madde ve mana ahengi”ne en güzel örnek onun “Ömrüm Uzun Eyle Ey Bari Hüda” adlı şiiridir:

    Ömrüm uzun eyle ey Bari Hüda

    Hamd-ü sena şükür etmek isterim

    Çalışıp kazanıp nefis taamlar

    Dişlerim var iken yemek isterim

    Açıldı da ağzın söyler zebanlar

    Sana muhtaç bunca şahlar gedalar

    Al yeşil hırkalar türlü libaslar

    Böylece münasip geymek isterim

    Bir küheylan at ver istemem eşek

    Üstü kaplan postu tek olsun öşek

    Kuş tüyünden yastık yumuşak döşek

    Keçeler içinde yatmak isterim

    Bir güzel isterim ahu bakışlı

    Gerdanı bir karış benli nakışlı

    İnci dişli olsun hem kara kaşlı

    Boynuna sarılıp yatmak isterim

    Kalk gönül gezelim helva alayına

    Ol helvalar da dişe kolayına

    Her akşama da pirinç pilavına

    Kahvaltıda ballı kaymak isterim

    Bamyayı severim dolma hoş olur

    Ballı börek pişer içi boş olur

    Hele zerdali yanında hoş olur

    Yedikçe tadına doymak isterim

    Nerede kaldı şekerli kurabiye

    Ne demeli fırın eti kebaba

    Bazılar da su mu katar şaraba

    Neme lazım adın demek isterim

    Kocadım ihtiyar oldum kardaşlar

    Halime rahmedin bakın yoldaşlar

    Döküldü ağzımda kalmadı dişler

    Yağlıca höşmerim koymak isterim

    Yedirdin içirdin hepsi de yalan

    Ahır ömrümüzü ederler talan

    Bu sözüm dinleyip nasihat alan

    İşitip tutanı duymak isterim

    Azrail göğsüme çöktüğü zaman

    Öyle bilin halim perişan yaman

    Bülbülüm kafesten uçtuğu zaman

    Cesedimi kabre koymak isterim

    Karac’oğlan der ki böyle kalaydım

    Zahir batın muradıma ereydim

    Ol gün dahi cemalini göreydim

    Hakk’ın didarını görmek isterim

    Karacaoğlan bu şiirinde emek verip çalışarak hakkıyla elde ettiği dünya nimetlerinden faydalanmak ister. Tanrıdan uzun bir ömür diler, küheylana binmek, gençken dişleri keserken lezzetli yemeklerden yemek, kaliteli kıyafetler giymek, güzel bir eşe sahip olmak ister. Daha sonra yaşlandığından bahseder ve halinin bir nasihat olduğunu söyler ve “Yedirdin içirdin hepsi de yalan / Ahır ömrümüzü ederler talan” diyerek tüm bu dünya nimetlerinin ölüm gerçeği karşısında anlamını yitirdiğini vurgular. Artık ne kuş tüyünden yastık ne şekerli kurabiye ne de ahu bakışlı bir güzel ister. Karacaoğlan artık öldüğünde (“Bülbülüm kafesten uçtuğu zaman”) kendine bir mezar ister (“Cesedimi kabre koymak isterim”) ve “Hakk’ın didarını görmek isterim” diyerek cenneti arzular. Bir diğer ünlü şiiri, ölümü kaçınılmaz bir yazgı olarak gören Anadolu Türk’ünün “her ölüm erkendir” düşüncesinin dışa vurumudur:

    Ölüm ardıma düşüp de yorulma

    Var git ölüm bir zaman da yine gel

    Akıbet alırsın komazsın beni

    Var git ölüm bir zaman da yine gel

    Şöyle bir vakıtlar yiyip içerken

    Yiyip içip yaylalarda gezerken

    Yine mi geldin ben senden kaçarken

    Var git ölüm bir zaman da yine gel

    Çıkıp bozkurdlayın uluşamadım

    Yalan dünya sana çıkışamadım

    Eşimle dostumla buluşamadım

    Var git ölüm bir zaman da yine gel

    Karac’oğlan eder derdim pek beter

    Bahçada bülbüller şakıyıp öter

    Anayı atayı dün aldın yeter

    Var git ölüm bir zaman da yine gel

    Bu şiirinde Karacaoğlan ölümden kaçmak isteyerek varoluşçu bir felsefe ortaya koymaktadır. Karacaoğlan şiirlerinde aşk kavramı tasavvuftaki gibi soyut, ideal, mistik ve ilahi değil mevcut, ete kemiğe bürünmüş ve somuttur. Yine ona özgün bir şekilde, şiirlerinde farklı ögelerle güzelin bedenini tarif ederek kadın bedenini bir tabu olmaktan çıkarmıştır. Nomadik olmasının etkisiyle güzeli ve aşkı doğayla bütünleyerek dünyevi şekilde ele alır. Örneğin, güzelliği tarif ederken doğadaki hayvan ve diğer nesneleri benzetme olarak kullanır. Sevgili bazen yaylalarda gezen bir ceylan, dağlarda bir keklik ve ovalarda bir karanfildir [2].

    Karacaoğlan, güzellerini doğadan, yaşadığı çevreden, sosyal ilişkilerinden ayrı düşürmez. Bunun yanında şiirlerindeki güzellerin saçı, yüzü, kaşı, kirpiği, gözü, ağzı, burnu, dişi, alnı, bağrı, göğsü, kolu, bileği, eli, ayağı, topuğu, boyu posuyla ilgili ayrıntılı, güçlü benzetmeler ve tasvirler yapar. [2]

    Şiirlerinden Karacaoğlan’ın diyar diyar gezerken gittiği her yerde bir güzele bağlanmıştır. Onun için sevgi bu fani hayatı anlamlı kılar, aşk kalıcı ve sevgililer geçicidir. O yüzden güzellerin ismi ve fiziksel tasvirleri sürekli değişir. Örneğin, sevgilinin gözleri bazen ela, bazen de kömür rengidir.

    İlk kez onun şiirinde sevgililerin adları söylenir: Elif, Ayşe, Zeynep, Hürü, Döndü, Döne, Esma, Emine, Hatice… gibi. Karacaoğlan bunların kimine bir pınar başında su doldururken, kimine helkeleri omuzunda suya giderken, kimine de yayık yayıp halı dokurken görüp vurulmuştur. [4]

    Çukurova ve Torosların bu ele avuca sığmayan evladı Karacaoğlan, Anadolu Türklüğünün belleğinde çağlar boyu sürecek bir yankı bırakmıştır. Kökleri İslam Öncesi Orta Asya Türk sözlü geleneğine kadar uzanan aşıklık geleneğini zirveye çıkartmıştır. Şüphesiz ki bestelenip türkü olmuş şiirleri sonsuza kadar doğumdan ölüme Türk milletinin neşesine, derdine, aşkına ve hüznüne eşlik edecektir. Yazımı, birçok Karacaoğlan şiirini modern enstrümanlarla seslendiren Grup Abdal’ın “Revan” isimli albümünün kapağında yer alan Türk Halk Edebiyatı hakkındaki şu sözlerle bitirmeyi anlamlı buluyorum:

