Kategori: Uncategorized

  • Diyar-ı Rum’dan Türkiye’ye II: Anadolu Selçuklu Devleti ve Haçlı Seferleri

    Diyar-ı Rum’dan Türkiye’ye II: Anadolu Selçuklu Devleti ve Haçlı Seferleri

    Haçlı tehlikesinin geçici de olsa bitmesiyle topraklarını genişletmeye başlayan Sultan Kılıç Arslan 1107 yılında Musul’u Büyük Selçuklu Devletinden almıştır ve burada Büyük Selçuklu hükümdarının adına okunan hutbeyi kendi adına okutmuştur. Bu Kutalmışoğulları ile Çağrı Bey’in soyundan devam etmiş Büyük Selçuklu hanedanı arasında Kutalmış Bey’den beri sürmekte olan aile içi çekişmenin bir diğer yansımasıdır. Bu hamlesiyle Büyük Selçuklu tahtı için adaylığını ilan eden Kılıç Arslan’a karşı Büyük Selçuklu devleti bir ordu göndermiş ve Habur Nehri yakınında gerçekleşen savaş sonucunda yenilen Kılıç Arslan atıyla kaçarken Habur Nehri’nde boğularak erken yaşta vefat etmiştir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin otoritesi zayıflamış, kısmen kurulmuş Türk siyasi birliği bozulmuş ve bu durum Anadolu Selçuklularının fetret devrine girmesine neden olmuştur. Sultan I. Kılıç Arslan’ın ölümü sonrası devlet saltanat kavgalarıyla bir süre meşgul olmuştur. Sultanın ölümü üzerine Musul emiri olarak görev yapan oğlu Şahinşah, Büyük Selçuklu Devleti tarafından yakalanıp İran’a esir olarak götürülmesine rağmen daha sonra Anadolu’ya gelip 1100 yılında tahta geçmiştir. Şahinşah’ın 6 senelik iktidarında devlet I. Haçlı seferi sonucu elden çıkmış Batı Anadolu topraklarını almak için mücadele etmiştir. 1106 yılında Kılıç Arslan’ın diğer oğlu Mesud Danişmentli desteğiyle Şahinşah’ı tahttan indirip yay kirişiyle boğdurtmuş ve tahta oturmuştur. Sultan Mesud kardeşi Melik Arap’la olan taht mücadelesini kazanmıştır fakat ilk Haçlı seferi devleti çok zayıflatmıştır ve Anadolu’da Danişmentliler’in üstünlüğü oluşmuştur. Sultan Mesud Anadolu’da Malatya ve Sivas gibi önemli şehirleri Danişmentliler’den almış ve Anadolu’daki Türk birliğini güçlendirmiştir. Urfa Haçlı Prensliğinin 1144’te Büyük Selçukluların Halep Atabeyi Nureddin Mahmud Zengi tarafından fethedilmesi Avrupa’da I. Haçlı seferinde kazanılan toprakları korumak için ikinci bir sefer düzenlenmesi fikrini oluşturmuştur. Alman ve Fransa kralları önderliğinde büyük bir ordu toplanmıştır. Sultan Mesud Türk ve Müslüman devletlerden yardım isteyerek asker desteği almış ve kale ve şehirleri tahkim ettirmiştir. 1147 yılında Alman Haçlı ordusu Anadolu’ya ulaşmış ve 1097 yılında babası I. Kılıç Arslan’ın Haçlı ordusuna yenildiği Dorylaion (Eskişehir) yakınlarında Sultan Mesud saldırıya geçmiştir. Selçuklular’ın yıpratma faaliyetleri sayesinde Anadolu topraklarında uzun bir süredir su ve yiyecek sıkıntısı çekerek yıpranmış Haçlı ordusu sayıca üstün olmasına büyük bir bozguna uğratılarak büyük bir kısmı imha edilmiştir. Aynı yıl Selçuklu ordusu Balıkesir ve İzmir üzerinden Denizli’ye giren ve Torosları aşmaya çalışan Fransız Haçlı ordusunu baskına uğratıp yenilgiye uğratmış ve sonrasında Haçlı ordusunu Anadolu’dan çıkana kadar takip edip kontrolde tutmuştur. Sultan Mesud Güneydoğu Anadolu’da Haçlı işgalinde bulunan birçok şehri fethetmiş ve bu girişimler bölgedeki diğer Türk ve Müslüman liderleri cesaretlendirmiş ve daha fazla şehrin Haçlılar’dan kurtarılmasına vesile olmuştur. Sultan Mesud tahta çıktığında, Türkiye Selçuklu Devleti’nin toprakları sadece Konya ve çevresini kapsıyordu. O dönemde Danişmentliler Anadolu’yu kontrol ediyordu ve I. Haçlı Seferi’yle Bizans, Batı Anadolu’da büyük bir tehdit olmuştu. Bu dönemde Haçlılarla ve diğer Türk devletleriyle bitmek bilmeyen mücadeleler sürekli olarak toprak kayıpları ve kazançlarına sebep olmuş, bu istikrarsızlık göçebe Türkmen kitlelerin yerleşik hayata geçiş süreçlerini yavaşlatmıştır. Sultan Mesud, doğuda ve batıda devletin sınırlarını genişletmiş ve II. Haçlı seferini püskürterek oğlu II. Kılıç Arslan’a güçlü bir orduya sahip, zengin ve etkili bir devlet bırakmıştır. Haçlı seferleri sonucu Orta Doğu ve Levant’a yerleşen Hristiyanlar sayesinde Doğu ve Batı ticareti gelişmiş ve bu iki dünya arasında köprü olan Anadolu’da ticaret artmıştır.
     
    Selçuklu tahtına 1155’te Sultan II. Kılıç Arslan geçmişti. II. Kılıçaslan döneminde Miryokefalon savaşı ve III. Haçlı Seferi gibi Anadolu Türk tarihi açısından iki çok önemli olay gerçekleşmiştir. 1176 yılında, Anadolu Selçuklu Devleti ve Bizans arasında Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Malazgirt Savaşı’yla birçok yönden paralellik taşıyan Miryokefalon Savaşı vuku bulmuştur. Dönemin Selçuklu sultanı II. Kılıç Arslan Anadolu’da Türk birliğini büyük ölçüde sağlamış ve tüm dikkatini Bizans’a çevirerek Bizans uçlarına yapılan merkezi otoriteye tamamen bağlı olmayan Türkmen akınlarını teşvik etmiştir. Bu sırada iki devlet arasında 1162 yılından beri devam eden bir barış antlaşması vardı ve bu antlaşmaya göre Sultan Bizans’a elindeki bazı bölgeleri vermeyi kabul etmişti. Bu şarta uyulmaması iki devlet arasında gerilimi arttırmış ve İmparator Türkleri Anadolu’dan kesin olarak çıkartmak için barış antlaşmasını bozarak büyük bir ordu toplayarak tüm gücüyle Selçukluların üstüne yürümüştür. Bu orduya karşı Türk tarihinin en önemli savunmalarından birisi yapılmış ve daha önce Haçlı seferlerinde uygulanan “düşmanı meydanda karşılamaktan kaçınıp küçük kuvvetlerle ve ani baskınlarla yıpratma” stratejisi uygulanarak Bizans ordusu dağlık bölgelere çekilmiştir. Bizans ordusu dar bir dağ geçidinden geçerken Türk ordusu tarafından pusuya düşürülmüştür. Yüksek yamaçlardan vadi içine büyük bir ok saldırısı sonrası Bizans ordusu bu dar vadi içerisinde sıkışıp kalmıştır ve kesin Türk zaferi sonrası Anadolu’daki Türk varlığı ve Bizans’ın Türkleri Anadolu’dan atma hayalleri sona ermiştir.
     
    II. Haçlı Seferinin başarısızlığı sonucu uzun bir süre yeni bir sefer düzenlenmemiştir ancak Kudüs’ün 1187’de Selahaddin Eyyubi tarafından fethi 1189’da yeni bir seferi tetiklemiştir. Sefere Alman imparatoru, Fransa Kralı ve İngiltere kralının bizzat katılması sebebiyle Kralların Haçlı Seferi ismi verilmiştir. Kutsal Roma Germen imparatoru Frederick Barbarossa ordusunu Anadolu üzerinden Levant’a geçirmek istemiştir. Dönemin sultanı II. Kılıçaslan, kalabalık Alman ordunun Anadolu topraklarından barış içerisinde geçme istediğini kabul etmiştir, ancak göçebe Türkmen kitleleri merkezi otoriteden bağımsız hareket ederek Haçlı ordusunu sürekli, hızlı ve kısa saldırılarla epey yıpratmışlardır ve bazı Selçuklu Melikleri Haçlı ordusuna saldırılar düzenlemiştir. Anlaşma şartlarına uyulmadığını düşünen Haçlılar başkent Konya’yı kuşatıp ele geçirmişlerdir. Hızlıca asıl hedef olan Levant’a ulaşmak isteyen Haçlılar bazı esirler almak şartıyla şehirden ayrılmışlardır. İmparator Göksu nehrinden geçerken atından düşerek boğularak ölmüştür ve bunun üzerine ordunun büyük bir kısmı Almanya’ya geri dönmüştür. III. Haçlı Seferi’yle Hristiyanlar yine Kudüs’ü alamamışlardır ve bu ilerdeki Haçlı Seferleri’nin ana motivasyonu olmaya devam edecektir.
     
    1202 yılında Kudüs’ün Eyyübiler’den geri alınması hedefiyle başlayan ve Latin Hristiyanların oluşturduğu IV. Haçlı Seferi amacından sapmış ve 1204 yılında o dönemde dünyanın en zengin ve ihtişamlı şehirlerinden birisi olan Konstantinopolis, Haçlı orduları tarafından işgal edilip yağlanmıştır. Venedik ve Bizans arasındaki ticari rekabetten dolayı bu seferin düzenlenmesinde önemli bir rol oynayan Venediklilerin yönlendirmesi ve Katolik dünyasının Ortodoks Bizans’la olan husumeti olayların bu noktaya gelmesine sebep olmuştur. Haçlılar şehre girdikten sonra büyük bir katliam yapmış, eşi benzeri bulunmayan antik Roma eserlerini çalmış ve yok etmişlerdir. Hristiyan dünyasının en ünlü kilisesi Ayasofya’ya büyük hasar vermişlerdir. Bu olay Katolik ve Ortodoks kiliselerinin tamamen birbirinden ayrılmasına sebep olmuştur. Türk devletleri bu bölünmüşlüğü asırlar boyunca lehlerine kullanmışlardır. Konstantinopolis’in ele geçirilmesinden sonra Latinler “Partitio terrarum imperii Romaniae (Doğu Roma İmparatorluğu’nun topraklarının paylaşımı) isimli bir antlaşma imzalayarak Konstantinopolis merkezli Latin İmparatorluğu’nu kurmuşlar ve Bizans topraklarını aralarında paylaşmışlardır, ancak bazı Bizans soylularının çabalarıyla İznik Krallığı ve Trabzon Rum İmparatorluğu kurulmuştur. Bu antlaşma 1261 yılında İznik’te bulunan Bizanslıların İstanbul’u Latinlerden geri alıp Bizans İmparatorluğunu tekrar kurmasına kadar yürürlükte kalmıştır, ancak 4. Haçlı Seferinden sonra Bizans bir daha asla eski gücüne ulaşamamış, Balkanlarda ve Anadolu’daki kontrolünü kaybetmiştir. Elbette bu Selçukluların ve daha sonra da Osmanlı Beyliği’nin çok işine gelecek ve özellikle Batı Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşması sürecini uzun vadede hızlandıracaktır [10].
    Fransız ressam Eugène Delacroix tarafından 1840 yılında çizilmiş “Haçlıların Konstantinopolis’e Girişi” isimli ünlü tablosu (Louvre müzesi)
    1220 yılında babası I. İzzeddin Keykavus’un vefatı üzerine tahta çıkan I. Alaeddin Keykubat döneminde, Anadolu Selçuklu devleti iktisadi ve siyasi olarak en parlak dönemini yasamıştır. Bu dönemde önemli fetihler yapılmış, diplomatik evliliklerle bölgedeki konum güçlendirilmiş, ticari yollara büyük hanlar yapılmış ve yollar iyileştirilerek ticaret geliştirilmiştir. Yaklaşan Moğol tehlikesine karşı büyük bir öngörüyle Konya, Kayseri ve Sivas gibi devletin önemli şehirlerinin surları sağlamlaştırılmış, Moğollarla ilişkiler iyi tutularak onları kışkırtmamaya özen gösterilmiş, Moğol elçileri hoş karşılanmış ve hatta bazı kaynaklara göre Sultan, Moğol hakanı Ögeday Han’a bağlılığını bildirmiştir. Harzemşahların Doğu Anadolu’yu tehdit etmeye başlaması üzerine 1230 yılında Erzincan yakınlarındaki Yassıçemen ovasında yapılan savaş Selçuklu zaferiyle sonuçlanmıştır. Türkmenlerin büyük sevgi ve saygısına mazhar olmuş Keykubat, Türkmenler tarafından “Ulu Hakan” olarak adlandırılmıştır. Alaeddin Keykubat, 1237 yılında elçilere verilen bir ziyafette yediği bir yediği bir kuş etinden zehirlenip öldürülmüştür. Kim tarafından öldürüldüğü kesin olmamakla birlikte büyük oğlu Gıyasettin Keyhüsrev veya emir Sadeddin Köpek tarafından öldürüldüğünü ifade eden kaynaklar vardır. Sultan Alaeddin Keykubat dönemi devlet en kudretli dönemini yaşarken, sultanın ölümü sonrası genç yaşta liyakat esaslarına ters olarak Sadeddin Köpek’in desteğiyle tahta çıkan II. Gıyasettin Keyhüsrev, Sadeddin Köpek’in tecrübeli devlet adamlarını teker teker devre dışı bırakması sonucu tam anlamıyla etki altına alınmıştır. Günden güne nüfuzu artan Sadeddin Köpek’in Selçuklu hanedanına mensup olduğunu ileri sürerek (bu iddiasıyla kendisinin gayrimeşru bir çocuk olarak dünyaya geldiğini kabul etmektedir) sultanı ortadan kaldırıp tahta geçmeyi planlayacak kadar kontrolden çıktığı kaynaklarda geçmektedir. Sadeddin Köpek 1238’de Sultan tarafından öldürülmüştür. Köpek dönemi değerli devlet adamlarının yönetimden uzaklaştırılması ve hatta öldürülmesi sonucu yönetimde zafiyetler oluşmuştur. Bu dönemdeki yanlış politikalar devlet ile Türkmenlerin arasının açılmasına sebep olmuştur ve tüm bunlar Babailer İsyanının zar zor bastırılmasına ve devamında devleti fiilen yıkan Kösedağ savaşının kaybedilmesine zemin hazırlayan etkenlerdendir.