    Doğumdan ölüme, acıdan öfkeye, aşktan sevince, savaştan göçe; ninni oldu, ağıt oldu, halay oldu destan oldu, deyiş oldu türküler. Ölümler gördün, ayrılıklar yaşadın, özlemler çektin, gurbete düştün belki de… Gözünden süzülen yaşa yoldaştı anımsadın mı? Kızgın ve öfkeliydin zaman zaman; heybetliydin yeri geldiğinde, dağ gibi… Türküler yanı başındaydı hep dostun gibi, yoldaşın gibi… Pir sultan oldu, Karacaoğlan oldu, Nesimi oldu dile geldi türküler… Sümmani’nin gönlünden, Veysel’in dilinden, Neşet’in telinden o güzelim türkülerdi seni büyüten, o güzelim türkülerdi öğütleyen… Bir nefes de biz verelim, omuzuna bir el de biz koyalım diye ‘revan’ dedik geldik yüreğinin kapılarına, beraber yollara revan olalım diye…

    Kaynakça

    [1] Karacaoğlan’ın Hayatı ve TRT Repertuvarında Olan Türkülerin İncelemesi, Adem Sevinç

    [2] Karacaoğlan Şiirinin Felsefi Temelleri, Sadık Erol Er

    [3] Şiirlerinde Herkesin Kendini Bulduğu Âşık: Çukurovalı Karacaoğlan, Mehmet Aça

    [4] Karacaoğlan ve Şeyhülislâm Yahya’nın Şiirlerindeki Âşık, Sevgili ve Rakip Tiplerinin Karşılaştırılması, Zeynep Betül Yücel

  • Büyük Kartal’ın Ölümü ve Sonrası

    Saltanat didükleri ancak cihân gavgasıdur

    (Saltanat dedikleri sadece bir dünya kavgasıdır)

    Olmaya baht u sa’âdet dünyede vahdet gibi

    (Dünyada Allah’a yakınlık kadar büyük mutluluk ve baht açıklığı olamaz)

    Kanuni Sultan Süleyman’ın Muhibbi mahlasıyla yazdığı divan şiirlerinden belki de en ünlüsü olan ve Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi dizesiyle başlayan şiirden alıntı olan bu beyitin, saltanat için iki oğlunu ve onlardan olma birçok erkek torununu öldürtmüş bu ünlü Türk hükümdarın kaleminden çıkması anlamlıdır. Bütün Türk tarihinde olduğu gibi Osmanlı devleti tarihi de saltanat uğruna sayısız darbe, ihanet ve savaş ile doludur. Taht için Yavuz Sultan Selim’in babası II. Bayezid’i 1517’de alaşağı etmesi ve sonrasında muhtemelen zehirletmesi, III. Mehmed’in 1595’te tahta çıktığında tam 19 kardeşini boğdurtması, 1622’de Genç Osman’ın yeniçerilerin başını çektiği bir isyanla hakaretler edilerek gaddarca öldürülmesi, 1808’de III. Selim’in büyük bir eziyetle katledilmesi gibi birçok hadise vuku bulmuştur.

    Yaşarken birçok kez zehirlenme teşebbüslerinden kurtulan ve Memlük devleti üzerine yapılacak bir sefere hazırlanırken şüpheli bir şekilde 1481 yılında 51 yaşında vefat eden Fatih’in ölümü Hristiyan dünyasında büyük sevinç yaratmış, Venedikliler 𝗟𝗮 𝗚𝗿𝗮𝗻𝗱𝗲 𝗔𝗾𝘂𝗶𝗹𝗮 𝗲̀ 𝗺𝗼𝗿𝘁𝗮! yani büyük kartal öldü [1] diyerek kilise çanları çalmış, kutlamalar yapmışlardır. Avrupa bu haberle çalkalanırken Fatih’in hayattaki iki oğlu Şehzade Bayezid ve Şehzade Cem arasındaki taht kavgası tüm hızıyla başlamıştır. Bu mücadele o kadar kontrolden çıkmıştır ki Hz. Muhammed’in müjdelediği İstanbul’un fethini gerçekleştirmiş büyük Türk hakanı Fatih’in naaşı ortada bırakılmıştır. Devlet erkanı iki şehzade arkasında ikiye bölünmüş, Sadrazam Karamani Mehmed Paşa’nın başını çektiği grup küçük oğul Cem’i desteklerken, deneyimli vezir İshak Paşa’nın başını çektiği grup büyük oğul Bayezid’i tahta çıkarmak istemiştir. Fatih’in sefer yolunda Gebze civarlarında Tekfur çayırı olarak bilinen yerde vefatı akabinde cenazesi gizlice Topkapı Sarayına getirilmiştir. Sultanın vefatının haberi 11 gün sonra ordugahta yayılmış, Yeniçeriler kayıklarla İstanbul’a geçerek Sadrazam Karamani Mehmed Paşa’yı öldürmüş ve şehri yağmalamışlardır. Topkapı Saray arşivinden bir belgeye göre Baltacılar Kethüdası Kasım Sultan II. Bayezid’e şunları söylemiştir:

    Ol halde hünkâr müteveffa oldu, üzerinde üç gün üç gece mum yanmadı. Vardım kapıcılar kethüdasına söyledim. Ol dahi ishak paşa’ya söyledi. Emreylediler, mum yaktım, rayihasından kimse yanına varamadı. Ben fakir usta ile bilece içini ayırtladım.

    Dolayısıyla, tüm bu olayların telaşında Fatih Sultan Mehmed’in naaşının tam üç gün boyunca unutulduğu anlaşılmaktadır. Mayıs ayının sıcağında ulu Fatih’in cesedi on günden uzun bir süre üstünde elbisesiyle ortada kaldığı için oluşan kokudan dolayı odaya kimse girememiş, Baltacılar Kethüdası ile bir usta Fatih’i gasletmiş ve Selçuklular ve beyliklerde de görülen eski Türk geleneklerine uygun olarak iç organlarını çıkartıp ve mumyalayıp kefenlemişlerdir. Sonuç olarak, Fatih Sultan Mehmed’in ölümü saltanat mücadelesinin insanları kendisine ne denli esir yaptığını bir kere daha göstermiştir. Bayezid, saltanatı ele geçirip sultan olmuş, kardeşine karşı savaşını kaybeden Cem kaçmıştır. Cem Sultan meselesi Osmanlı’yı Bayezid döneminde Avrupa siyasetinde zor duruma sokmuştur. Rodos Şövalyeleri ve daha sonrasında Papalık tarafından rehine olarak tutulan şehzade, Osmanlı’ya karşı Hristiyan dünyası tarafından uzun yıllar boyu bir baskı unsuru olarak kullanılmıştır. Rodos, Fransa ve İtalya’da oradan oraya sıkıntı ve ümitsizliklerle dolu bir hayat geçiren Cem’in şiirlerinde genç yaşta vatanından uzakta kalmanın etkisiyle gurbet teması önemli bir yerdedir ve bu yönüyle bize Divan edebiyatında nadir olan gurbet ve vatan şiirlerinin ilk örneklerini vermiştir [3].

    Bu yazıyı Farsça ve Türkçe iki divanı bulunan Cem Sultan’ın gurbetteki vatan hasretini anlatan bir şiiriyle bitirelim:

    Cân dimâğına ereli bûy-ı vatan

    Dil diler kim görüne rûy-ı vatan

    Çeşme-i hayvândan ey cân hoş durur

    Ben garîb üftâdeye cûy-ı vatan

    N’ola cândan istesem çün yeğ durur

    Bâğ-ı cennetten bana kûy-ı vatan

    Gönlüm eyler dâimâ onu taleb

    Bend olaldan bana gîsû-yı vatan

    Hurrem olup cân-ı Cem irdi safâ

    Dil sabâdan alalı bûy-ı vatan

    “Vatan kokusu can dimağına ulaştığında gönül, vatanın yüzünü görmek ister. Vatanın ırmakları gurbete düşmüş bana âb-ı hayattan daha hoş gelir. Çünkü vatanın bir köşesi bile bana cennet bahçelerinden daha iyi geldiği için vatanı gönülden arzulasam bunda şaşılacak bir şey yok. (Tıpkı bir güzelin gibi) vatanımın uzun siyah saçlarına bağlanalı gönlüm hep onu ister. Cem’in gönlü, sabah rüzgârının getirdiği vatan kokusunu aldığından beri mutludur, sevinçlidir [3].”

    Kaynakça

    [1] Dizionario Biografico degli Italiani, https://www.treccani.it/enciclopedia/battista-gritti_(Dizionario-Biografico)/

    [2] Fatih Sultan Mehmed’in ölümü, İsmail Hakkı Uzunçarşılı

    [3] İki Gurbet Şâiri: Bâbür Şâh ve Cem Sultân’ın Şiirlerinde Vatan,Hanzade Güzeloğlu

  • Orta Asya’dan Anadolu’ya Kadim Türk Geleneği: Han Yağması

    Türk tarihinin farklı dönemlerinde kurulmuş devletlerdeki devamlılıkları anlamak, milletimizin mirasını daha iyi benimsemek ve sahiplenmek için önemlidir. Ecdadının birbirinden binlerce yıl ve on binlerce kilometre uzakta kurduğu devletlerdeki ortak ögeleri öğrenmek, Türk’ün Türklük bilincini kuvvetlendirecek, birbiri ardına yıkılan ve kurulan Türk devletlerinin isimlerinin ve yönetici hanedan soylarının değişmesine rağmen aslında bir tarihsel süreklilik arz ettiklerini, yani birbirinin doğrudan devamı olduğunu daha iyi kavratacaktır. Orta Asya bozkır devletlerinden Osmanlı gibi bir cihan imparatorluğuna Türk devletlerinin geleneği ve ritüeli olan “Han Yağması/Han-ı Yağma” veya “Kençliyü” Türk kültür devamlılığına güzel bir örnektir. Han yağması, hükümdarın şahsi servetinin bir kısmını büyük bir ziyafet verdikten sonra halkı ile paylaşması olarak tanımlanabilir. Ziyafeti veren Han veya Bey, davetlileri yedirip içirdikten sonra hatunuyla otağından ayrılmış ve sonrasında davetliler ziyafet sahibinin mallarını yağma etmiştir. Bu, liderlerin cömertlik göstererek halkta onlara olan saygı ve bağlılığı arttırmak içindir. Dede Korkut Hikayelerinin 12. Hikayesi olan “İç Oğuz’a Dış Oğuz’un Düşman Olup Beyreği Öldürmesi” adlı eserde bu gelenekten şöyle bahsedilir:

    Üç Ok, Boz Ok bir araya gelse Kazan evini yağmalatırdı. Kazan tekrar evini yağmalattı. Amma Dış Oğuz beraber bulunmadı. Sadece İç Oğuz yağmaladı. Ne zaman Kazan evini yağmalatsa helallisinin elini tutar, dışarı çıkardı, ondan sonra yağma ederlerdi. Dış Oğuz beylerinden Aruz, Emen ve diğer beyler bunu işittiler, dediler ki bak bak, şimdiye kadar Kazan’ın evini beraber yağma ederdik, şimdi niçin beraber olmayalım dediler. Söz birliği ile bütün Dış Oğuz beyleri Kazan’a gelmediler, düşmanlık eylediler… [1]

    Burada Han’ın eşiyle beraber otağdan ayrıldıktan sonra Oğuzların yağmaya başladığı anlatılmaktadır. Dede Korkut zamanlarından daha sonraları anlatan Dîvânu Lugâti’t-Türk’te Kaşgarlı Mahmud’un “Hanların düğünlerinde veya bayramlarda yağma edilmek üzere hazırlanan sofra” olarak tarif ettiği ve “Kençliyü” olarak adlandırdığı bu ritüelin biraz değişerek sadece yiyecek yağlamaya evirildiğini görmekteyiz. Selçuklularda bu gelenek devam etmiştir. Büyük Selçuklu Halep Atabeyi olan Nureddin Mahmud’un yağma yapılan toylar düzenlettiği kaynaklarda geçmektedir. Mütercim Asım Efendi (1755-1820) Burhân-ı Katı adlı eseri Türkçeye çevirmiş ve bu eserde geçen Selçuklu Han-ı Yağma adetinin Osmanlı’da benzerleri olduğunu belirtmiştir.

    Han-ı yağma; taama denir ki selatin düğünlerinde ve sair bazı kibar ve kürema pişirdüp cümleye sılayı am ederler, her kim olursa gelüp tenavül ederler. Sela-tin-i hakaniye-i Osmaniye… adat-i sadatlarından ulufe günlerinde Selçuklu taifesinin seray-i hümayunda tarac eyledikleri taama itlakıbe gayet mülayimdir. [1] (orijinal kaynak)

    Han-ı yağma: Sultan düğünlerinde veya diğer soylular ve ileri gelen kişiler tarafından düzenlenen büyük ziyafetlere denir. Bu ziyafetlerde herkese yiyecek dağıtılır ve kim olursa olsun gelip bu ziyafetten yemek yiyebilirler. Osmanlı sultanlarının da bir geleneği olarak, Selçuklu soyundan gelenlerin ulufe (askerlere maaş) günlerinde sarayda düzenledikleri ziyafete bu isim verilmiştir ve bu oldukça cömert bir gelenektir. (Modern Türkçeye çevirisi)

    Osmanlı sarayında 18. yüzyıl sonlarına kadar görülen “Çanak Yağması”, Han Yağması geleneğinin apaçık devamıdır. Çanak yağması, halkın ve yeniçerilerin, hanedan evlilikleri ve sünnet düğünleri gibi büyük çaplı kutlamalarda içleri yemek dolu kapları kapmasıdır [3]. Bu gelenek, şenliklerin direkt olarak halka yönelik hizmet sunulan kısmıdır. Günümüzde Sultanahmet Camii’nin bulunduğu At Meydanı’nda gerçekleştirilen bu şenliklerde, et ve pilav dolu büyük çanaklar halk tarafından yağmalanırdı. Çanak yağması, Topkapı Sarayı’nda üç ayda bir yeniçerilere verilen ulufe maaşlarının dağıtımı sırasında da uygulanırdı.