    [10] Haçlı Seferleri’nin Türkiye Selçuklu Devleti Üzerine Genel Etkileri, İsmail Sipahi

  • Diyar-ı Rum’dan Türkiye’ye I: Anadolu Selçuklu Devleti ve Haçlı Seferleri

    Diyar-ı Rum’dan Türkiye’ye I: Anadolu Selçuklu Devleti ve Haçlı Seferleri

    Anadolu’nun Diyar-ı Rum’dan Türkiye’ye dönüşmesinde Türkiye Selçukluları aslan payına sahiptir. Anadolu’daki ilk Türk devletini kurarak Türk kültürünün yerleşmesini ve gelişmesini hızlandırmışlar ve birçok mimari eserle Anadolu’yu imar edip bayındır hale getirmişlerdir. Ticaretin yeniden canlanması sağlanarak şehirler ve kasabalar imar edilmiştir. Kuruluşlarından itibaren Anadolu’dan Türkleri atmak için düzenlenmiş büyük Haçlı Seferlerine ve Bizans’a karşı dimdik durarak büyük başarılar kazanan Selçuklular, Anadolu’daki Türklüğün ve Müslümanlığın en büyük koruyucusu olmuşlardır. Türk kültürünün ve İslam’ın, Anadolu’nun en uç bölgelerine kadar ulaştırılarak yayılmasına on ayak olmuşlardır. Türk-İslam kültüründe önemli yere sahip Mevlana Celaleddin Rumi (1207-1273), Hacı Bektaş Veli (1210-1271) ve Yunus Emre (1238-1320) Selçuklu devrinde Anadolu’da yasamışlardır.
     
    Daha önce de vurguladığımız gibi Malazgirt sonrası Bizans’ın Doğu’daki Türkmen baskısına direnci kalmamış ve yoğun Türk göçüne ek olarak Bizans’ın kendi içinde yasadığı karışıklıklar sayesinde Anadolu kısa süre içinde Türkmenlerle dolmuştu. Anadolu Selçuklu Devleti Sultanları yaptıkları fetihleri Ön ve Orta Asya’dan gelen bu Türkmen topluluklarını o bölgelere yerleştirerek pekiştirmiştir. Özellikle devletin batı sınırlarına yerleştirilen Türkmen boyları yoğun akınlarla Bizans’a rahat vermeyerek o bölgedeki Türk varlığının artmasını sağlamıştır. Çaresiz kalan Bizans’ın Türkleri Anadolu’dan söküp atmak için Avrupa’dan yardım istemesi Haçlı Seferleri’nin düzenlenmesinin ana sebeplerinden birisidir. İlk üç Haçlı seferi Anadolu’dan geçmiştir ve Anadolu’nun Türkleşmesine darbe vurmuş, Anadolu’yu sosyal, siyasi ve ekonomik olarak epey yıpratmıştır. 4. Haçlı Seferi asıl hedefinden saparak Konstantinopolis’in Latinler tarafından işgali ve yağmalanmasıyla sonuçlanmış ve direkt olarak Anadolu’yu etkilememiştir. Ancak bu sefer İznik ve Trabzon’da Rum devletlerinin kurulmasına sebep olmuş ve bu devletler Anadolu’nun tamamıyla Türk hakimiyetine girmesini geciktirmiştir. Örneğin, Trabzon ancak 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilebilmiştir. Bu yazıda sadece ilk dört Haçlı seferi değerlendirilecektir.
     
    Malazgirt zaferi sonrası Anadolu’nun fethi Sultan Alparslan tarafından hedef gösterilmiş, birçok Selçuklu ve Türkmen beyi Anadolu’nun farklı yerlerinde hızlı fütuhatlar başarmışlardır. Bunlardan birisi Selçuklu hanedanına mensup ve Türkmenler arasında sevilen ve sayılan Kutalmışoğlu Süleyman Şah’tır. Fetihler yapan diğer önemli Türk beylerinden bazıları şunlardır: Danişment Bey Tokat ve Malatya çevresini, Saltuk Bey Erzurum, Mengücek Bey Erzincan ve Artuk Bey Mardin çevrelerini fethetmiştir. Bu beyler fethettikleri bölgelerde adlarıyla anılacak beylikler kurmuşlardır. 1075 yılında Süleyman Şah Hristiyanların kutsal şehri İznik’i ve önemli bir diğer şehir olan İzmit’i fethedip Marmara kıyılarına kadar dayanmıştır ve 1077 yılında İznik merkezli Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurmuştur. Süleyman Şah yönünü doğuya çevirdiği dönemde Antakya’yı ele geçirdikten sonra Halep’i kuşatmıştır. Süleyman Şah’ın Suriye’yi tehdit eden bu genişleme isteği, onu Şam kentinin Selçuklu emiri olan ve Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın kardeşi olan Tutuş’la karşı karşıya getirmiş ve 1086 yılında Tutuş ve ünlü Selçuklu beyi Artuk Bey’le yaptığı savaşı ve hayatını kaybetmiştir. Melikşah’ın emriyle Süleyman Şah’ın eşi ve oğulları Kılıç Arslan ve Davut Kulan Arslan esir olarak Büyük Selçuklu sarayına getirtilmiştir. Bu nedenle Anadolu Selçuklu tahtı bir süre boş kalmıştır. Burada Anadolu ve Büyük Selçuklu hanedanları arasındaki gerilim ve çekişme açıkça görülmektedir. Sultan Melikşah’ın 1092’deki ölümü sonrası ortaya çıkan iç karışıklık ve taht kavgalarından yararlanan Kılıç Arslan Anadolu’ya kaçarak İznik’te tahta oturmuştur. I. Kılıç Arslan Anadolu siyasi birliğini sağlama planları yaparken Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos’un Avrupa’dan yardım istemesi I. Haçlı Seferini tetiklemiştir. İlk Haçlı ordusu 1096 yılında Anadolu’ya ulaşmıştır. Bu ordu kadınlar, yaşlılar ve çocukları dahi içeren çok kalabalık ve düzensiz bir ordu olup çoğunlukla asker olmayan insanlardan oluşmaktaydı. Selçuklu ordusu bu düzensiz orduyu mağlup edip kılıçtan geçirmiştir, ancak profesyonel, ağır zırhlı ve iyi teçhizatlı askerlerden oluşan ve ünlü şövalyelerin, kont ve dük seviyesinde soyluların liderlik ettiği ikinci bir ordu aynı sene içerisinde Selçuklu sınırlarına ulaşıp İznik’i kuşatmış, sultanın kuşatmayı yarma çabası başarısız olunca şehir Bizans’a teslim edilmiştir. Sayıca üstün ve iyi askerlerden oluşan bu ordunun bir meydan savaşında büyük kayıplar verdireceğini bilen Sultan, geri çekilerek Anadolu’da ilerleyen orduyu ufak çaplı saldırılarla yıpratmayı seçmiştir. İznik’in kaybedilmesi ve Haçlıların ilerlemesi Anadolu’da büyük panik yaratmış ve birçok Türkmen beyi Sultan’a destek vermiştir. Haçlıların yolu üzerindeki kasaba ve şehirler boşaltılarak ve su ve yiyecek kaynakları kullanılamaz hale getirilerek Hristiyan orduları epey yıpratılsa bile, Haçlılar ordularını terk edilmiş Konya üzerinden iki kola ayrılıp, Urfa ve Antakya gibi çok önemli iki şehri ele geçirip Urfa Prensliği ve Antakya Kontluğu’nu kurmuşlardır. Kudüs ele geçirilmiş ve 1187 yılında Selahaddin Eyyubi’nin şehri fethetmesine kadar Hristiyanların elinde kalmıştır. Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk ve devlete en parlak dönemini yaşatmış Sultan Melikşah’ın ölümleriyle sarsılan Büyük Selçuklu devleti kendi iç işleriyle meşgul olduğu için Haçlı Seferleri’ne karşı Anadolu Türklerine ciddi bir destek sağlayamamıştır. Beyliklerin birbirleri arasında çekişmeleri ve tek bir otorite olmaması da bu seferlerde zaaf oluşturmuştur. Urfa Prensliği ve Antakya Kontluğu Türk varlığına tehlike oluşturarak bu bölgelerin Türkleşmesi ve İslamlaşmasını yavaşlatmıştır. Kudüs’ün alınması Hristiyan dünyasında büyük bir coşku oluşturmuş ve bu başarıyı perçinlemek ve Urfa Kontluğu, Antakya Prensliği ve Kudüs Krallığı’na destek vermek için 1101 yılında bir sefer daha düzenlenmiştir. Bu sefer dahilinde 3 farklı Haçlı ordusu Anadolu’ya gelmiş ve üç ordu da Selçuklular ve Danişmentliler’in önderliğinde püskürtülmüştür. Bu zaferler Haçlılara Anadolu üzerinden Levant ve Kudüs yolunu kapatmıştır ve kurulan Haçlı devletlerinin desteklerini keserek zayıflamalarını ve bölgede kalıcı olmamalarını sağlamıştır. I. Haçlı seferi siyasi, sosyal ve iktisadi açıdan Anadolu’daki Türkleri derinden etkilemiştir. Bizans’ın ömrü uzamış ve Anadolu’daki Türk birliğinin kurulmasını ertelemiştir. 1071 yılından ilk Haçlı ordusunun geldiği 1097 yılına kadar hızlı bir şekilde Marmara ve Ege kıyılarına kadar ulasan Türk fütuhatları duraklamıştır ve Türkler iç bölgelere çekilmek zorunda kaldığı için Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşması darbe almıştır. Selçuklu Devleti’nin batı sınırı Eskişehir-Antalya hattına kadar gerilemiştir [10].
     
    Türkmenler, Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ederken, kültürel özelliklerini ve geleneklerini muhafaza ederek aynı yaşam biçimlerini burada da uzun bir dönem sürdürmüşlerdir. Onlar, yerleşik düzene geçmeyi reddederek, geldikleri topraklardaki gibi göçebe bir yaşam sürmeyi ve yağma ile akınlara devam etmeyi tercih etmişlerdir. Özellikle hayvanlarının ihtiyaç duyduğu otlaklar ve su kaynaklarına sahip kışlak ve yaylaklar bu yaşam biçiminin temelini oluşturmuştur. Anadolu’nun kullanılmayan geniş arazileri, Türkmenlerin serbestçe dolaşmalarına olanak tanımıştır. Bu sayede Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yayılan Türkmenler, gerçekleştirdikleri fetihler ve düzenledikleri baskınlarla yerleşik Bizans halkını sindirmişler ve Anadolu’yu Türkleştirmişlerdir. Anadolu’da Urfa Haçlı Kontluğu ve Antakya Prensliğinin kurulması ve Selçukluların topraklarının küçülmesi, Türkmenlerin Anadolu’da serbestçe hareket etme kabiliyetlerini sınırlamıştır. I. Haçlı seferinin önemli sonuçlarından biri de devletin daralan sınırlarının Türkmenleri yerleşik hayata geçmeye zorlamasıdır.
     
    Anadolu İpek yolu ve Akdeniz ticaret yolu üzerinde önemli bir role sahip olmasına rağmen daha önceki yazılarda da vurgulandığı gibi Bizans ve İslam devletleri arasındaki savaşlar sebebiyle harabe haldedir. Kasabalar ve şehirler ticari güvenliğin olmaması sebebiyle boşalmıştır. Her ne kadar Anadolu Selçukluları ticaretin gelişmesi için çabalasa da I. Haçlı Seferi ticareti olumsuz yönde etkilemiştir. Devlet Anadolu’nun içlerine hapsolduğu için Türkler deniz ticaretinden faydalanamamıştır. Haçlı orduları Levant’a giderken Anadolu’daki ticaret yollarından ilerlemiş ve bu güzergâhlarda yaptıkları yağmalarla yolları güvenlik sebebiyle kullanılamaz hale getirmiştir. Benzer sebeplerle devletin otorite kaybı Haçlı güzergâhında yasayan halkın yaşadıkları yeri terk etmelerine sebep olmuştur. Ayrıca Haçlı ordularını yiyeceksiz bırakıp yıpratmak için bağ, bahçe ve tarlalar yakılmış ve bu tarıma ve hayvancılığa büyük darbe vurmuştur.
    1101 yılında Anadolu’nun siyasi durumu ve Haçlı seferi

    [10] Haçlı Seferleri’nin Türkiye Selçuklu Devleti Üzerine Genel Etkileri, İsmail Sipahi

  • Açılan Kapılar: Pasinler ve Malazgirt Savaşları

    Açılan Kapılar: Pasinler ve Malazgirt Savaşları

    1048 yılında haneden üyeleri İbrahim Yinal ve Kutalmış Beylerin komutasındaki Selçuklu güçlerinin Gürcü Prensi komutasındaki Bizans ordusuna karşı kazandığı Pasinler Savaşı sonrası Anadolu’ya yapılan Türk akınları sıklaşmıştır. Bu akınlar sırasında Erzurum, Malatya, Sivas, Kars, Antakya, Konya, Kayseri ve Niksar gibi şehirler geçici olarak fethedilmiştir, ancak her baharda başlayan bu akınlar sonbaharın gelmesiyle Türklerin kışlakları olan Azerbaycan bölgesine dönmeleriyle sona ermiştir. Bu dönemde Bizans’ın askeri gücü Türklerin yerleşmeleri için hala bir engel olmuştur. 1064 yılında Bizans’ın doğu sınırı savunması için stratejik öneme sahip Ani’nin Sultan Alparslan tarafından fethedilmesi Anadolu’nun kapılarının kilidini Türklerin eline vermiştir. Türkler, obalar halinde, aileleri ve sürüleriyle Anadolu’ya yerleşmek için girmeye başladıklarında ise takvimler Bizans’ın askeri direncinin tamamıyla yok olduğu 1071 yılını göstermekteydi. 1068 yılında, bitmek bilmeyen Türkmen akınlarını kökten bir çözümle durdurmak isteyen Bizans devletinin askeri bürokrasisi, Roma tahtına yetenekli bir genç general olan ve kendini Balkanlar’da Peçenekler’e karşı ispat etmiş Romanos Diogenes’i oturtmuştur.
     
    Değinilmesi gereken bir diğer önemli nokta Selçuklu’nun Anadolu politikasının yarımadayı devletin topraklarına katmak veya Bizans imparatorluğunu sona erdirmek değil, Oğuz kitlelerine bir yurt bulma çabası olmasıdır. Sultan Tuğrul ve Alparslan döneminde Selçuklu Devleti’nin dikkati Ortadoğu ve Mısır’da olmuştur. Bağdat’ta bulunan Abbasi halifeliği ile çok iyi ilişkilere sahip ve Sünni Abbasi halifeliğine bağlı Selçuklu sultanları kendilerini İslam dünyasının kılıcı ve koruyucusu olarak görmüş ve Sünni İslam dünyasına büyük tehdit oluşturan ve Mısır’dan Suriye’ye geniş bir coğrafyayı kontrol eden Şii Fatımi halifeliğine karşı mücadele öncelik olmuştur [9]. Sultan Alparslan 1070 yılında Fatımilere karşı bir sefere çıkmıştır. Suriye’ye yürümeden önce, Alparslan Erciş’i ve Bizans’ın doğu savunmasında Ani kadar kilit rolde olan Malazgirt’i fethetmiştir ve Bizans’ın elindeki Urfa’yı kuşatmıştır. Bu gelişmeler Bizans’ta büyük bir paniğe sebep olmuş ve Diogenes’in girişimiyle bir barış teklifi yapılmıştır. Teklife olumlu yaklaşan Sultan, uzayan ve başarısız giden kuşatmayı kaldırarak Halep’e rotasını çevirmiştir. Halep’teki Fatımi yanlısı Emir’in teslim olmaya zorlandığı ve ordunun Mısır’a hareket için hazırlandığı sırada, Sultan Alparslan, Diogenes’in büyük bir orduyla Türkleri tamamen Anadolu’dan atmak hedefiyle Anadolu’nun içlerine kadar ilerlediği haberini almıştır. Diogenes Bizans’ın doğudaki son hudut şehri olan Erzurum’a ulaşmıştır. Ordusunun bir parçasını Ahlat’ı kontrol etmek için bölen imparator, Malazgirt’i tekrar ele geçirmek için yola çıkmıştır. Vaziyeti haber alan Alparslan, benzer şekilde ordusunun bir kısmını Ahlat’a destek için yollayıp imparatorun komutasındaki orduyu karşılamak için Malazgirt’e yönelmiştir. 22 Ağustos 1071’de Malazgirt kalesini kuşatan Bizans ordusu, 23 Ağustos’ta şehri savunan Selçuklu birliğinin teslim olmasıyla şehri tekrar ele geçirmiştir. Selçuklu ordusunun öncü kuvvetlerinin Malazgirt ovasına sızarak Bizans ordusunu sürekli meşgul tutması ve Alparslan’ın ordugâhını Malazgirt’i gören ama Malazgirt’ten görülmeyen stratejik bir noktaya konumlandırması sebebiyle Bizanslılar sultanın ordusunun gelişini fark etmemişlerdir. Bu zaafı değerlendiren Sultan, Malazgirt’e doğru ilerleyerek Malazgirt platosunun ortasında çevreye hâkim yükseklikteki bir konuma otağını kurmuştur. Kaynaklarda iki ordunun mevcutları çok fazla değişkenlik göstermekle birlikte, Bizans ordusunun sayısal olarak en az iki kat üstün olduğu kesindir. Bu sebeple, Sultan’ın barış girişimi İmparator tarafından reddedilmiş ve 26 Ağustos 1071 Cuma günü iki ordu Malazgirt ovasında karşı karşıya gelmişlerdir. Cuma sabahı Bizans ordusu taarruza geçmiş ancak kadim Türk savaş taktiği olan Turan taktiğini uygulayan Türk ordusunun sahte geri çekilmesiyle (ricat) yanılgıya düşmüştür. Selçuklu karşı taarruzu başlamış ve Bizans ordusunun sağ kanadı ve İmparator’un yönettiği merkezi çembere alınarak imha harbine başlanmıştır. Bizans ordusunun sol kanadı ve yedek birlikleri bu büyük bozgunun üzerine kaçmış ve savaş güneş batarken Selçuklu zaferiyle neticelenmiştir. Romanos Diogenes sağ olarak ele geçirilmiştir. Savaşta değinilmesi gereken önemli bir nokta da Bizans ordusunda paralı asker olarak görev yapan Türk Peçenekler ve Uzların savaş esnasında Türklerin tarafına geçmesidir. 1071 yılında günümüz Türkiye’sinin Muş ilinin Malazgirt ilçesinin güneydoğusundaki platoda Sultan Alparslan komutasındaki Selçuklu ordusunun Bizans imparatoru IV. Romanos Diogenes’e karşı kazandığı Malazgirt Savaşı Anadolu’nun kapılarını tamamıyla Türklere açmıştır. 1176 yılında Anadolu Selçuklularının Miryokefalon’da Bizans’a karşı kazandığı zafer Malazgirt’ten beri Anadolu’da gerçekleşmiş Türk kazanımlarını kalıcı hale getirmiştir. Askeri direnci yok olan Bizans, Türklerin Diyar-ı Rum’u (Roma Ülkesi) 3-4 asır gibi kısa bir süre içerisinde baştan aşağı bir Türk yurduna yani Türkiye’ye dönüştürmesine engel olamamış, aciz bir şekilde tarihin akışını seyretmek mecburiyetinde kalmıştır, ta ki 1453 yılının bir Mayıs günü, 21 yaşında bir Türk sultanının çağ kapatıp çağ açan, İslam peygamberi Hz. Muhammed tarafından müjdelenmiş o kutlu fethine kadar…
    Malazgirt Savaşı’nı temsil eden bir resim (Çift başlı kartal Selçuklu devlet simgesidir)
    Malazgirt zaferi sonrası Sultan Alparslan Selçuklu ve Türkmen beylerine Anadolu’nun fethi emrini vermiştir. Anadolu’ya akın akın gelen Türkmen kitlelerinin Anadolu’ya coğrafi girişleri Erzurum platosundan olmuştur. Bu kitlelerin karşısında Anadolu’nun nüfus olarak az yoğunlukta olduğu bilinmektedir. Asya ve Avrupa arasında stratejik bir köprü olan Anadolu’nun tarih boyunca büyük göç hareketleri ve savaşların merkezinde olması bu seyrek nüfusun en önemli sebebidir. Yüzyıllar boyunca baştan sona farklı ordular ve farklı insan grupları tarafından tepelenmiş, yakılmış ve yağmalanmış bu coğrafya adete bir harabe haline gelmişti. Bizans ve Sasanilerin yüzyıllarca süren mücadelesi sebebiyle sık sık İran orduları tarafından yağmalanan Anadolu’da köy ve kasaba hayatı büyük darbe almış, ancak surlarla çevrili olan şehirler ayakta kalabilmiştir. Daha sonraları Sasaniler’i yıkan Abbasi ve Emevilerin Bizans’a karşı yaptığı cihad akınları daha fazla köy ve kasabanın boşalmasına ve nüfusun savunması kolay şehirlerde toplanmasına zemin hazırlamıştır. Günümüzde Anadolu’da isimlerinde ören yeri, viran ve höyük gibi ifadeler geçen harabelerin birçoğu Türkler Anadolu’ya gelmeden önce bu hale gelmiş yapılardır. Ayrıca, Bizans’ın o dönemde diğer sınırlarında Normanlar, Macarlar ve Peçenekler gibi farklı odaklarla mücadele etmek zorunda olması, devletin tüm dikkatini Anadolu’ya verememesine sebep olmuştur. Dolayısıyla, karşılarına direnebilecek bir askeri güç de çıkmadığı için kısa süre içerisinde Türkler Doğu Anadolu’dan Orta Anadolu’ya kadar nüfuz etmişlerdir ve süratli bir şekilde Anadolu’yu doldurmuşlardır. 1081 yılına geldiğimizde, Türk boylarını Anadolu platosunun birçok noktasında, konar-göçer yaşam tarzları için uygun otlaklara hakim olarak görmekteyiz.
     
    Anadolu Selçuklu Devleti ve Malazgirt’te Sultan Alparslan’la beraber cenk etmiş Selçuklu ve Türkmen beylerinin kurduğu ilk Türk beylikleri olan Danişmentli, Saltuklu, Artuklu ve Mengücekli beyliklerinin siyasi hakimiyetiyle Anadolu’nun orta ve doğu kısımları tamamen Türk hakimiyetine geçmiştir. Türklerin hızlı ilerleyişi karşısında çaresiz kalan Ortodoks Bizans’ın, Katolik dünyasının lideri Papalıktan yardım istemesi Bizans’ın ne kadar çaresiz olduğunu göstermektedir.

    “Türk fetih harekatı sonucunda Anadolu bir Türk vatanı haline gelmeye başlamıştır. Bunun başlıca sebebi, Türk fetihleriyle göç hareketlerinin birlikte yapılmış olması ve Türklerin Anadolu’da arka arkaya siyasi teşekküller meydana getirmeleridir.”

    Türklerin kitlesel halde Anadolu’ya girdiği zamanlarda Anadolu’da Bizans tebaası bulunmaktaydı. Bunlar Rum, Ermeni, Gürcü ve Süryani gibi etnik kökenlere sahipti. Bazı tarihçiler (!) Anadolu’da Türkler gelmeden önce Kürtlerin bulunduğunu iddia etse de bu tezi destekleyecek sağlam kaynaklar yoktur. Ayrıca, o dönemde Anadolu’da bulunan Bizans tebaasına mensup toplulukların tamamı Hristiyan dinine mensuptular ve aksi zaten mümkün değildi. Bu nedenle, Hristiyan olmayan Kürtlerin bu coğrafyada bulunmalarını destekleyen argümanlar zayıf kalmaktadır. Ek olarak, Kürtlerin İrani bir kavim olduğu ve günümüzde İran’da bulunan Zagros dağlarında tarih sahnesine çıktıkları gerçeğini de unutmamak gerekir. Elbette ki, Bizans döneminde Doğu Anadolu bölgesinde ufak tefek Kürt toplulukları olmadığını kesin olarak söyleyebilmek mümkün değildir ancak Kürtlerin kalabalık şekilde Anadolu’ya yerleşmeleri, Türklerin Anadolu’yu fethiyle ve buna izin vermeleriyle mümkün olabilmiştir.

    “Anadolu Batı’da 11. asırdan buyana “Türkiye” diye bilinir. Bu ismin ilk kullanılışına Türklerin 1071’deki Malazgirt Savaşı’nın ardından bölgeye kalabalık gruplar halinde yerleşmelerinden hemen sonra, 1085’te tesadüf edilir. Eski asırlarda çizilen bütün haritalarda, yazılan tarih kitaplarında, batılıların kaleme aldıkları seyahatnamelerde ve bu topraklarla alakalı olarak yazılanların tamamında devletin ismi “Türkiye”, bulunduğu topraklar da “Anadolu” diye geçer.” [5]

    [5] https://www.haberTürk.com/yazarlar/murat-bardakci/1031863-bilen-bilmeyen-herkes-konusuyor-osmanli-devletinin-resmi-adi-devlet-i-aliyyedir

    [6] Anadolu’nun Fethini Kolaylaştıran Faktörler, Nilay Ağırnaslı

    [7] Kösedağ savaşı ve tarihin akışına etkisi, İbrahim Koca

    [8] Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesi, Mustafa Kafalı

    [9] Türklere Anadolu’nun Kapılarını Açan Savaş: Malazgirt, Adnan Çevik

  • Kilit: Büyük Selçuklu Devleti

    Kilit: Büyük Selçuklu Devleti

    Selçuklular Oğuzların 24 boyundan birisi olan Kınık boyunun bir koluna mensupturlar. Anadolu’nun Türkleşmesindeki aslan pay pek tabi ki Büyük Selçuklu İmparatorluğundadır. Selçuklu devletine ismini veren şahsiyet olan Selçuk Bey’in, Oğuz Yabgu devletinde Subaşı (ordu komutanı) olduğu düşünülmektedir. Babası Dukak Bey hakkında çok fazla bilgi olmamakla beraber, onun da devlette önemli ve itibarlı bir konumda olduğu düşünülmektedir. Selçuk beyin önderliğinde bir grup Türkmen, Oğuz Yabgu devletinden koparak Cend bölgesine gelmişlerdir. Cend Yabgu devletine bağlı İslami bir uç şehriydi. Selçuk bey gücünü korumak ve siyasi varlığını bağımsız bir şekilde sürdürmek için Cend’te İslamiyet’i kabul etmiştir ve İslamiyet’i kabul ettikten sonra cihat amacıyla gayrimüslim Türklere karşı akınlara başlamıştır. Oğuzlar Müslüman olduktan sonra Türkmen olarak anılmaya başlanmıştır. Selçuk Subaşı’nın en büyük oğlu olan Arslan Yabgu, babasının ölümü sonrası ailenin lideri konumuna geçmiştir. Arslan Yabgu’nun Gazneli esaretindeyken vefat etmesi sonucu Selçuk Subaşı’nın erken yaşta ölen oğlu Mikail’in oğulları olan Tuğrul ve Çağrı beyler Selçukluların liderliğini almıştır.
    Büyük Selçuklu Hanedanı Soy Ağacı
    Tuğrul ve Çağrı beyler, amcaları Musa Yabgu ve Yusuf İnal’la birlikte Selçukluları önce Maveraünnehir bölgesine getirmişlerdir. Maveraünnehir Orta Asya’da, Ceyhun (Amu Derya) ve Seyhun (Siri Derya) nehirleri arasında kalan bölgedir. Arapça kökenli bu ismin Türkçesi nehrin ötesi/ardı demektir. O dönemde siyasi olarak çok karışık olan bu bölgede tutunamayan Selçuklular, Sultan Mesud’tan izin almadan Gazneliler hakimiyeti altında bulunan Horasan bölgesine girmişlerdir. Selçuklulara bağlı göçebe Türkmen toplulukları ile yerleşik İran halkı arasında sorunlar baş göstermiştir. Bu sorunlar büyümüş ve Gaznelilerin Selçuklular üstüne ordu göndermesiyle zirveye ulaşmıştır. 1040 yılının mayıs ayında Gazneliler ile Selçuklular arasında vuku bulan ve Selçukluların galibiyet ile sona eren Dandanakan Muhaberesi (Dandanakan Hisarı önlerinde) sonrasında Gazneliler devleti yıkılış sürecine girmiş, Horasan’daki şehirler birer birer Selçukluların eline geçmiş ve Selçuklu devleti Tuğrul ve Çağrı beyler tarafından Nişabur şehri merkezli olmak üzere resmen kurulmuştur. Burada ilginç bir anekdot 1040 yılının uzun yıllar boyunca Kara Harp Okulu’nun kuruluş tarihi olarak kabul edilmesidir. Daha sonra bu değiştirilerek günümüzde de hala geçerli olan 1834 yılı esas alınmıştır.
    Geçmişten günümüze Harbiye logoları (En soldaki logodaki 1040 yılı)
    1040 yılı aynı zamanda Türk Tarihçiliğinde farklı bir bakış açısının da temelini oluşturur. Bu bakış açısı Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’ni tek bir devlet olarak kabul eder ve bu devleti Batı Türk devleti veya Türkiye olarak adlandırıp 1040 yılını kuruluş tarihi, Horasan’ı da kuruluş yeri olarak kabul eder. Bu düzlemde, Büyük Selçuklu Devleti’nin güç kaybetmesi sonucu Selçukluların Anadolu kolu Türkiye’yi yönetmeye başlamıştır. Anadolu Selçuklularının dağılması sonrası Osmanoğulları Türkiye’nin idaresine talip olmuştur ve Osmanlı’nın dağılmasıyla Türkiye rejimini değiştirmiştir.