    Sultan III. Murad’ın oğlu Şehzade Mehmed’in sünnet düğünü görkemli çanak yağması etkinliklerine güzel bir örnektir. 1582 yılında devlet hazinesinden yarım milyon akçe gibi büyük bir bütçe ayrılarak At Meydanı’nda yapılan bu düğüne dönemin birçok yabancı devleti davet edilmiş, büyük eğlenceler ve ziyafetlerle (at koşuları, cirit, fener alayları, cambazlar, ehlileştirilmiş fil ve zürafaların halka sergilenmesi gibi) düğün 52 gün sürmüştür ve Osmanlı tarihinin en büyük kutlamalarından birisidir [2]. Düğün boyunca halka günde iki kez yemek verilmiş, borular ve davullar çalınarak halkın yemekleri yağmalamasına izin verilmiştir. Ayrıca, sultan bizzat halka gümüş ve altın saçmıştır. Bu şenlikleri anlatan Surname-i Hümayun adlı Türkçe eserde düğünü tasvir eden minyatürler bulunmaktadır:

    Şehzade Mehmed’in sünnet düğünü (1582)

    Burada dikkat edilmesi gereken bir husus, bu geleneğin halk için aşağılayıcı bir olay olarak değerlendirilmemesi gerektiğidir. Kanuni’nin şehzadelerinin sünnet düğünündeki çanak yağmasını tasvir eden bir minyatür, itibarlı ulema sınıfının da çanak yağması yaptığını göstermektedir, çünkü bu gelenek devletin zenginliği ve büyüklüğünün, sultanın halka verdiği değerin ve halkın devlete olan bağlılığının bir sembolüdür. Bu nedenle, çanak yağması yabancı elçilerin kabulü sırasında özellikle yapılmıştır. 1784 yılında, Fransız elçisi Choiseul-Gouffier ile huzura kabul edilen Rahip Guillaume Martin çanak yağması hakkında şunları yazmıştır:

    Bu huzura kabul edilme günleri aynı zamanda pilav yeme günleridir. Biz huzura alınmak üzerek yürürken kumandan bu pilav yeme işaretini verdi; o anda bütün yeniçeriler belli yerlerde dağıtılan pilav tabaklarına doğru koşmaya başladılar; bu pilav yeme telaşı bir hoşnutluk simgesi. Hareketsiz kalsalar yemek istemeselerdi, bu, yönetimden hoşnut olmadıkları anlamına gelecekti… [3]

    Hollanda Elçisi Cornelis Calkeon’un, Sultan III. Ahmed’in huzuruna kabulünde yapılan çanak yağması (1727)

    Han Yağması geleneği formunu değiştirerek günümüze de ulaşmıştır.

    Anadolu’da halk arasında “çanak yağması”, “çorba kapma”, “tavuk kapma” vb. gibi farklı adlarla anılan yağma türleri mevcuttur. Düğünlerde gelinin başından serpilen para, şeker, çerez gibi şeylerin kapışılması Anadolu’nun hemen her yerinde uygulanmaya devam edilen bir gelenektir. Anadolu’nun genelinde görülen bu geleneğin dışında Çumra yöresinde tavuk kapma, pilav kapma, çorba kapma; Ankara civarında hediye edilen makramayı kapma, Manisa yöresinde çeyiz eşyasını kapma, yağma geleneğinin kendine has özellikler taşıyan yöresel yansımalarıdır. Örneğin Zile yöresindeki düğünlerde, düğün evindeki eşyalar yağma edilmesine rağmen düğün sahibi bu duruma karşı koyamamaktadır. Bu nedenle düğün sahibi kolayca götürülebilecek eşyaları daha önce ortadan kaldırmaya gayret eder. Bu durum yağmanın davetlilerin hakkı olduğunu ve yağmalanan eşyanın geri alınamayacağını, düğün sahibinin de kabullendiğini gösterir. Davetlilerden isteyenler ortada buldukları eşyayı, hatta sandalye gibi taşıması güç eşyaları da pencereden sarkıtmak suretiyle kaçırırlar; bu ise olaya bir çeşit yağma, kapışma rengi verir [3].

    Kaynakça

    [1] Orta Asya’dan Anadolu’ya Han Yağması ve Tahta Çıkma Geleneği, Erhan Çavdaroğlu

    [2] Bir İtalyan Arşiv Belgesine Göre Şehzade Mehmet’in Sünnet Düğünü (1582), Nevin Özkan

    [3] Osmanlı Devleti’nde Eski Bir Türk Geleneği: Çanak Yağması, Mustafa Can

  • 1402’den 1922’ye

    Emir Timur ve Kurtuluş Savaşı arasındaki ilginç bir bağı anlatacağımız bu yazı, konu hakkında fikri olmayanlara şaşırtıcı gelebilir. 14.yy’da Türkistan Semerkant merkezli bir Türk-Moğol devleti kurmuş Timur ile 20. yüzyıl Türk tarihine damgasını vurmuş bir varoluş savaşı arasında nasıl bir bağlantı olabilir? İşte bu yazıyla beraber, günümüzde coğrafi olarak çok uzakta kaldığımız kadim yurdumuz Türkistan’la aslında tarihin hiçbir döneminde kopmamış görünmez ve köklü bağların bir örneğini göreceğiz. Tarih boyunca Kıta Avrupa’sından Pasifik Okyanusu’na uzanan uçsuz bucaksız bir coğrafyayı atlarının nalları altında ezmiş yüce Türk milletinin Anadolu’daki bir avuç temsilcisi, yüzyıllar önce Türkistan’da ruhları aynı bağımsızlık ateşiyle yanan atalarını şüphesiz gururlandırmıştır. Biz Türkler için Semerkant Selanik kadar, Buhara Kerkük kadar ve Doğu Türkistan Tebriz kadar değerlidir ve öyle de kalmalıdır. Çünkü Semerkant’taki Kazak Türkü, Buhara’daki Özbek Türkü ve Doğu Türkistan’daki Uygur Türkü bize sandığımızdan daha çok yakındır. Ankara neyse Tebriz o, Bakü neyse Semerkant odur.

    Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan. Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir, Turan! – Ziya Gökalp

    Emir Timur 1336 yılında günümüz Özbekistan’ında ve o zamanın Çağatay Hanlığına bağlı bir şehir olan Keş’te soylu bir ailede dünyaya gelmiştir. Bir bacağı diğer bacağından kısa olduğu için topallayarak yürümesinden dolayı kendisine Aksak Timur anlamına gelen Timurlenk denilmiştir. Bir diğer lakabı “Müşteri (Jüpiter) ile Zühre’nin (Venüs) yakınlaştığı anda doğan, kutlu uğurlu hükümdar” anlamına gelen Sahipkıran’dır. Timur, etnik olarak Moğol’dur ancak yaşadığı coğrafya ve dönem gereği tamamen Türkleşmiş Barlas aşiretindendir ve babası bu aşirette saygı duyulan bir Bey’dir. Doğduğu ve yetiştiği çevre ve Çağatayca konuşmasından dolayı Türkleşmiş Moğol ifadesi yerindedir. Nitekim, Türk kimliğini gururla vurgulayan bir hükümdardır. Timur, Timurlu hanedanının kurucusu ve ilk hükümdarı olarak 1370’te Maveraünnehir’de emirliğini ilan etmiştir. Soyu Cengiz Han’dan gelmediği için Han unvanını hiçbir zaman kullanmayıp Emir unvanını kullanmıştır [3]. İktidarına meşruiyet kazandırmak için Cengiz Han’ın soyundan gelen Saraymülk Hanım’la evlenmiştir. Bu evlilikle Timur, han damadı anlamına gelen küregen (Gürgan) sanını taşımaya başlamıştır ve resmen kendi devletini Cengiz Han’ın Moğol devletinin devamı görmüştür.