    “Türk tarihinde aslında sadece iki devlet vardır: Doğu ve Batı Türk Devletleri… Doğu Türk Devleti Göktürkler’den başlar, Timur, Babür, Altınordu ve diğerleri ile devam eder. Batı’ya doğru ilerleyen Türkler de gittikleri yerlerde kendi devletlerini kurmuşlardır, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları ile Türkiye Cumhuriyeti de Batı Türk Devletleri’dir.” [5]

    11. yüzyıl Türk tarihinin en mühim dönüm noktalarından birisine şahitlik etmiştir. 1040 yılından itibaren Selçuklular teşkilatlanmaya başlamış ve tam bir devlet düzenine geçmişlerdir.  Selçuklu devleti teşkilatlanıp hakimiyetini arttırırken Müslüman olan Oğuzlar kitlesel göçlerle Seyhun (Siri Derya) ve Maveraünnehir’den batıya, İran sahasına gelmeye başlamışlardır. 24 Oğuz boyunun hepsinden obaların oluşturduğu bu kitlesel Türkmen göçü, adete sel olup Horasan’a akmıştır. Yerleşik devlet düzeni içerisinde kendi töre ve düzenleri dışında yaşamak istemeyen göçebe Oğuz topluluklarının yerleşik halkta büyük tedirginlik yaşatması ve İran’daki yaylaların yetersiz olması nedeniyle Selçuklu devleti, bu toplulukları devletin uç boylarında tutmak istemiştir [6].
     
    Selçukluların Türk-İslam sentezi çerçevesinde Gazneliler’in devlet sistemi, müesseseleri ve uygulamalarını büyük oranda miras alarak devam ettirmeleri Türkmenlerle aralarında anlaşmazlıklara sebep olmuştur. Örneğin, Selçuk Bey’den beri Türkmen atlılarından oluşan ordunun Gazneliler’de uygulanan gulâm (köle, devşirme, daha sonraları Osmanlılarda Kapıkulu veya Yeniçeri sistemi) sistemine geçmesi ve Türkmenlerin orduda ikinci plana itilmesi önemli bir örnektir. İran’daki yerleşik halkın Türk olmaması neticesinde devlet kademelerinde İranlılar daha fazla görülmeye başlanmıştır. Bu gelişmeler sonucunda zamanla Selçuklu devletindeki Fars etkisi giderek artmış, devletteki ve ordudaki önemli kapılar Türkmenlere kapatılmıştır. Türkmenler, Selçuklu beylerinden ziyade, kendi aile büyüklerine ve boy beylerine daha fazla bağlılık göstermekteydiler, bu da Selçuklu hükümdarları için bir tehdit unsuru oluşturuyordu. Öte yandan, Gulamlar çocuk yaşta sarayda yetiştirildiği için hükümdara mutlak itaat ve bağlılık gösteren bir yapıya sahiptiler. Bu durum, Selçuklu sultanlarının istediği itaatkar insan tipini oluşturuyordu. Bu strateji, Selçuklu hükümdarlarının iktidarlarını sağlamlaştırmak ve gelecekteki tehditleri önlemek için Türkmenleri tasfiye etmelerine ve yerli halkı iktidara dahil etmelerine yol açmıştır [7]. Bu olaylar, Cend’teki zamanlardan beri Selçuklu beylerinin peşinde Harezm, Maveraünnehir ve Horasan’da çok büyük sıkıntılar ve eziyetlerden geçmiş ve devletin kuruluşunda çok büyük emekleri olan Türkmenlerde devlete karşı ciddi bir kırgınlık ve merkezi iradeye karşı bir tavır yaratmıştır. Türkmenler bir yandan Selçuklu taht kavgalarında iktidara karşı harekete geçen muhaliflere destek olurken bir yandan da İslam memleketlerinde karışıklıklar yaratıyorlardı. Bu nedenlerle, Selçuklu sultanları soydaşlarını ya Horasan’ın doğusunda tutmaya ya da yeni bir hedef göstererek Azerbaycan yoluyla Bizans üzerine yani Anadolu’ya yönlendirmeye çalışmışlardır. Bu büyük Türkmen kitlelerine yerleşik Selçuklu toprakları dışında bir yurt bulmak ve Hristiyan Bizans’ı yıpratarak Anadolu’nun gelecekteki gaza fethini kolaylaştırmak amaçlanmıştır. Bu yüzyılı iyi anlamak için Anadolu’ya yapılan ilk Selçuklu akınlarına da değinmek gerekir. Selçuklular beraberindeki Oğuz topluluklarıyla Cend’ten Maveraünnehir’e bir yurt bulmak ümidiyle geldiklerinde kendilerini çok karışık bir coğrafyada bulmuşlardır. Güneyde Gazneliler ve yine Doğu’daki Karluk/ Karahanlı baskısı sonucu bu bölgede sıkışmışlardır. Bunun sonucunda Tuğrul Bey Maveraünnehir’de kalırken, Çağrı Bey Anadolu’nun yurt tutmak için uygunluğunu tespit etmek ülküsüyle 1018-1021 yılları arasında 3000 kişilik Oğuz süvarisiyle [8] Anadolu’da bir keşif harekatı yapmıştır. Dönemin Anadolu’su verimli ovaları, su kaynakları, otlakları, meraları ve kışlak olarak yaşanmaya uygun platolarıyla göçebe Oğuzlar için uygun bir bölgeydi. 1040 yılından itibaren Selçukluların teşkilatlanmasıyla artık bir devlete sahip olan Türkmenlerin Anadolu’ya ve Azerbaycan’a yapılan akınları sistematik bir hale bürünmüştür. Selçuklular, göçebe Oğuzlara bir yurt arayışını devlet politikası haline getirmiştir. İşte bizim deli dolu Türklerin Anadolu macerası tam da burada başlamıştır.

    “Çağrı Bey’in bu geniş ölçüdeki harekâtının, umumiyetle bozkır kavimlerinde görüldüğü üzere ileride işgal edilecek memleketleri yakından görmek, iklim ve hayat şartlarını, ahalisinin durumunu tetkik etmek gibi bir nevi keşif maksadı gütmüş olması itibarıyla ehemmiyeti büyüktür” [8]

    [5] https://www.haberTürk.com/yazarlar/murat-bardakci/1031863-bilen-bilmeyen-herkes-konusuyor-osmanli-devletinin-resmi-adi-devlet-i-aliyyedir

    [6] Anadolu’nun Fethini Kolaylaştıran Faktörler, Nilay Ağırnaslı

    [7] Kösedağ savaşı ve tarihin akışına etkisi, İbrahim Koca

    [8] Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesi, Mustafa Kafalı

  • Osmanlı ve Türklük

    Bu yazıda, son yıllarda sıkça gündeme getirilen “Osmanlı İmparatorluğu Türk kimliğini taşımıyordu” veya “Osmanlı devlet yapısı Türk unsurları ikincil konuma itiyordu ya da aşağılıyordu” gibi temelsiz iddiaları çürüteceğiz. Çağdaş Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en önemli sorunlardan biri, tarihin sürekli olarak güncel siyasi gündemler doğrultusunda yorumlanması ve değerlendirilmesidir. Olaylara genellikle siyah-beyaz veya kutuplaştırıcı bir bakış açısıyla yaklaşıldığı için, sadece Osmanlı dönemi değil, Türk tarihinin diğer evreleri de objektif değerlendirilememektedir. Bu bağlamda göz önünde bulundurulması gereken en kritik nokta, Osmanlı döneminin Fransız Devrimi sonrasında gelişen millet, milliyetçilik veya ulus-devlet gibi modern kavramsal çerçeveler ışığında değerlendirilmemesi gerektiğidir. Osmanlı, bir orta çağ imparatorluğudur ve bu bağlam içerisinde ele alınmalıdır.

    Bu Türk azdur deyü etme bahâne (Türk azdır diye bahane bulma)

    Odun bir şu’lesi besdür cihâne (Bir kıvılcım dünyayı yakmaya yeter)

    Suzi Çelebi (15. yy Osmanlı şairi), Gazavatname

    “Osmanlı” terimi, imparatorluğun son dönemleri dışında bir milleti işaret etmemiş, temelde hanedan ismini ifade etmiştir. Selçuklular, Babürlüler veya Safeviler örneğinde olduğu gibi, hanedan soyu devlete adını vermiştir, ancak “Osmanlı Devleti” hiçbir zaman devletin resmi adı olmamıştır. Devletin resmi ismi “Devlet-i Aliyye”, yani “Büyük Devlet”tir. Bununla birlikte, 11. yüzyılın sonlarından itibaren Anadolu coğrafyası tarihi kaynaklarda “Türkiye” olarak adlandırılmış ve bu isimlendirme Osmanlı hakimiyeti döneminde de kullanılmaya devam etmiştir. Batılı kaynaklar devleti genellikle “Türk İmparatorluğu” veya “Türkiye”, Osmanlı sultanlarını da “Türk sultanı” veya “Türk imparatoru” olarak tanımlamıştır. Osmanlı Hanedanı’nın resmi soy kütüğünü, tarihte birçok devletin yaptığı gibi Halifelere veya Cengiz Han’a değil, doğrudan Oğuz Han’a dayandırması, devletin Türk kimliğine atfettiği önemi açıkça göstermektedir. Şehzade Cem’in oğluna “Oğuz Han” ve II. Bayezid’in oğluna “Korkud” adını vermesi, bunun somut örneklerindendir. Aşıkpaşazade gibi erken dönem Osmanlı tarihçilerinin yazdığı kroniklere bakıldığında, Osmanlıların Orta Asya kökenlerinin ve Türk kimliklerinin fazlasıyla bilincinde oldukları görülmektedir. Osmanlı tarihçiliğinde Türklerin övüldüğü çok sayıda örnek bulunmaktadır:

    Tarihçi Aşıkpaşazâde, Süleyman Paşa’yı anlatırken “Devri zaman Türk’ün oldu” demektedir. Hoca Sadeddin, eserinde Osmanlı fetihlerini anlatırken “Türk yiğitleri”, “Zaferleri gölge edinmiş Türk askerleri” gibi ifadelerle Osmanlı ordusunu över. Tarihçi Mehmed Neşrî, eserinde I. Murad’ın Sırp Kralı’nın kendisini savaşa davet ettiğinde hiddetlenerek, “İnşallah ona Türk erliğin gösterem” sözüyle padişahın Türklük’ten gurur duyduğunu ifade eder. Gazavât-ı Sultan Murad isimli eserde ise “Türk askerinin savaşçılığı karşısında, daha önce Türklere karşı ileri geri konuşan kâfirlerin dayanamayıp nasıl kaçtıkları” vurgulanır. Tâcizâde Cafer Çelebi, Fatih dönemindeki Osmanlı askerlerini “Muzaffer Türk ordusu” olarak anar [2].

    Osmanlı sultanlarının Türk kimliğine verdikleri öneme Sultan II. Abdülhamid örneği üzerinden ışık tutulabilir. Türkoloji biliminin kurucularından kabul edilen Wilhelm Radloff, bu alandaki katkıları ve özellikle Orhun yazıtları üzerine gerçekleştirdiği araştırmalar nedeniyle Sultan Abdülhamid tarafından Mecidiye Nişanı ile onurlandırılmıştır. Radloff, 1895 yılında Orhun yazıtlarının çevirisini tamamlayarak ilk kez yayımlayan öncü bilim insanıdır. Bir diğer tanınmış Macar Türkolog Arminius Vambery de Sultan tarafından desteklenmiştir. Vambery, 1878 yılında Türkoloji biliminin en erken eserlerinden biri olan “Türk-Tatar Dillerinin Etimoloji Sözlüğü”nü yayımlamış, Kutadgu Bilig’in bir bölümünü bilim dünyasına tanıtmış ve “Türk” kelimesinin anlamını ilk kez bilimsel metodoloji ile açıklayan araştırmacı olmuştur [5]. Ayrıca Sultan II. Abdülhamid, Macaristan’ın başkenti Peşte’de düzenlenen Turan Kongresi’ne resmi bir heyet göndermiş ve bu heyet, Türkmenlerle Türkler arasındaki bağların etnik ve dilsel ortaklık temelinde güçlendirilmesi yönünde Pan-Turanist çalışmalarda bulunmuştur. Heyetin başkanlığını yürüten Şeyh Süleyman Efendi, bu hizmetleri karşılığında Mecidiye Nişanı ile ödüllendirilmiş ve daha sonra ilk Çağatayca-Osmanlıca sözlüğünü hazırlamıştır [4].

    Osmanlı Türklerin hakim olduğu bir imparatorluktur. Orduda Türklük hakimdir. Yönetici sınıf Türk eğitimi almıştır. Kançılaryanın dili Türkçedir. Milletler arasında Türk dili hakimdir. Harp teknikleri Rönesans kadar Asyai Türk tekniklerine de dayanır. İdarede de temel aktör Türklerdir. İmparatorluğu kuran ve yöneten bir Türk aşiretidir [6].

    Osmanlı hanedanının Oğuz kökenli olduğu bir gerçek olmakla birlikte, spesifik olarak Kayı boyuna mensubiyeti akademik tartışmaların konusu olmuştur. Ancak özellikle son yirmi yılda yayımlanan bilimsel çalışmalar, hanedanın Kayı boyuna bağlı bir Türkmen aşireti olduğu tezini güçlü şekilde desteklemektedir. Hanedanın Kayı boyu bağlantısına dair ilk akademik araştırmalar, Türk tarihçiliğinin önde gelen isimlerinden Fuad Köprülü tarafından gerçekleştirilmiştir. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin kuruluş coğrafyasında bulunan çok sayıda yerleşim yerinin “Kayı” ismini taşıdığını belgelemiştir. Hanedanın Kayı boyundan geldiğine dair çağdaş kanıtlardan biri, Osman Gazi döneminde bastırılan ve üzerinde gerilmiş bir yayı temsil eden “Ѵ” harfi şeklinde tasarlanmış damga bulunan sikkelerdir. Bu numismatik bulgular, Osmanlıların Kayı boyuna mensubiyetlerinin kurucu Osman Gazi ve ilk beş hükümdar tarafından bilindiğini göstermektedir. Osmanlı sultanlarının çeşitli Oğuz-nâme nüshalarından alınan Kayı damgalarını resmi sikkelere işletmeleri, Kayı-Oğuz kimliğinin devlet tarafından resmen vurgulandığını kesin biçimde ortaya koymaktadır [1].

    Figür 1: Kuruluş dönemi sikkelerinde Kayı boyu damgaları [1]

    Devlet mekanizması incelendiğinde, imparatorluğun temel unsurunu Türklerin oluşturduğu açıkça görülmektedir. Sadrazamlar, Reisülküttaplar ve Başdefterdarlar gibi üst düzey idari pozisyonların çoğunlukla etnik Türkler tarafından doldurulduğu tarihsel kayıtlarla sabittir. Ordu ve saray çevrelerinde Türkçe her zaman iletişim dili olarak kullanılmış ve resmi devlet yazışmaları Türkçe olarak gerçekleştirilmiştir. II. Murad saltanatı gibi dönemlerde yürütülen yoğun tercüme faaliyetleri neticesinde Türk dili önemli ölçüde zenginleşmiştir. Mahkemelerinde Arapçanın kullanıldığı diğer İslam devletlerinin aksine, Osmanlı’da adli dil olarak Türkçe benimsenmiştir. Ulema sınıfı da büyük oranda Türklerden oluşmuştur. Türkiye’nin ilk anayasası olarak kabul edilen ve 23 Aralık 1876 tarihinde yürürlüğe giren Kanun-i Esasi’de devletin resmi dilinin Türkçe olarak tescil edilmesi, devletin Türk diline atfettiği önemin açık bir göstergesidir.

    Tebaai Osmaniyenin hidematı devlette istihdam olunmak için devletin lisanı resmisi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır. (Kanun-ı Esasi 18. Madde)

    Figür 2: Osmanlı devlet adamlarının etnik dağılımları [3]

    “Algılaması güç Türk” anlamına gelen ve Osmanlı döneminde kullanılan “Etrâk-ı bî-idrak” ifadesi, günümüzde yaygın bir yanlış anlaşılmaya yol açmıştır. Bu ifade, etnik Türk kimliğine yönelik genel bir aşağılama olmayıp, sosyolojik bağlamda değerlendirilmesi gereken bir kavramdır. Söz konusu tabir, devlet otoritesini tanımayan, yerleşik hayata geçmeyi ve vergi yükümlülüklerini reddeden göçebe Türkmen topluluklarına yönelik kullanılmıştır. Osmanlı idari literatüründe “Etrâk-ı bî-idrak” benzeri aşağılayıcı nitelendirmeler, Arnavut, Arap ve Kürt gibi diğer etnik gruplar için de mevcuttur. Göçebe Arap toplulukları için “Arab-ı bed-fial” (kötü davranışlı Arap), “Arab-ı bed-rey” (kötü düşünceli Arap), “Arab-ı Şekavet-şiar” (eşkıyalığı alışkanlık haline getirmiş Arap) gibi benzer ifadelere rastlanmaktadır [2]. Bu bağlamda unutulmaması gereken husus, aşiret veya konfederasyon gibi göçebe organizasyonlarla istikrarlı ve sürdürülebilir bir devlet düzeni kurmanın güçlüğüdür. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu, kendinden önceki Türk devletlerine kıyasla çok daha merkeziyetçi bir idari yapı geliştirmiştir. Osmanlı’nın bu merkezileşmiş yönetim anlayışı, devletin altı asır boyunca varlığını sürdürmesini sağlayan temel faktörlerden biridir. Türkmen aşiretlerinin desteğiyle İran’da hakimiyeti ele geçiren Safevi Devleti, bu aşiretler üzerinde Osmanlı kadar güçlü bir merkezi kontrol kuramamış, bu nedenle Osmanlı kadar uzun ömürlü olamamıştır. Benzer şekilde, Türkmen aşiret konfederasyonları temelinde örgütlenen Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletleri de kısa süreli siyasi oluşumlar olarak tarih sahnesinde yer almıştır.

    Cumhuriyet döneminde birçok kurumun Osmanlı’dan devralınıp sürdürülmesi, yapılan devrimlerin başarısına önemli katkı sağlamıştır. Günümüzde “Osmanlı Türkleri ezdi” şeklinde yorumlar yapan kesimler, savundukları cumhuriyet rejiminin başarısının bir bölümünü bu devlet anlayışına borçludur. Ele alınması gereken bir diğer iddia ise Osmanlı’nın Anadolu’ya yatırım yapmadığı ve önem vermediği yönündeki değerlendirmelerdir. Bu konuda vurgulanması gereken en önemli nokta, vatan sınırlarını bugünkü Anadolu merkezli Türkiye coğrafyasına göre değerlendirmeme gerekliliğidir. Türkler, Balkanlar’daki tarihi anavatanlarını kaybetmiştir. Üsküp Kütahya’dan, Filibe Kayseri’den, Selanik Konya’dan daha önce Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Trabzon 1461’de Türk toprağı olduğunda, Osmanlı sınırları çoktan Macaristan içlerine ve Adriyatik kıyılarına ulaşmıştı. Bu tarihsel bağlamda, Osmanlı döneminde Rumeli ve Anadolu arasında idari ve stratejik açıdan önemli bir ayrım bulunmamaktaydı. Devletin temel felsefesi Türk töresini ve İslam’ı dünyaya yayarak “nizam-ı âlem” düzenini tesis etmek olduğundan, Balkan topraklarına yönelik stratejik odaklanma son derece doğaldı. Gaza politikası, Osmanlı için temel itici güç olmuştur. Anadolu, 1071 Malazgirt zaferinden sonra hızlı bir Türkleşme ve İslamlaşma sürecine girmiştir. Selçuklu ve Beylikler döneminde hanlar, hamamlar, camiler, medreseler ve kervansaraylarla imar edilmiş; güvenli ticaret yolları oluşturularak Bizans döneminde büyük ölçüde tahrip olmuş Anadolu, Türkler tarafından yeniden canlandırılmıştır. Halihazırda ihya edilmiş Anadolu’yu Osmanlı da benzer şekilde geliştirmiştir. Osmanlı hakimiyetinde Anadolu’da Manisa ve Amasya gibi önemli şehirler gelişmiştir. Orta Çağ devletlerinin kapasiteleri ve dönemin teknolojik sınırlılıkları göz önüne alındığında, daha fazla yatırım beklemek gerçekçi olmayacaktır. Anadolu’nun dağlık coğrafi yapısı ticaret olanaklarını kısıtlamış, Rumeli’nin verimli toprakları ise ekonomisi büyük oranda tarıma dayalı Osmanlı için Balkanları daha stratejik hale getirmiştir. Unutulmamalıdır ki, Anadolu, Çukurova ve benzeri birkaç bölge dışında tarımsal üretim açısından sınırlı verimliliğe sahiptir. Dolayısıyla, Osmanlı’nın bu politikasının etnik bir temeli olmayıp, tamamen siyasi ve ekonomik nedenlere dayandığı anlaşılmaktadır. Modern dönemlere gelindiğinde ise, Anadolu’nun her yerinde açılan rüştiyeler (ortaokullar), devletin Anadolu’ya karşı olumsuz bir tutumunun olmadığını göstermektedir. Aksine, 1900’lerin başında opera binası bulunan Trabzon’da günümüzde opera binasının olmaması, yapılan eleştirilerin haksızlığını ortaya koymaktadır. Ali Orhun’un derlediği Anadolu’daki Osmanlı eserlerinden 1000 örnek, “Osmanlı Anadolu’ya bir çivi bile çakmadı” gibi temelsiz iddiaları tamamen çürütmektedir [7]. Niğde örneği üzerinden Osmanlı’nın Anadolu’ya katkısını aşağıdaki örnekte görebiliriz:

    Figür 3: Niğde’deki tarihi yapıların hakim devlete göre sınıflandırılması [3]

    Görüldüğü üzere, Osmanlı Devleti her yönüyle bir Türk devleti özelliği taşımakta olup, Türk tebaasına karşı iddia edildiği gibi olumsuz bir tutum sergilememiştir. Devlet, tarihi süreç içerisinde Türk kimliğini hiçbir zaman yitirmemiştir. Türk milletinin yeniden küresel ölçekte etkin bir konuma yükselmesi, tarihiyle olan ihtilaflarını sonlandırıp tarihsel mirasını bütünüyle benimsemesiyle mümkün olacaktır.

    Kaynakça

    [1] Osmanlı “Kayı” Menşeinin Yeni Tarihî ve Nümizmatik Kanıtları, Hakan Yılmaz

    [2] Osmanlı Türklüğüyle iftihar ederdi, Erhan Afyoncu

    [3] Osmanlıda Türk ve Türklük Bilinci: İftiralara Cevaplar, Göktuğ Gürbüz

    [4] Şeyh Süleyman Efendi ve “Lugat-i Çağatay ve Türkî-i Osmânî”ye tanık olarak katkıları, Sevda Kaman

    [5] Sultan II. Abdülhamit’in Sarayında Bir Oryantalist Arminius Vambery ve Türkiye’deki Reformlarla İlgili Verdiği Bir Konferans, Bülent Atalay

    [6] Türklerin Tarihi 2: Anadolu’nun Bozkırlarından Avrupa’nın İçlerine, İlber Ortaylı

    [7] Anadolu’da 1000 Osmanlı Eseri, Ali Orhun

  • Türk Güncesi 101: Türk Modernleşmesi, Ulus-Devlet, Türkçülük ve Kemalizm

    Giriş

    Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılına girdiği bu süreçte, post-modern dünya düzeninin yeniden şekillendiği konjonktürde ülkenin uluslararası arenadaki konumunu güçlendirmesi ve etkisini artırması için kapsamlı yeni siyasi paradigmaların geliştirilmesi elzem görünmektedir. Bu bağlamda, 19. yüzyıldan itibaren başlayan, cumhuriyetin tesisiyle hız kazanan ve ulus-devlet yapılanması çerçevesinde Kemalist devrimlerle doruk noktasına ulaşan Türk modernleşme ve Batılılaşma sürecinin derinlemesine analiz edilmesi ve doğru biçimde kavranması hayati önem taşımaktadır. Bu çalışma, Cumhuriyet’in Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde eğitim, ulaşım, sağlık ve iktisat gibi muhtelif alanlarda gerçekleştirdiği yapısal dönüşümlerden ziyade, Tanzimat Fermanı ile resmî bir zemine oturan Türk Batılılaşma hareketini inceleyecek ve bir asır sonra dahi toplumun geniş kesimleri tarafından yeterince idrak edilememiş olan ulus-devlet konsepti ile cumhuriyetin tesis ettiği yeni Türk kimliği tanımını ele alacaktır.

    Türk Modernleşmesi ve Türkçülük

    Türk Batılılaşma sürecinin ilk sistematik aşaması olan Tanzimat Fermanı 1839 yılında resmen ilan edilmesine karşın, Osmanlı devlet bürokrasisi on yedinci yüzyıldan itibaren imparatorluğun yapısal sorunlarını teşhis etmeye başlamıştır. Peş peşe gelen askeri hezimetler, evvelce Batı’yı diplomatik temsilci dahi göndermeyecek derecede tahkir eden Osmanlı İmparatorluğu’nun özgüvenini ciddi biçimde zedelemiştir. 1699 senesinde imzalanan Karlofça Antlaşması, Osmanlı tarihinde Avrupa’da ilk defa kayda değer miktarda toprak kaybıyla sonuçlanmış; 1718’deki Pasarofça Antlaşması ise Orta Avrupa’daki Osmanlı hegemonyasının büyük ölçüde nihayete ermesine sebebiyet vermiştir. Bu antlaşma, 1730’da vuku bulan Patrona Halil İsyanına değin sürecek olan Lale Devri’nin başlangıcını olmuştur. Bu gelişme, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönelimini belirgin şekilde Batı’ya çevirdiğinin göstergesi olarak değerlendirilebilir. Söz konusu devirde tatbik edilen reformlar yüzeysel kalmış; devlet mekanizmasındaki değişimler sınırlı bir çerçevede başlatılmış ve ekseriyetle askeri modernizasyon boyutuyla sınırlı kalmıştır. Orta Avrupa’daki büyük kayıplara rağmen, 1783 yılında Kırım’ın Rus İmparatorluğu tarafından ilhakı, Türk tarihinde kritik bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu ile asırlardır çok yakın ilişkiler tesis etmiş olan Türk ve Müslüman Kırım Hanlığının elden çıkması, demografik yapısı itibariyle ağırlıklı olarak gayri-Müslim nüfusa sahip Avrupa topraklarının kaybına nazaran çok daha derin bir travma yaratmıştır. Türk-İslam âleminde kolektif travmaya yol açan bu hadise, aynı zamanda Karadeniz’deki Türk üstünlüğünün sona ermesini de beraberinde getirmiştir. Bu olayla birlikte modernleşme hamleleri daha da hız kazanacaktır.

    III. Selim’in saltanatı (1789-1807) döneminde, Batılılaşma perspektifiyle ilk sistematik ıslahat girişimleri hayata geçirilmiştir. Bu süreçte, tamamen Batı modelini esas alan Nizam-ı Cedit ordusunun kuruluşu ve Avrupa’nın stratejik merkezlerinde daimi diplomatik temsilciliklerin açılması gibi önemli adımlar atılmıştır. III. Selim’in başlattığı bu reform hareketi, kendisinden sonra tahta çıkan II. Mahmut ile Tanzimat dönemindeki daha kapsamlı değişimlerin zeminini oluşturmuştur. Batılılaşma süreci, II. Mahmut, Abdülmecid, Abdülaziz ve II. Abdülhamid dönemlerinde sürdürülmüştür. II. Mahmud’un saltanatı esnasında, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve Avrupa tarzı pantolon ile fesin gündelik kıyafete entegrasyonu gibi köklü kurumsal ve sosyolojik değişimler gerçekleştirilmiştir. Sultan Abdülmecid devrinde, 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı, Türk modernleşme sürecinde bir paradigma dönüşümünü simgelemektedir. Bu belge, önceki reformları kurumsal bir çerçeveye oturtarak hukuk, idare ve vatandaşlık hakları alanlarında prensipler tesis etmiştir. Tanzimat Fermanı’nın gayrimüslim tebaa tarafından eşitlik bakımından yetersiz addedilmesi ve Batı devletlerinin diplomatik baskısı neticesinde Islahat Fermanı (1856) ilan edilmiştir. Bu ferman ile Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün tebaası eşit hukuki statüye sahip vatandaşlar olarak kabul edilmiştir. İlerleyen yıllarda, anayasal monarşi talepleri yoğunlaşırken, II. Abdülhamid, Kanun-i Esasi’yi yürürlüğe koyma vaadi ile tahta çıkarılmıştır. 1876 yılında I. Meşrutiyet’in ilanı ile Osmanlı Devleti, anayasal monarşi rejimine geçiş yapmış ve ilk anayasası olan Kanun-i Esasi tatbik edilmeye başlanmıştır. Bu periyotta modernleşme ivme kazanmış, bilhassa Tıbbiye ve Harbiye gibi yüksek eğitim kurumlarında kayda değer ilerlemeler kaydedilmiştir. Sultan II. Abdülhamid döneminde, ilk kez alaylı olmayan, sistemli eğitim görmüş kurmay subaylar yetiştirilmiştir. Bu modern eğitim kurumlarından mezun olan askeri kadrolar, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde kurucu kadronun ekseriyetini teşkil edecektir.