    Biz ki Melik-i Turan, Emir-i Türkistan’ız, biz ki Türk oğlu Türk’üz; biz ki milletlerin en kadimi ve en ulusu Türk’ün başbuğuyuz! – Emir Timur

    Sahipkıran, Doğu İran’dan Moğolistan’a uzanan dağınık Çağatay ulusunu birleştirmiş ve kısa sürede bilinen dünyanın önemli bir kısmını fethederek inanılmaz büyüklükte bir imparatorluk kurmuş, Türk tarihinin en büyük liderlerinden birisi olmuştur ve Cengiz Han’ın cihan hakimiyeti hedefini devam ettirmiştir. Timurlular, ateşli silahlar yaygınlaşmadan önce steplerden çıkan son büyük imparatorluktur. Hayatı boyunca savaş kaybetmemiş Timur, fethettiği coğrafyanın büyüklüğü de göz önüne alındığında Büyük İskender ve Cengiz Han kadar büyük bir mareşal ve fatihtir. Fethettiği yerlerde insanların kafataslarından oluşan piramit kuleler yaptırarak dehşet saçmıştır. Askeri dehasına ek olarak Timur bilime ve sanata çok önem vermiştir. O dönemde Timur’un sarayındaki entelektüel çevrenin Osmanlı sarayında olmaması bunu desteklemektedir. Timurlular Türk-Moğol-İslam sentezini doruk noktasına çıkarmış ve tarihte İslam/Timur Rönesansı olarak adlandırılan bir aydınlanma çağına vesile olmuşlardır. Timurlular döneminde Orta Asya altın çağını yaşamıştır ve Semerkant bilim, sanat ve kültürde dünyanın en önemli şehirlerinden birisi olmuştur. Timur’dan sonra tahta oturan oğlu Şahruk ve oğlundan sonra tahta oturan torunu Uluğ Bey çok iyi astronomlardır. UNESCO’nun aydaki bir kratere Uluğ Bey ismini vermesi Timurlu hanedanının bilime olan katkısının en güzel örneklerinden birisidir.

    Kader, tarihin en büyük Türk devletlerinden ikisi olan Osmanlı ve Timurlu Devletlerini 28 Temmuz 1402’de Ankara Savaşı’nda karşı karşıya getirmiştir. Dönemin Osmanlı sultanı Yıldırım Bayezid, 1396’da Niğbolu’da büyük bir haçlı ordusunu yendikten sonra önemli bir prestij kazanmış ve balkanlarda yaptığı fetihlerle İslam dünyasında gazi sultan unvanıyla anılmaya başlanmıştır. Bütün İslam dünyasının koruyucusu olduğunu iddia eden Timur, uç bölgesinde bir aşiretken büyük bir devlet haline gelen Osmanlı’yı küçümsemiş, gazi devlet olarak anılmasından rahatsız olmuş ve Kösedağ Savaşı sonrası İlhanlı geleneği gibi Anadolu’yu kendine bağlı kabul etmiştir [9]. Bu sebeple, dönemin Timur ve Osmanlı sultanı Yıldırım Bayezid arasında sonu savaşa varacak bir sürtüşme başlamıştır. Bu o dönemde henüz en güçlü halinden çok uzak olan Osmanlı’yı büyük bir cihan imparatorluğuyla karşı karşıya getirmiş ve neredeyse yıkılmasına sebep olmuştur. Doğu Anadolu bölgesinde artık sınır komsusu olan bu iki devlet egemenlik kavgasına başlamıştır. Yıldırım’ın Karakoyunlu Türkmen beyi Kara Yusuf’u ve Irak sultanı Ahmed Celâyirî’yi himaye etmesini Timur bir meydan okuma saymış ve Yıldırım’ın Anadolu’da egemenliğini tanımayarak yanına sığınan Germiyan, Kastamonu ve Karaman gibi Türkmen beylerini himayesi altına almıştır. Durumun daha da kötüleşip bir savaşa dönüşmesindeki kabahatin büyüğü Timur’un daha uzlaşmacı ve yapıcı tutumumun aksine Timur’a olan mektuplarında “kudurmuş köpek” veya “gelmezsen eşlerin senden üç kez boş olsun, ben de senden kaçarsam eşlerim üç kez boş olsun” gibi saldırgan ve küçümseyici ifadeler kullanan Sultan Bayezid’dir.

    Ordusunun büyük çoğunluğu süvari olan Timur bunu avantaja çevirmek için engebeli olmayan bir yerde savaşmak istemiş ve Osmanlı ordusunu Ankara Çubuk ovasına çekmiştir. Anadolu içinde Timur’un ordusunu süratle takip eden Yıldırım’ın ordusu bu manevralar sonucunda yorulmuş, hasta ve bitap düşmüş ve suyun olmadığı bir mevkide savaşmak zorunda kalmıştır. Timur’un Hint seferinde ele geçirilmiş zincirli savaş filleriyle desteklenmiş ve Orta Asya steplerinde yıllarca süren savaşlarda tecrübe kazanmış göçebe Türk-Moğol boylarından oluşan bir orduya karşı Osmanlı’nın şansı zaten hiç olmamıştır ancak savaş sırasında Osmanlı ordusunda bulunan Tatarlar ve Timur yanına sığınmış Türkmen beylerine bağlı askerlerin Timur’un saflarına geçmesi Bayezid için büyük bir bozguna sebep olmuştur. Bayezid’in yanında çoğunlukla devşirme kapıkulları ve Sırp müttefik Prens Lazarovic’in askerleri kalmıştır ve cesaretle savaşmalarına rağmen Sultan yakalanmış ve bağlanarak Timur’un çadırına getirilmiştir. Bu daha sonra Osmanlı’da devşirme sistemine daha çok ağırlık verilmesine sebep olacak bir olaydır. Bayezid’in tutsakken Tatarları Anadolu’dan alıp götür isteği Timur tarafından kabul edilmiştir [9].

    Bu fenalığı kendine sen yaptın, kaç defa haddini tecâvüz ettin, intikam almak bana vâcib oldu. Rum memleketleri üzerinde bayraklarımızı dalgalanmasını istemedim; bu da Efrenc’e karşı girişmiş olduğun gazâda muzaffer olduğun içindi; hatta sana yardım etmek, mal ve asker vermek istedim. Senden ancak şunu istedim: 1. Kemah kalesinin teslimi, 2. Taharten ailesinin teslimi, 3. Kara Yusuf ailesinin sınır dışı edilmesi, 4. Anlaşma için bir elçi göndermen. Gururun yüzünden Tanrı’nın hükmüne karşı geldin. Ben sana iyilikten başka bir şey yapmayacağım.

    – Timur’un Bayezid’e konuşması [9]

    İlginç bir anekdot olarak, Ankara Savaşı’nın günümüz Ankara’sına bir etkisi Esenboğa Havalimanı ismidir. Esenboğa ismi Timur’un Ankara savaşındaki fil birliklerinin kumandanı olan İsen Buga adlı komutanın isminin zamanla değişmesiyle meydana gelmiştir.