    1789 Fransız Devrimi’nin ardından milliyetçilik ideolojisi küresel ölçekte güç kazanarak, çok uluslu yapıdaki Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecini hızlandırmıştır. On dokuzuncu yüzyıl boyunca Osmanlı bürokratik eliti ve entelektüel zümresi, devletin içinde bulunduğu buhranı aşmak amacıyla muhtelif çözüm paradigmaları geliştirmeye çalışmış, bu süreçte Tanzimat, Meşruti Monarşi ve anayasal yönetim gibi konseptler Osmanlı-Türk siyasi düşüncesine entegre edilmiştir. Bu tarihsel bağlamda Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi ideolojik akımlar belirginleşmiştir. Batıcılığın ilk somut tezahürleri, diasporadaki “Osmanlı Gazetesi” ve “İçtihat Dergisi” etrafında toplanmış Sultan II. Abdülhamid muhalifi entelektüeller tarafından ortaya konmuştur. İleride İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne dönüşecek olan İttihâd-ı Osmânî Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer alan beş Tıbbiyeliden biri olan Abdullah Cevdet, bu gazete ve derginin kurucularındandır. Jön Türk hareketinin savunuculuğunu yaptığı Osmanlıcılık ideolojisi, Tanzimat döneminden I. Balkan Savaşı’na (1912) değin bürokrasi tarafından benimsenen hâkim paradigma olmuştur. Sultan II. Mahmud’un “Ben tebaamın Müslüman’ını camide, Hristiyan’ını kilisede, Musevi’sini havrada fark ederim, aralarında başka bir fark yoktur” vurgusunda beliren yaklaşım, bu ideolojik perspektifi net biçimde yansıtmaktadır. Balkan Savaşları’ndaki askeri yenilgilerin akabinde, çok uluslu yapıyı tek bir siyasi şemsiye altında birleştirme ideali olan Osmanlıcılık fikri iflas etmiştir. İmparatorluğun kurucu ve temel unsuru olan Türkler ise, bu devlet yapısı içerisinde ulus-devlet konseptine sarılan son etnik grup olarak tarih sahnesinde yerini almıştır. Türkçülük ideolojisi, yirminci yüzyılın başlarında yaygınlık kazanmış; 1913 Bâb-ı Âli Baskını neticesinde siyasi iktidarı tamamıyla eline geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, Türkçülüğü resmi ideolojik çerçeve olarak benimsemiştir. Bu dönemde Türk Derneği (1911) ve Türk Ocakları (1912) gibi kurumların teşekkülüyle, Türkçülük fikrinin toplumsal tabana nüfuz etmesi amaçlanmıştır. Türkçülük genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde de temel devlet politikası olarak tezahür etmiştir.

    “Bu toprakların modernleşme serüveni geleneksel bir imparatorluk yapısının hızlı çözülme sürecinde, acil siyasi reçete üretmek biçiminde bir tarihsel emrivaki olarak yaşandı” [3].

    Türk milliyetçiliğine ilişkin ilk sistematik düşünceler, Yusuf Akçura ve İsmail Gaspıralı gibi Rusya kökenli Türk entelektüelleri tarafından ortaya atılmıştır. İsmail Gaspıralı’nın 1883 senesinde neşretmeye başladığı Tercüman gazetesi, Türk milliyetçiliğinin ideolojik temellerinin atıldığı etkili bir platform olmuştur. Gaspıralı, “Dilde, İşte, Fikirde Birlik” prensibiyle Türk Dil Birliği fikrini savunmuş ve lingua franca olarak İstanbul Türkçesini teklif etmiştir. Yusuf Akçura’nın 1904’te kaleme aldığı 32 sayfalık “Üç Tarz-ı Siyaset” isimli eseri, Türk milliyetçiliğinin ilk manifestosudur. Akçura, İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük paradigmalarını tahlil ederek, Türkçülük ideolojisinin Osmanlı Devleti’nin bekası için en uygun strateji olduğu neticesine varmıştır. Akçura, “Türklük” makalesi, Türk Yurdu dergisinde yayımlanan pek çok yazısı ve “Türkçülüğün Tarihi” adlı eseriyle çalışmalarını sürdürmüştür [4]. Bu tarihsel süreçte Türkçülük ideolojisi, tutarlı bir milli kültür inşa etme doğrultusunda, dil ve edebi alanda da belirgin olmaya başlamıştır. 1910-1912 seneleri arasında Selanik’te yayımlanan Genç Kalemler dergisi, Milli Edebiyat akımının öncü organı olarak dilde sadeleşme hareketini savunmuş ve “Yeni Lisan” hareketini başlatmıştır. Bu entelektüel hareketin önde gelen simalarından Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul ve Ziya Gökalp gibi isimler, Türk düşünce tarihinde önemli bir yerdedirler. Ziya Gökalp’in 1913-14 yıllarında yazı dizisi formunda neşredip sonrasında kitaplaştırdığı “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” isimli eseri, Türk milliyetçiliğinde önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Bu eserde üç büyük fikri akımı tartışan Gökalp, İttihat ve Terakki dönemi Türkçülük ideolojisinin teorik zeminini tesis etmiştir. Gökalp’in 1923 yılında yayımladığı “Türkçülüğün Esasları” isimli eserinde, Türk milliyetçiliği ilk defa kapsamlı ve sistematik bir öğreti olarak ele alınmıştır. Gökalp, bu eserinde Türk milliyetçiliğini lengüistik, dini, ahlaki, felsefi ve hukuki boyutlarıyla ele almış, bu ideolojiyi sadece politik bir olgu olarak değil, bütüncül bir hayat tarzı olarak değerlendirmiştir. Bu eser, erken cumhuriyet dönemindeki Türkçülük hareketi ve ulus-devlet inşa sürecinin teorik temelini oluşturmuştur. Bu bağlamda, birinci nesil Türkçülük düşüncesini iki kategoriye tasnif etmek mümkündür: Ziya Gökalp’in öncüsü olduğu anlayış, dil, coğrafya, din ve kültürel ortaklığa dayalı, etnisiteden bağımsız homojen bir ulus formasyonu önerirken; Yusuf Akçura’nın temsil ettiği Rusya Türklerinin Türkçülük perspektifi, global ölçekte tüm Türk unsurlarını kapsayıcı, siyasi ve etnik vurgusu daha belirgin bir yaklaşım arz etmektedir.

    “Millet ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Millet, dilce, dince, ahlakça ve güzellikçe müşterek olan, aynı terbiyeyi almış fertlerin oluşturduğu bir topluluktur. Bütün bunlar harsı (kültür) oluşturduğu için takip edilecek milliyetçilik; Harsi Türkçülüktür.” – Ziya Gökalp’in millet ve Türkçülük tanımı

    Cumhuriyet ve Yeni Ulus-Devlet

    Avrupa’nın Coğrafi Keşifler vasıtasıyla ekonomik zenginliğe erişmesi ve bu refahın sonucu olarak Reform ve Aydınlanma Çağı ile küresel lider konumuna yükselmesi, sömürgeci (emperyalist) zihniyetin gelişimini beraberinde getirmiştir. Avrupalı devletler, kendi medeniyet modellerinin insanlık tarihinin ulaşabileceği en üst nokta olduğuna dair Avrupa-merkezci söylemi geliştirmiş; bu söylem, sömürülen toplumlarda da kabul görmüştür. Bu toplumlar, “sömürgeciler gibi olabilirsek ancak içinde bulunduğumuz geri kalmış durumdan kurtulabiliriz” düşüncesine kapılmışlardır. Avrupa’nın kültürel emperyalizmi, yerel kültürleri yok etmiş; Batılılaşma ve Aydınlanma düşüncesi bütüncül bir program olarak dayatılmış; bu da gelişmekte olan toplumların seçici bir modernleşme stratejisi izlemesini imkânsız kılmıştır. Türkiye’nin batılılaşma serüveninde en başından itibaren karşılaşılan temel soru “Nasıl Batılılaşacağız?” olmuştur. 1923 yılına gelindiğinde ülke, işgalden kurtarılmış ve cumhuriyet rejimi tesis edilmiş olmasına rağmen, Mustafa Kemal’in ifadesiyle, “asıl mücadele şimdi başlamaktadır”. Mustafa Kemal’in liderliğindeki yenilikçi kurucu kadrolar, Türkiye’nin refaha kavuşmasının tek yolunun Batılı galip devletlerle aynı yerde olmaktan geçtiğini değerlendirmiş; bu doğrultuda, mevcut sınırlar içerisindeki toplumun, köklü değişimler ve devrimler vasıtasıyla bir Batı toplumuna dönüştürülmesi gerekliliğini savunmuşlardır. Bu noktada, cumhuriyet kadrolarının büyük çoğunluğunun eski İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) mensubu olduğunu ve İTC’nin askeri-bürokratik kanadının, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Batı modelinde reform girişimleri içerisinde bulunduğunu hatırlamak önemlidir. Osmanlı dönemindeki daha muhafazakâr modernleşme hamlelerine kıyasla, cumhuriyet modernleşmesi daha radikal bir nitelik taşımış; salt siyasal değişimlerle sınırlı kalmayıp, kapsamlı bir kültürel dönüşümü de hedeflemiştir.

    “Kemalizm hegemoniktir çünkü oluşturduğu bürokratik militarist tahakküm geleneği bir devlet geleneğine ve devlet-toplum-siyaset ilişkilerini düzenleyen ana zemine dönüşmüştür” [3]

    Bu tarihsel süreçte, dönemin hakim paradigmaları olan Türkçülük ve Batılılaşma idealleri arasında belirgin bir çelişki ortaya çıkmıştır. Türkçülük, özünde Türk örf, adet ve geleneklerini muhafaza etme refleksine sahipken, Batılılaşma hedefi tüm Doğulu (Şarklı) unsurlardan arınmayı gerektirmiştir. Bu çelişki, dönemin entelektüel çevrelerinde derin bir düşünsel paradoks ve kriz yaratmıştır. Bu açmazı çözmek için “Türklüğün yeniden tanımlanması” kavramı temel bir çözüm stratejisi olarak geliştirilmiştir. Türk milli kimliği, ulus-devlet yapılanması çerçevesinde yeniden formüle edilecek; Türklük, bilindik anlamından farklı yeni bir kavramsal çerçeveye oturtulacaktır. Bu bağlamda Türk ulusal kimliği, Anadolu’yu merkeze alan ve bu coğrafyayı idealize eden bir vurguyla yeniden tanımlanmıştır. Cumhuriyet öncesi dönemde parça parça uygulanan reformlar yetersiz addedilmiş; “yeni bir toplumsal yapı” inşası amacıyla radikal bir kültürel ve sosyal dönüşüm programı uygulamaya konulmuştur. Batılılaşma sürecinde yeni bir ulusal kimlik oluşturularak, kültürel emperyalizmin Türk kültürel mirasını tamamen tasfiye etmesinin önüne geçilmesi hedeflenmiştir. Bütün alanlarda kapsamlı bir Batılılaşma programı vasıtasıyla, Türklerin Avrupalı bir millet olduğu tezinin uluslararası platformda kabulü amaçlanmıştır. Bu stratejiye göre, Türkler Avrupalı bir ulus olarak kabul görürse, dış tehditlerden korunacak, global ölçekte tanınacak ve nihayetinde sosyo-ekonomik refaha erişecektir. 1920’ler ve 1930’lar Kemalizm’inin tüm uygulamaları, bu düşünsel zemin doğrultusunda şekillenmiştir. Bu süreçte Batı kurumlarının ve kültürel formlarının doğrudan adaptasyonu, muhtemelen Batı medeniyetinin başarı faktörlerinin yeterince analiz edilememesi (ve belki de böyle bir analiz için zamanın kısıtlı olması) veya Batı ile yeterli düzeyde entelektüel etkileşimin sağlanamaması nedeniyle gerçekleşmiştir. Devrimler, zaman baskısı altında hızla uygulamaya konulmuş; halkın bu köklü dönüşümleri benimsemesini teşvik etmek amacıyla “Devr-i Sabık” (Eski Rejim) söylemi geliştirilerek, Cumhuriyet öncesi Türk tarihi adeta distopik bir anlatıya dönüştürülmüştür. Bu devrimleri destekleyecek yeterli entelektüel ve idari kadroların bulunmaması, hızlı uygulanan reformların çeşitli yapısal sorunları beraberinde getirmesine yol açmıştır. Cumhuriyetin en temel hedeflerinden biri olan, devrimleri sürdürecek yeni nesillerin yetiştirilmesi amacının tam anlamıyla gerçekleştirilememesi, Atatürk’ün vefatı sonrasında cumhuriyet rejiminin kazandığı ivmenin yavaşlamasına neden olmuştur. Cumhuriyetin 10. yıldönümünde, 29 Ekim 1933 tarihinde Milliyet gazetesinde yayımlanan aşağıdaki esim, dönemin ideolojik perspektifini ve yeni Türk kimliği tanımını sembolize etmektedir. Bu görselde, başında Grek tarzı bir miğfer taşıyan yeni Türk askeri, ayakları altında Osmanlı tuğrası ve geleneksel Türk sarığını çiğner şekilde resmedilmiştir:

    Figür 1: 29 Ekim 1933 yılında Milliyet gazetesinde yayımlanmış Türk neferi resmi

    II. Abdülhamid saltanatı esnasında vuku bulan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi), devleti derinden sarsmış ve imparatorluğun çözülme sürecini hızlandırmıştır. Rus ordularının İstanbul yakınlarına kadar ilerlemesi, milli onuru zedelemiş ve dönemin siyasi-bürokratik eliti ile entelektüel çevrelerini “Bu krizden nasıl çıkılacağı” sorunsalıyla karşı karşıya bırakmıştır. Bu tarihsel bağlamda, imparatorluğun dağılışını önlemek amacıyla üç temel ideolojik akım belirginleşmiştir: Türkçülük, İslamcılık ve Osmanlıcılık. Balkan Savaşları neticesinde Osmanlı’nın Balkan topraklarının büyük kısmını kaybetmesi, Osmanlıcılık fikrinin pratik geçerliliğini yitirmesine yol açmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında ilan edilen cihat çağrısına beklenen desteğin gelmemesi ve Arap coğrafyasının imparatorluktan kopması, İslamcılık ideolojisinin de etkinliğini kaybetmesine neden olmuştur. Mevcut sınırlarda Türk nüfusun demografik çoğunluğu ve Yusuf Akçura gibi Rusya kökenli Türk entelektüellerinin entelektüel katkıları, Türkçülük akımının devletin resmi ideolojik çerçevesi olarak benimsenmesinde belirleyici olmuştur. Esasen, dönemin konjonktürel şartları, Türkçülük paradigmasının adaptasyonunu adeta zaruri kılmıştır.

    Erken Cumhuriyet dönemindeki ulus-devlet inşa süreci ve Batılılaşma hamleleri, büyük oranda geç Osmanlı döneminin entelektüel birikiminden beslenmiştir. İçtihad dergisi etrafında konsolide olan Batıcı entelektüel çevre, cumhuriyetin kurucu kadroları içinde bulundan radikal progresif fraksiyonun bir tezahürüdür. Kılıçzade Hakkı gibi düşünürler, Latin alfabesinin kabulü, kıyafet reformu, geleneksel medrese eğitiminin sonlandırılması ve hutbelerin Türkçe okunması gibi, sonradan cumhuriyet döneminde uygulamaya konulacak modernleşme hamlelerini önceden formüle etmişlerdir. Türk ulusal kimliğinin inşa sürecinde, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin teorisyeni Türkçü Ziya Gökalp’ın düşünsel etkisi belirgin olmuştur. Gökalp’i “cumhuriyetin ruhani lideri” olarak nitelendirmek abartılı bir tespit olmayacaktır. II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Türkçülük akımının tesiri artarken, Gökalp’in değerlendirmesine göre, bu dönemde bilimsel düşünce ile ulusal kimlik inşasının birleşimini amaçlayan girişimler hayata geçirilmiştir [2]. Kemalizm, dönemin tarihsel koşullarında Türkçülüğün, Türk milliyetçiliğinin devlet ideolojisi çerçevesinde yeniden yorumlanmış halidir. Kemalist milliyetçilik anlayışı, dilsel ve kültürel boyutlarda Türk kimliğini merkeze almış; Kürt, Çerkez gibi Türk olmayan Müslüman unsurları, Gökalp’in millet tanımıyla uyumlu biçimde Türk ulusal kimliğine entegre etmeye çalışarak, homojen ve etno-seküler bir toplumsal yapı tesis etmeyi hedeflemiştir. Mustafa Kemal’in “Millet, dil, kültür ve mefkûre (ülkü) birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasî ve içtimaî (toplumsal) heyettir” şeklindeki tanımı, cumhuriyet rejiminin millet kavramını etnik köken yerine kültürel bir zemine oturttuğunu göstermektedir.

    “Biz doğrudan doğruya millet severiz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur. Biz, esasen milli mevcudiyetin temelini milli şuurda ve milli birlikte görmekteyiz. Türk milliyetçiliği, Türk topluluğunun seciyelerin, başlı başına bağımsız kimliğini kendine özgü tutmaktır ” (Nutuk, 15-20 Ekim 1927)

    Kemalizm, pozitivizm temelinde akılcılığa dayalı bir modernleşme projesi, Jön Türk hareketinden etkilenerek parlamenter anayasal bir yönetim modeli, Fransız Devrimi’nin etkisiyle şekillenen laik/seküler bir toplumsal yapı ve II. Meşrutiyet dönemindeki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tesiriyle halkçı bir program hedeflemiştir [1]. Kemalizm’in ulus-devlet inşa süreci ve modernleşme idealleri bağlamında, İhsan Fazlıoğlu’nun “Maddi vatanın kurtuluşu için manevi vatandan feragat” şeklinde ifade ettiği bir şekilde, Türk kültüründeki Doğu (Şark) ile ilişkilendirilen unsurlar sistematik bir dönüşüme tabi tutulmuştur. Müzik, giyim-kuşam, yazı sistemi, mimari, ölçü sistemleri ve tarih yazımı gibi neredeyse her alanda Batı kopya edilmiştir. Bu bağlamda, klasik Türk makam müziği, monofonik (tek sesli) yapısı gerekçesiyle “bozuk Bizans müziği” olarak nitelendirilip yasaklanmış; yeni polifonik (çok sesli) Türk müziği inşa edilmeye çalışılarak, Batı müziğinin kökeninin esasen bu yeni Türk müziği olduğu tezi ileri sürülmüştür. Türk Tarih Tezi çerçevesinde, Türklerin Asya menşeli veya Doğulu bir millet olmadığı kanıtlanmaya çalışılmış; Osmanlı ve Selçuklu gibi İslam sonrası Türk tarihi geri plana itilerek, Türklerin tarihsel kökenleri Sümer, Hitit, Frigya ve İyon gibi kadim medeniyetlerle ilişkilendirilmiştir. Bu şekilde, Türklerin Avrupa halklarından daha kadim ve köklü bir tarihsel mirasa sahip olduğu vurgulanmak istenmiştir. Bu kadim kültürlerin Türk menşeli olduğu iddiasıyla Anadolu coğrafyası tarihsel ve kültürel olarak idealize edilmiş; Antik Mısır ve Yunan medeniyetlerine benzer şekilde özgün bir Türk antikitesi inşa edilmeye çalışılmıştır. Bu amaçla özellikle Proto-Türk tarihsel dönemine yoğunlaşılmış; tarihsel verilerin sınırlı olduğu ve çeşitli yorumlara açık bu alanda, Bozkurt gibi arkaik Türk sembollerinden istifade edilerek bu yeni kurgulanan antik Türk kimliği ve kültürü desteklenmiştir. Erken Cumhuriyet döneminde, ulus-devlet yapılanmasının konsolidasyonu sürecinde ulusal bayramlar, semboller, müzik formları, heykeller ve anıtlar gibi çeşitli kültürel ve sanatsal simgeler yoğun biçimde kullanılmıştır.

    1920’li yıllarda ulus-devlet inşa sürecinde eğitim alanına özel önem atfedilmiş; milli eğitim müfredatında çeşitli revizyonlar gerçekleştirilmiştir, ancak bu değişiklikler henüz kapsamlı bir dönüşüm niteliği taşımamıştır. Örneğin, lise tarih müfredatına Oğuz Türkleri ve Anadolu’daki Türk varlığı konuları entegre edilmiş; “Türkiye Tarihi” adı altında Orta Asya Türk topluluklarından Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan bütüncül bir tarihsel anlatı oluşturulmaya başlanmıştır [2]. Bu süreçte Kurtuluş Savaşı döneminin tarih eğitimindeki ağırlığı artmıştır. Türk Tarih Tezi, ulus-devlet oluşumu sürecinin anlaşılmasında anahtar bir perspektif sunmaktadır. 1930’lu yıllarda Kemalist öğreti, ülke içindeki muhalif unsurların sistematik olarak etkisizleştirilmesi ve tek parti yönetiminin kurumsallaşmasıyla paralel bir dönüşüm geçirmiştir. Bu transformasyon, özellikle kültür politikalarında belirginleşmektedir. Bu dönemde ulus-devlet yapılanması bağlamında yeniden formüle edilen Türk kimliği tanımı, 1920’li yıllara kıyasla daha radikal kültürel ve düşünsel dönüşümlerle desteklenmiştir. Bu dönüşümlerin en kapsamlısı ve Türk ulus-devlet inşasının temel unsurlarından biri olan Türk Tarih Tezi’dir (TTT) [2]. Birinci Türk Tarih Kongresi ve bu teorik çerçeve etrafında gerçekleşen akademik tartışmalar, devletin formüle ettiği resmi milliyetçilik anlayışına yönelik ilk büyük eleştirilerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamış ve Kemalizm’in 1920’li yıllardaki Gökalp etkisinden giderek uzaklaştığını göstermiştir. Gökalp’in Batı’dan sadece tekniğinin alınmasının yeterli olacağı yönündeki tezine karşın, 1930’lu yıllarda hem teknik hem de kültürel alanda Doğulu unsurların kapsamlı bir tasfiye sürecine tabi tutulduğu gözlenmektedir. Bu ideolojik değişimin en belirgin göstergelerinden biri, Türk Ocakları’nın 1931’de kapatılarak yerine Halkevlerinin tesis edilmesidir. Mustafa Kemal’in Türk Tarih Tezi’nin kabulünü ulus-devlet ideali açısından vazgeçilmez addederek meşru akademik itirazları göz ardı etmesi ve Zeki Velidi Togan gibi bu teoriye eleştiriler yönelten akademisyenlerin maruz kaldığı olumsuzluklar, ilerleyen dönemlerde Türkçü-Turancı hareketin Kemalizm’e karşı muhalif bir pozisyon almasının zeminini hazırlamıştır. Muhalif Türkçü çevreler, Kemalizm’in Turancı ideallere karşı mesafeli duruşunu, Türkiye dışındaki Türk topluluklarına yönelik pasif politikalarını ve Osmanlı ile Türk-İslam kültürel mirasının göz ardı edilmesini eleştirerek, Türk tarihi ve kültürüne daha kapsayıcı ve bütüncül bir yaklaşım geliştirmeye çalışmışlardır.

    “Millî Mücadele ve sonraki millî-devletin kurulma sürecinde Mustafa Kemal Paşa ile birlikte hareket eden Türk Milliyetçileri yeni rejimin kurulması sonrasında da büyük oranda bu birlikteliği muhafaza etmiştir. Millî Mücadele ruhu ve onun kahramanına olan sevgi ve hayranlık bu birlikteliğin en temel nedenidir. Ancak Tek Parti rejiminin kurulması ve özelikle de Batıcı kültür devrimleriyle birlikte Türkçülükten uzaklaşıldığı algısı Türkçüler arasında yoğun muhalif seslerin duyulmasına yol açmıştır” [3]

    Ulus-devlet ve Türk Tarih Tezi

    Kurucu kadronun çoğunluğu, yeni bir Türk ulusal kimliğinin inşasında, millî bir tarih yazımının vazgeçilmez olduğunu savunmuştur. Bu amaçla 1931 yılında, sonrasında Türk Tarih Kurumu adını alacak olan Türk Tarih Tetkik Cemiyeti kurulmuştur. Bu akademik kurumun titiz araştırmalar neticesinde ortaya koyduğu “Türk Tarihinin Ana Hatları” (TTAH) adlı eser, Türk Tarih Tezi’nin (TTT) en kapsamlı manifestosu niteliğindedir ve yeni millî tarih anlatısının sistematik bir formülasyonunu sunmaktadır. Bu eser, Atatürk’ün manevi kızı ve Cumhuriyet’in ilk tarih profesörlerinden Afet İnan ile Yusuf Akçura ve Sadri Maksudi gibi dönemin önde gelen entelektüellerinin liderliğinde hazırlanmıştır. TTAH’nin geniş bir özeti, liselerde tarih ders kitabı olarak okutulmak üzere yayımlanmıştır. Avrupa-merkezci tarih yazımının Türkleri Mongoloid (sarı) ırk kapsamında değerlendirip medeniyet dışı kategorisine yerleştiren yaklaşımına tepki olarak, TTT, bu Avrupa-merkezci yazıma karşı bir antitez olarak geliştirilmiştir. 1932 senesindeki Birinci Türk Tarih Kongresi, TTAH’nin akademik ve resmî kabulünün seremonisi niteliğindedir [2]. Bu eser, Türklerin anavatanının Orta Asya olduğunu, iklimsel değişimler sebebiyle son üç bin yıllık süreçte Batı’ya doğru muhtelif göç hareketleri gerçekleştirdiklerini, Türklerin Çin medeniyetinin teşekkülündeki katkılarını, Sümer yazısı ve dilinin Türk kökenli olduğunu ve Mısır’daki ilk medeniyetin Türkler tarafından kurulduğunu ileri sürmektedir. Ayrıca, Yunan, İran ve Roma medeniyetlerinin menşei de bu çerçevede Türklere atfedilmektedir:

    “Sümerlerin, Akatlıların ve Elamlıların oluşturdukları devletler muhtelif tarihi şekil ve mahiyet arz ederler. Bunların siyasi teşkilatları ile Altaylar ’da tarihin bilinen ilk Türk tarzı hükümetleri arasında büyük bir benzeyiş vardır. Denilebilir ki Türklerin ilk hükümet sistemleri belli sınırlar dâhilinde ortak ülkede özerklik ve hatta bağımsızlık sahibi siteler veya kabileler halinde toplanmış grupların konfederasyon oluşturmalarıdır.”

    TTAH Anadolu’nun Hititler, Frikyalılar, Lidyalılar gibi eski medeniyetlerine ayrı bir bölüm ayırmıştır. Bu medeniyetlerin Türkler tarafından oluşturulduğu iddia edilmiştir:

    “… Maraş’ta bulunan bir kadın heykelinin başlığı Türkmen kadınlarının başlığına benzemektedir… Tarihçiler ve ırki musiki âlimleri Yunanistan’da görülen belli başlı musiki aletlerinin Asya’dan şüphesiz Etiler’den alındığında müttefiktirler. Yunanlılar musiki sanatının yalnız aletlerini değil, başlıca esaslarını da Etilerden almışlardır… Lidyalılar tarihlerinin ilk fecrinde Atalar adını taşıyan bir sülalenin idaresi altında bulunuyorlardı. Bu Atalar Trakya’dan geçip sonraları Frikya’da yerleşmiş olan Türk (Trak) kabilelerindendir”

    TTAH’nin son bölümü, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’ni de kapsayan “Orta Asya” başlıklı kısımdır. Bu bölümde, Orta Asya’dan gerçekleşen Türk göç hareketleri, olumsuz iklim koşullarına atfedilerek, Hun İmparatorluğu’ndan başlayıp Osmanlı Devleti’ne uzanan kronolojik bir tarihsel çizgide yakın dönem Türk tarihi anlatılmıştır. Cengiz Han’ın etnik kökeninin Türk olduğu ve Selçuklu hanedanının Türk dilini ihmal ettiği vurgulanmıştır. 600 sayfayı aşkın bu akademik eserde, Osmanlı tarihine yalnızca 50 sayfalık bir bölüm ayrılması ve metnin büyük kısmının Çin, İran ve Mısır gibi kadim medeniyetleri Türk menşeine dayandıran bölümlerden müteşekkil olması dikkat çekicidir. Eserin kaynakçasında hiçbir Türk kaynağına yer verilmezken, kullanılan kaynakların ekseriyeti, ikincil yabancı kaynaklardan oluşmaktadır. Eserde, Türkler haricindeki İslam tarihine dair herhangi bir bölüm bulunmamaktadır. Eserin temel tezi, dünya tarihindeki bütün büyük medeniyetlerin, Türklerin Orta Asya’dan yayılarak söz konusu coğrafyalardaki primitif toplulukları medenileştirmesi neticesinde teşekkül ettiğidir.