    Emir Timur’un mezarı açılarak 1941 yılında yapılmış yüz canlandırması

    Ankara Savaşı sonrası, Timur, Moğol-İlhanlı devlet politikalarına benzer şekilde “böl, parçala ve yönet” politikası uygulayarak Karamanoğlu, Germiyanoğlu ve Aydınoğlu gibi Türkmen beyliklerine topraklarını iade ederek Anadolu’daki beylikleri tekrar canlandırmış ve kalan Osmanlı topraklarını üç şehzade arasında pay edip tüm Rumeli ve Anadolu topraklarını kendisine bağlamıştır. Dolayısıyla, Ankara Savaşı sonrası Osmanlı’nın Anadolu’daki siyasi birliği tekrar sağlaması bir asırdan fazla sürmüş ve savaş sonrası girilen fetret devrinin getirdiği yıkım ancak 1453’te İstanbul’un fethiyle toparlanabilmiştir. Ankara Savaşı sonrası Doğu’dan gelebilecek olası tehlikeler devlette her zaman travma yaratmış ve Timur öldükten sonra bile oğlu Şahruk zamanında I. Mehmet ve II. Murat Timurlu devletine hediyeler göndererek bağlılıklarını arz etmişlerdir.  

    Timur savaş sonrası İzmir’e yakın Tire’de kışlamaya gelmiş ve gözünü Batı Anadolu’da Türk hakimiyeti altında olmayan tek şehir olan İzmir’e çevirmiştir. Malazgirt Zaferi sonrası Anadolu’ya gelen Selçuklu beylerinden biri olan Çaka Bey tarafından fethedilen İzmir, Çaka Bey’in ölümü sonrası tekrar Bizans’ın eline geçmiştir. 1328’de Aydınoğulları şehri tekrardan Türk hakimiyeti altına almış ancak 1344’te şehir tekrardan Hristiyanların eline geçmiştir. Dolayısıyla, 14. yy. İzmir’i siyasi olarak ilginç bir manzaraya sahiptir. Şehrin iç kısmında bulunan Kadife Kale ve şehrin kara tarafı Türklerin elindeyken sahil kesimi ve limana hakimiyeti sağlayan diğer kale 1344 yılından beri Rodos Şövalyelerinin koruması altındadır. Rodos Şövalyeleri Hristiyan bir tarikat olan Saint Jean Şövalyeleridir ve çoğunlukla Rodos’ta yaşadıkları için bu isimle anılmışlardır. İlginç bir şekilde, bugün hala bazı çevreler tarafından kullanılan “Gavur İzmir” deyimi bu dönemdeki Müslümanların yaşadığı İzmir ve sahil kesiminde Hristiyanların yaşadığı İzmir ikiliğinden gelmektedir [1].

    İzmir kalesi üç tarafı denizle çevrili olması sebebiyle alınması çetin bir kaledir. Nitekim, Bayezid’in babası I. Murad ve Bayezid tarafından kale alınamamıştır ve hatta Bayezid 7 sene uğraşmasına rağmen başarılı olamamıştır. Emir Timur, Aralık 1402’de bizzat ordunun başında İzmir’e gelmiştir. Bizans tarihçisi Doukas’a göre Timur liman girişini çok büyük miktarda taşlarla doldurtarak denizden kaleye yardım gelmesini engellemiştir. Kuşatma sırasında mancınıkların, kuşatma aletleri ve lağımcıların ustaca kullanılması Timur’un askeri ve stratejik zekasını göstermiştir. Kalenin altında kazılan tünellerin patlatılmasıyla şehir iki haftada fethedilmiştir [6]. İzmir’in fethi Timur’un Gürcistan seferleriyle beraber yaptığı tek cihat olduğu için ayrı bir öneme sahiptir çünkü Timur ömrünün büyük bir kısmını Asya’daki diğer Müslüman ve Türk güçlerle savaşarak geçirmiştir [2].

    Osman Bey’in Kayı boyundan bir Türkmen aşireti lideri olduğu kesindir ancak Osmanlı soyu herhangi bir soyluluk içermemektedir. Dolayısıyla, meşrutiyetini büyük Cengiz Han’ın soyuna dayandıran Timur’a nazaran böyle bir şeceresi olmayan Osmanlı için hükümdarlık meşruiyeti kazanmanın tek yolu Balkanlar’da cihat yaparak İslam dünyasında itibar kazanmaktır [4]. Timur Yıldırım’ın uzun bir süre alamadığı İzmir’i kısa sürede fethetmesiyle iftihar etmiştir ve Balkanlar’daki fetihleriyle İslam dünyasında büyük ün kazanmış Yıldırım’dan daha üstün olduğunu ve İslam’ın en büyük hükümdarı olduğunu kendince bu şekilde göstermiştir. Bunu bir nevi destekleyen kaynak, Timurlu tarihçisi Ali Yezdi’nin Zafername adlı eserinde “Osmanlıların alamadıkları İzmir’i Timur iki haftada aldı, bunu duyan Bayezid’in şaşkınlıktan ağzı kulaklarına vardı” ifadesini kullanmasıdır [5]. Bir başka yaygın görüş, Timur’un İzmir seferini Gazi bir devlet olan Osmanlı’yı darmadağın ettikten sonra İslam dünyasındaki imajını düzeltmek ve kendisi de Gazi sıfatını almak amacıyla yaptığıdır. Çünkü Ankara Savaşı İslam’ın Balkanlar’da yayılmasını sekteye uğratmıştır. Osmanlı’ya karşı Hristiyan dünyasıyla ittifak içinde ve iyi ilişkileri olan Timur’un buna zıt olarak Hristiyan İzmir’i fethetmek istemesi bu görüşleri destekler niteliktedir. Sahipkıran’ın 1403 yılında Semerkant’a dönüşünden sonra İzmir önce Aydınoğulları sonra Osmanlıların eline geçmiş ve 1919’daki Yunan işgaline kadar Türklerin elinde kalmıştır.

    Şimdi gelelim Kurtuluş savaşında görev yapmış bir subaya, yani Şerafettin Bey’e. Şerafettin Bey İzmir Hükümet Konağı’nda göndere alay bayrağını çeken asker olarak “İzmir Fatihi” ilan edilmiş ve Soyadı Kanunu çıktığında Mustafa Kemal tarafından kendisine “İzmir” soyadı verilmiştir. İzmir’e ilk giren süvari subayı olan Şerafettin Bey’e, 15 Eylül 1922 tarihinde Atatürk tarafından bir kılıç takdim edilmiştir. Bu kılıcın İzmir’e giren komutana verilmesinin tarihi bir anlamı vardır, çünkü bu kılıç, Emir Timur’un 500 sene önce İzmir’i fethettiğinde belinde olan kılıçtır… İzmir’i 520 sene önce Türk yapmış kılıç, İzmir’i korkunç Yunan işgalinden kurtarıp tekrardan Türk ve Müslüman yapmıştır [7].

    Kurtuluş Savaşı sırasında, Sovyet Buhara Cumhuriyeti, Ankara hükümetine üç kılıç göndermiştir. Emir Timur tarafından kullanılan bu üç kılıçtan ikisi, aradan geçen 520 yıl sonra Türklerin Kurtuluş Savaşı’nı yöneten iki önemli askerin, Mustafa Kemal ve İsmet Paşaların belinde yer almıştır. Atatürk, bu kılıçlardan birini kendisi alırken, diğerini Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya vermiştir. Üçüncü kılıç ise İzmir’e ilk defa girecek fatihe verilmek üzere ayrılmıştır. Maalesef ki Şerafettin Bey’in bu tarihi kılıcı 1948’den beri kayıptır [8]. 1402 ve 1922’de aynı şehirde gerçekleşmiş Türk tarihinin iki önemli olayını birbirine bağlayan bu kılıç, aslında uzakların bize yakın olduğunu ve tarihimizin sadece Türkiye ve Osmanlı ekseninde değil, Turancı bir bakış açısıyla bir bütün şekilde değerlendirilmesi ve anlatılması gerektiğini göstermektedir.  

    1922, Mustafa Kemal ve İsmet Paşa bellerinde Timur’un kılıçlarıyla

    Kaynakça

    [1] https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/832085-gavur-izmiri-1402de-timur-ortadan-kaldirmis-sehri-musluman-yapmisti

    [2] https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ilber-ortayli/izmiri-turk-yurdu-yapan-hukumdar-timur-42181719

    [3] Tarihin Arka Odası Programı, Konuk: Prof. Dr. Cüneyt Kanat

    [4] Timur, Rodos Şövalyeleri ve Batı Anadolu Seferi, Yahya Başkan

    [5] Emir Timur’un İzmir’i Fethi Hadisesinin Osmanlı ve Timur Devri Tarih Yazımına Yansıması, Mert Can Erdoğan ve Burhan Erhan Çavdaroğlu

    [6] Siege of Smynra, https://medievalreporter.com/siege-of-smyrna/

    [7] İzmir’in Kurtuluşu ve Üçüncü Kılıç, Kemal Arı

    [8] https://www.haberturk.com/izmir-haberleri/80864290-serafettin-beyin-tarihi-kilici-sir-oldu

    [9] Devlet-i Aliyye, Halil İnalcık

  • Altaylardan Tuna’ya Cihangir Bir Türk Topluluğu: Oğuzlar

    Altaylardan Tuna’ya Cihangir Bir Türk Topluluğu: Oğuzlar

    Anadolu’ya olan Türk göçlerini ayrıntılı bir şekilde irdelemek için aslında tarihte çok daha gerilere gitmek gereklidir. Herkesin bildiği üzere, Türkler tarih sahnesine Orta Asya’da Altay Dağları ve çevresinde çıkmışlardır. “Türk” adını yazılı olarak ilk kez 420 yılına ait bir Pers kaynağında ve Çin kaynaklarında ilk kez bir Çinli devlet adamının 542 yılında yazılmış biyografisinde görmekteyiz [1]. Türk kelime anlamı olarak “güçlü”, “kuvvetli” demektir. Önemle vurgulanması gereken şey Türk isminin siyasi bir isim ve Göktürk devletinin başındaki Aşina hanedanının ismi olduğudur. Orta Asya’da Karluklar, Uygurlar, Kırgızlar ve Oğuzlar gibi aynı dili konuşan boyları aynı devlet altında toplayan Göktürkler’in etkisiyle zamanla Türk kelimesi bu coğrafyada yaşayan farklı Türk boylarının ve topluluklarının da ismi olmuştur. 6. ve 7. yüzyıllarda Kazakistan bozkırlarında yaşayan Türk kökenli boyların genel adı Töles idi [2]. Töles boyları siyasi birlik olmaksızın bağımsız hareket etmekteydiler. Töles sadece bir boyun adı değil, bütün boyların genel adıydı. 6. yüzyıl ortalarında Göktürkler Orta Asya’da hızlı bir şekilde güç kazanırken Tölesleri hakimiyetlerine almışlardır. Bu hamleyle oldukça güçlenen Göktürkler bir süre sonra bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Dolayısıyla, Tölesler tarihte Türk ismini adında taşıyan ilk devlet olan 1. Göktürk devletinin kuruluşunda önemli rol oynamışlar ve daha sonra da devletin en önemli unsurlarından olmuşlardır. Aslında devletin ismi Türk/Türük idi ancak tarihte bu devleti diğer devletlerden ayırmak için Orhun Kitabelerinde geçen Göktürk/Köktürk adı kullanılmıştır. Doğu ve Batı Göktürk Devletlerinin Çin esaretine girmesiyle başsız kalan Tölesler örgütlenmeye başlamışlardır. 627 yılından itibaren artık boy grupları değil, teker teker boylar ön plana çıkmaya başlamıştır. On Ok, Üç Oğuzlar ve en doğudaki Dokuz Oğuzlar bu örgütlenmelere bir örnektir. Moğolistan’ın doğusunda yaşayanlar dokuz boydan oluştukları için onlara Dokuz Oğuz denilmiştir. Kazakistan bozkırlarında yasayanlar 634 yılında bir kurultay düzenleyerek On Ok (On Kabile) ismi altında örgütlenmişlerdir. 2. Göktürk devleti döneminde On Oklar, Türgişler olarak anılmaya başlamışlardır. 766’dan itibaren bu boy topluluğu için Türgiş ismi yerine Batı Oğuzları/Oğuzlar kullanılmaya başlamıştır. Daha sonraları Anadolu’yu yurt edinecek Oğuzlar bunlardır. Töleslerin Kuzey Kazakistan’da İrtiş Irmağı civarında yaşayanları Kimekleri, sonra da Kıpçakları meydana getirmişlerdir. Prof. Dr. Ahmet Taşağıl’a göre, Töleslerin 4. ve 5. yüzyıllarda yaşayan boyların genel ismi olan Kao-ch’e’ (Kanglı)larla aynı oldukları görüşü çok isabetlidir. Kanglı kelimesi “Yüksek Araba” anlamına gelmektedir. Hocamız, Kao-ch’e’ ismini de Büyük Hun İmparatorluğu zamanında devlete bağlı Ting-ling boy grubuna bağlamaktadır. Dolayısıyla, Hunlar ile günümüz Türkleri arasındaki kuvvetli bir bağ kurabiliyoruz.

    İslam Öncesi Türk tarihinde 7. yüzyılın ilk çeyreğine kadar kurulan büyük devletlerin yanında üç ana boy grubu Orta Asya’da tarih sahnesinde yer almış ve daha sonra ortaya çıkacak Türk boylarına alt yapı oluşturmuşlardır. Bunlar Ting-ling’ler, Kanglılar ve Töleslerdir. 627 yılından sonra söz konusu küçük boy grupları daha fazla ön plana çıkarak kendi adlarıyla tanınacaklardır. Hunlar zamanında ana boy grubunun adı kaynaklarda Ting-ling’dir. M.S. 4. yüzyılda bu ana boy grubu adı kaybolarak yerini Kanglı adı almıştır. Kanglılar yaklaşık 200 yıl varlıklarını koruduktan sonra Töles adıyla yollarına devam edecekler; Göktürk Kağanlığının ana halk kitlesini meydana getireceklerdir.” [3]

    2. Göktürk devletinin 744 yılında yıkılması Orta Asya’dan büyük bir Türk göçüne sebep olmuştur. Karluklar, Uygurlar ve Basmiller birleşerek İkinci Göktürk devletini yıktıktan sonra Göktürk mirasını paylaşmak için savaşmaya başlamışlardır. Bu savaşı Uygurlar kazanarak Ötüken bölgesinin hakimiyetini bir nevi Göktürklerden devralmışlardır. Töleslerin doğu boylarından olan Uygurlar, ağırlıklı olarak Dokuz Oğuzların nüfusunu oluşturduğu Uygur Devletini kurmuşlardır. Karluklar (daha sonra Karahanlı devletini kuran boylar) bu yenilgi sonrası batıya yönelmişler ve Güney Kazakistan ve Kırgızistan’da yasayan On Okları batıya yöneltmişler, On Oklar batıdaki Peçenekleri daha da batıya gitmeye zorlamışlardır. Bu göçlerin bir diğer ana sebebinin büyük bir kuraklık sebebiyle oluşmuş otlak darlığı olduğu da geçerli bir tezdir. Orta Asya’daki Türklerin büyük kısmı Batı Asya’ya (Avrasya bozkırları, Hazar’ın doğusu, Maveraünnehir) göç etmiştir. Kuzey’deki Sibirya’nın elverişsiz koşulları, Güney Asya’daki yüksek sıradağlar ve Doğu’daki Çin ve coğrafi kısıtlayıcı Pasifik Okyanusu Türklere Batı’ya göçmekten başka bir seçenek bırakmamıştır.

    “Türk hakanı Ötüken dağlarında oturur ise ülkede hiçbir sıkıntı olmaz. Doğuda Şantung ovasına kadar ordu sevk ettim denize pek az kala durdum; güneyde Dokuz Ersin’e kadar ordu sevk ettim, Tibet’e pek az kala durdum; batıda İnci Irmağı (Seyhun) geçerek Demir Kapı’ya kadar ordu sevk ettim; kuzeyde Yir Bayırku topraklarına kadar ordu sevk ettim; bunca diyara kadar orduları yürüttüm ve anladım ki: Ötüken dağlarından daha iyi bir yer asla yok imiş.”

    Orhun Kitabeleri Kül Tigin Yazıtı Güney Yüzü

    Dünya tarihini derinden etkileyecek bu büyük Türk göçü aslında 500 sene sürecek ve kutsal yurdumuz Ötüken’den on binlerce kilometre uzakta küçük bir yarımada olan medeniyetler beşiği Anadolu’da sona erecektir. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması süreci, Anadolu Selçukluları ve ilk dönem beylikleriyle başlayacak ve ikinci dönem beyliklerini takip eden Osmanlı Devleti döneminde doruğa ulaşacaktır. Orta Asya’nın uçsuz bucaksız steplerinde başlayan yolculuğumuz Akdeniz’in turkuaz mavisi sularında nihayete erecek ve nihayetinde 3 kıtaya hükmetmiş cihan imparatorluğu Devlet-i Aliyye olarak meyvesini verecektir. Tohumları Anadolu’da atılmış bu devlet ürettiği yüksek medeniyetle birlikte adını tarihe altın harflerle yazdıracak, Türk tarihinin müzik, mimari, sanat, siyasi ve ekonomik güç gibi akla gelebilecek birçok alanda zirvesini teşkil edecektir. Oğuzların kadim yurdu Anadolu, imparatorluk dağıldıktan sonra Türklerin elinde kalan tek ve son toprak parçası olacak ve Gazi Mustafa Kemal liderliğinde bu kadim topraklarda Türk devleti yaşamaya devam edecektir.

    Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
    Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim.

    – Nâzım Hikmet

    Oğuzlar Orta Asya’da yasayan batı Türk halklarından birisiydi. Oğuzlar ismi kabileler anlamına gelmektedir. Bizans kaynakları Oğuzlara Uzlar demişlerdir. Türkiye, Azerbaycan, Kıbrıs, Türkmenistan, İran, Irak, Suriye, Moldova (Gagavuzlar) ve Balkanlar’da yaşayan Türklerin atasıdırlar. Göktürk devletini oluşturan farklı Türk topluluklarına baktığımızda, Oğuzların göçler ve yayılmalar sonucunda hem siyasi istiklalini hem de milli kültürünü günümüze kadar koruyan tek büyük Türk topluluğu olduğu söylenebilir [4]. Yeni bir ülkenin fethedilmesinden daha zor olanı, fethedilen ülkenin elde tutulması ve vatan haline getirilmesidir. Bu, fethedilen coğrafyada milli kültür değerlerinin egemen ve öncelikli hale getirilmesiyle mümkündür. Aksi takdirde, fetheden toplumun kültürü, zamanla fethedilen ülkenin yerel halkının kültürü tarafından erozyona uğratılır. Oğuzların aksine, kültürlerini korumakta zayıf ve yetersiz kalan birçok Türk topluluğunun sonu bu olmuştur. Anayurt Orta Asya’dan Sibirya’ya, Çin’e, Hindistan’a ve Karadeniz üzerinden Balkanlar’a göç etmiş Türk kavimlerinin akıbeti maalesef böyle olmuştur. Oğuzlar Orta Asya’dan Anadolu’ya asırlarca sürmüş yolculuklarında birçok farklı kavimle temas etmesine, Arap ve Fars gibi baskın ve köklü kültürlerden etkilenmesine ve bu süreçte din değiştirerek Müslüman olmasına rağmen dillerini ve kültürlerini genel hatlarıyla korumayı başarmışlardır.
     
    Oğuzlar 10. Yüzyılın ortalarında Hazar gölü ile Aral gölü arasındaki geniş coğrafyaya yayılacak Oğuz Yabgu Devleti’ni kurmuşlardır. Seyhun Irmağı’nın ağzına yakın yerdeki Yeni-Kent, Oğuz Yabgu Devleti’nin başkentiydi ve devletin başında bulunan kişi “yabgu” unvanını kullanıyordu. 10. yy. sonlarına doğru devlet parçalanırken Oğuzların bir kısmı Hazar Gölü ve Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya ve Balkanlara göç etmiş ve zamanla Hristiyanlaşıp ve Slavlaşıp Türk kimliklerini kaybetmişlerdir. Diğer kısmı güneye inerek kitleler halinde İslam’a geçmiş ve Selçuklu devletini kurduktan sonra İran üzerinden ilerleyerek 13. yüzyılda Anadolu’yu her bakımdan bir Türk yurdu haline getirmiştir.
    24 Oğuz boyu ve tamgaları

    Oğuz: Bir Türk boyudur. Oğuzlar Türkmen’dirler. Bunlar yirmi iki bölüktür; her bölüğün ayrı bir belgesi ve hayvanlarına vurulan bir alameti vardır. Birbirlerini bu belgelerle tanırlar. Birincisi ve başları: Kınıklardır. Zamanımızın hakanları bunlardandır.”

    Dîvânu Lugâti’t-Türk (1072-1074)

    [1] “Türk” adının Çin kaynaklarındaki ilk görüntüsü, Ahmet Taşağıl
    [2] Töles Boylarının Stratejik Önemi (6. ve 7. yüzyıllar), Ahmet Taşağıl
    [3] Kanglı (Kao-Ch’e) Boyları Hakkında Bir Değerlendirme, Ahmet Taşağıl
    [4] Diyar-ı Rum’un (Roma Ülkesi=Anadolu) “Türkiye” Haline Gelmesinde Türk Kültürünün Rolü, Salih Koca

  • Hoş geldiniz!

    Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağları’na bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiçbir güç ve kuvvet asla bizi yenemez.