    Bu eserin teorik temelini oluşturduğu Türk Tarih Tezi, dünya medeniyetinin Orta Asya’dan M.Ö. 7000 civarında göç eden, beyaz brakisefal ırk kategorisinde tasnif edilen ön Türkler tarafından kurulduğunu ileri sürmektedir. Benzer doğrultuda, Türkçe’nin etimolojik kökenlerini açıklamaya yönelik ve bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından desteklenen Güneş Dil Teorisi, Hint-Avrupa dillerinin kökenlerinin Türkçe olduğunu iddia etmiştir. Türk Tarih Tezi, çeşitli perspektiflerden, o dönemde Avrupa’da revaçta olan Aryan Tezinden etkilenmiştir. Bu tez, Proto-Hint-Avrupa dilini konuşan toplulukların diğer etnik gruplardan üstün olduğunu ve Avrupalıların bu üstün ırktan geldiğini savunmaktadır. Afet İnan, Birinci Türk Tarih Kongresi’nin açılış oturumunda, Aryanların esasen Türkler olduğunu beyan etmiştir. Kafatasları üzerinde yapılan incelemeler hem Aryan Teorisi hem de Türk Tarih Tezi için metodolojik bir dayanak olmuştur. Aryan Teorisi, dolikosefal kafatası morfolojisinin üstün ırklarda mevcut olduğunu iddia ederken, Türk Tarih Tezi, antropolojik araştırmalar sonucunda Anadolu nüfusunun baskın şekilde brakisefal kafatası karakteristiğine sahip olduğunun tespit edilmesi neticesinde, brakisefal kafatası formunun üstün nitelik arz ettiğini savunmuştur.

    Burada altı çizilmesi gereken husus, günümüz akademik perspektifinden bakıldığında spekülatif olarak nitelendirilebilecek Türk Tarih Tezi’nin, bilimsel kaygılardan ziyade, ulus-devlet yapılanmasını güçlendirmek ve Türkleri Avrupalı bir millet olarak göstererek ülkeyi emperyalist tehditlere karşı koruma amacı taşıdığıdır. Ayrıca, Hititler gibi antik Anadolu medeniyetlerinin Türklere atfedilmesi suretiyle, Türklerin Anadolu’daki tarihsel varlığının meşruiyeti pekiştirilmek ve Yunan-Ermeni iddialarına karşı Türk ulusal haklarının korunması hedeflenmiştir:

    “Tarihin en büyük akımlarının yaratıcısı Türk ırkı, kişiliğini en iyi korumuş olan ırktır… Başka ülkelerdeki ya da sınırlarındaki komşu ırklar içinde dağılmışlar ve onlarla karışmışlardır. Bununla birlikte… Türk ırkı bu özelliklerini yitirmemiştir.”

    Birinci Türk Tarih Kongresi’nde vuku bulan en önemli akademik tartışma, Reşit Galip, Sadri Maksudi, Şemsettin Günaltay üçlüsü ile Zeki Velidi Togan arasındaki kuraklık tartışmasıdır. Bu tartışma sonucunda, Türk Tarih Tezi’nin dokunulmaz ve eleştirilemez bir paradigma olarak konumlandırıldığı aşikâr hale gelmiş; metodolojik ve bilimsel eleştiriler sunan Togan, bir itibarsızlaştırma kampanyasına maruz bırakılarak ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Türk Tarih Tezi, temel iddialarını Orta Asya’da tarih öncesi dönemde yaşandığı öne sürülen büyük bir kuraklık ve bu klimatolojik değişim neticesinde ön Türklerin dört bir yöne gerçekleştirdiği göç hareketlerine dayandırmıştır. Togan’ın, tarihsel kayıtlarda Orta Asya’da bu denli kapsamlı bir kuraklığın olduğuna dair yeterli kanıt olmadığını ileri sürmesi, vatana ihanet ithamlarına varan eleştirilere maruz kalmasına sebebiyet vermiştir. Türk Tarih Tezi, modern Batı medeniyetinin kökenlerini ön Türklere atfederek, Türklerin de bu medeniyet dairesine mensup olduğunu kanıtlama amacını taşımaktaydı. Togan’ın tüm Türk etnik gruplarını kapsayıcı ve siyasi sonuçlar doğuran Turancı yaklaşımı, Türkiye dışında yaşayan Türk toplulukların çoğunluğunu kontrolü altında bulunduran Sovyetler Birliği ile potansiyel bir diplomatik gerilime yol açabilecek nitelikteydi ki, bu durum, genç Türkiye Cumhuriyet için arzu edilmeyen bir senaryoydu. Reşit Galip, kongredeki sunumunda, Orta Asya’daki büyük göç hareketlerini, bölgede prehistorik dönemde mevcut olduğu iddia edilen bir iç denizin kurumasına bağlamıştır. Galip’in tezine göre, Aral ve Hazar Denizleri bir zamanlar birleşerek büyük bir iç deniz oluşturmuş; buzul çağının sona ermesiyle Orta Asya süregelen bir kuraklık dönemine girmiştir. Togan, bu sunumun ardından söz alarak, söz konusu iç deniz teorisine karşı argümanlar ileri sürmüş ve Türklerin anavatanı Türkistan’ın halen kuruyor olduğu iddiasını reddetmiştir.

    Bu akademik ihtilaf, Darülfünun akademisyenlerinin rejimle yaşadıkları ilk anlaşmazlık değildi. Özellikle iktidar çevreleri, Darülfünun camiasını Atatürk inkılaplarına yeterli bağlılık göstermemekle eleştirmekteydi. Nitekim, Türk Tarih Tezi’nin teorisyenlerinden Reşit Galip’in Milli Eğitim Bakanlığı’na atanması sonrasında gerçekleştirilen üniversite reformu kapsamında, modern İstanbul Üniversitesi kurulmadan önce, akademik kadronun büyük kısmının görevine son verilmiştir. Yeni akademik kadro, Avrupa’da eğitim görmüş genç entelektüeller ve çoğunluğu Alman olan yabancı akademisyenlerden oluşturulmuştur. Kongre sonrasında Togan, istifa etmek zorunda kalmış; bu durum, Darülfünun camiasında tepkiyle karşılanmıştır. Maarif Vekili Reşit Galip’e, çeşitli akademisyenler protestolarını ifade eden telgraflar göndermişlerdir. Bu protestocular arasında, Zeki Velidi Bey’in öğrencisi olmakla iftihar eden ve o dönemde Türkiyat Enstitüsü’nde asistan olarak görev yapan Hüseyin Nihal Atsız da bulunmaktaydı. Atsız, müze asistanlığına tayin edilerek sürgün edilmiştir ve ölene kadar bir daha Türk Akademisine girememiştir. Benzer şekilde, Pertev Naili Boratav da Konya’da bir ortaokula öğretmen olarak atanmıştır. Ancak hem Atsız hem de Boratav, müteakip dönemlerde Türkiye’de etkisini artıracak olan Türkçü-Turancı ideolojinin mensuplarıydı. Zeki Velidi Togan’ı bu düşünce akımının öncü teorisyenlerinden biri olarak gördükleri için, 1940’lı yıllarda İsmet İnönü döneminde tabutluk işkencelerine varacak olan ulus-devlet inşa sürecindeki milliyetçi ideolojik ayrışmalar, bu dönemde belirginleşmeye başlamıştır [2]. Nitekim, Nihal Atsız’ın 1930’lu yıllarda yayımladığı Orhun dergisi, Türk Tarih Tezi’ni ve bu teorik çerçeve doğrultusunda hazırlanan tarih ders kitaplarını sert biçimde eleştirmesi nedeniyle yayın hayatına son verilmiştir. Togan, istifasının ardından doktora çalışmalarını tamamlamak üzere Viyana’ya gitmiş ve yedi yıl sonra, İsmet İnönü döneminde Türkiye’ye dönerek İstanbul Üniversitesi’nde akademik faaliyetlerine devam etmiştir.

    Sonuç

    Sonuç olarak, Türk modernleşmesi yaklaşık üç asırlık bir süreçtir ve Tanzimat Fermanı ile resmi olarak başlayan batılılaşma çabaları, cumhuriyet döneminde radikal devrimlerle zirveye ulaşmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi fikir akımları arasından Türkçülük, imparatorluğun dağılma sürecinde zorunlu olarak öne çıkmış ve genç cumhuriyetin temel ideolojisini oluşturmuştur. Kemalizm, bir yandan Ziya Gökalp’in kültürel Türkçülüğünden beslenirken, diğer yandan batılılaşma ideallerini gerçekleştirmek için yeni bir Türk kimliği inşa etmiştir. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi gibi çalışmalarla desteklenen bu yeni kimlik, Türklerin Avrupalı bir millet olduğu iddiasını güçlendirmeye çalışmış, ancak bu süreçte bilimsellikten uzaklaşılmış ve bazı sert eleştirilere maruz kalmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan yüzyıl sonra bile ulus-devlet ve yeni Türk tanımı üzerine tartışmalar devam etmektedir. Türkiye’nin günümüzde karşı karşıya olduğu içsel, bölgesel ve küresel zorluklar, bu tarihsel süreci doğru analiz etmeyi ve yeni sentezler oluşturmayı gerekli kılmaktadır. Postmodern dünyada Türkiye’nin güçlü konumunu koruyabilmesi için tarihsel süreçten alınacak dersler ışığında çağın gereklerine uygun yeni siyasi öğretilere ihtiyaç duyulmaktadır.

    Kaynakça

    [1] ULUS DEVLET İNŞASINDA KEMALİZM’İN SİMGELERİ, Evrim Armağan COŞKUNER

    [2] BİRİNCİ TÜRK TARİH KONGRESİ’NDE YAŞANAN TARTIŞMALARIN TÜRK TARİH TEZİ VE ULUS DEVLET İNŞA SÜRECİ ÇERÇEVESİNDE ANALİZİ, CAN BAYKAL

    [3] İMPARATORLUK MİRASINDAN CUMHURİYETE TÜRKİYE’DE KÜLTÜREL HEGEMONYA VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ, Alper BAKICI

    [4] OSMANLICILIK SONRASI TÜRKÇÜLÜK AKIMININ ATATÜRK DÖNEMİNDE TÜRKİYE’NİN İÇ SİYASAL GELİŞMELERİNE ETKİLERİ, Serkan TOPAL

  • Türk Folklorunda Benzer Korkular: Hortlak, Cadı, Gulyabani ve Vampir

    Türk kültürü ve diğer kültürlerdeki anlatılarda, olağanüstü güçlere sahip doğaüstü varlıklar hakkında pek çok inanç ve mit bulunmaktadır. Türk kültüründeki hortlak, cadı ve gulyabani gibi varlıklara olan inanışlar, bazı bölgelerde (özellikle Rumeli ve Kafkaslar ağırlıklı olmak üzere) Slav folkloruyla özdeşleşmiş vampir inanışlarıyla ölüp dirilme ve kan içme gibi birtakım benzer özellikler taşımaktadırlar. 1880’de basılmış Redhouse İngilizce-Türkçe sözlüğünde vampir kelimesinin Türkçe karşılığının “cadı” olarak verilmesi bu inanışların benzerliği konusunda bir görüş olduğunu göstermektedir. Bu varlıklarla alakalı vakaların Osmanlı döneminde resmi kayıtlara geçecek kadar ciddiye alınması korku ögelerinin ve inanışlarının Türklerin günlük hayatında önemli yer tuttuğunu göstermektedir. Erken dönem Türk hortlak-cadı anlatıları vampirlere benzer şekilde kan içme ve dirilme gibi unsurlar içerirken yakın döneme doğru bunların kaybolduğunu veya değiştiğini görmekteyiz [1]. Zamanla cin-peri inanışları hortlak ve cadı inanışlarının yerini almıştır.

    Bir başka ifadeyle Cumhuriyet ile birlikte Ortodoks İslam’a ait bilgilerin geniş halk kitleleri arasındaki yayılımı, eğitim ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla, din eğitiminin standardizasyonunun yükselmesiyle, “hurafe” olarak nitelendirilen ve başta din görevlilerinin hışmına uğrayan halk dini ve halk inançlarının gelenek çevresinin daraldığı rahatlıkla gözlenebilir. Öte yandan meydana gelen boşluğun Ortodoks İslam’ın onayladığı inançlarla doldurduğu görülmektedir. Nitekim Kur’an’ın onayladığı “cin” ve “cinliler” inancının daha önce pek çok çeşitliliğe ve işlevselliğe sahip olağanüstü varlıkların yerini alarak yayıldığı kanaatindeyiz. …Cin geleneğiyle hiçbir ilişkisi olmayan “al karısı” veya “al basması” adlı varlığın bile çok büyük ölçüde “cin geleneği” içinde asimile edilmekte olduğu görülmektedir. Kısaca toparlayacak olursak, Ortodoks İslam’ın kabul ettiği inançlarla, heterodoks olarak da nitelendirilen halk inançları arasında bir merkezkaç ilişki vardır ve bu ilişkiden cin geleneği, diğer olağanüstü varlıkları ya asimile ederek ya da onların yerini alarak her geçen gün gelenek çevresini genişletmektedir [7].

    Hortlak, Türk kültüründe, Ölüyken mezardan çıkarak insanları korkuttuğuna veya zarar verdiğine inanılan bir varlıktır. Hortlayan insanların yaşarken kötü şeyler yaptıkları için bu hale geldiklerine inanılır. Hortlak inanışı, Türk mitolojisinde ve Türk halk kültürü inançlarında önemli bir yerdedir. Eski Türklerde ruhun ölümsüzlüğü inancının bir sonucu olduğu görüşleri vardır. Oğuz Türklerinden Tuva Türklerine ve Tatar halklarına kadar geniş bir coğrafyadaki Türk halklarında benzer hortlak inanışları görülmektedir. Bölgeye ve döneme göre cadı anlamına da gelmektedir. 

    Gömüldüğü gece mezarından kalkıp sırtında kefeniyle ortalığı dolaşan hortlaklara inanıldığı gibi kızdığı kimselere musallat olan hortlaklar da vardı. Çok hızlı koştuklarına, ata bindiklerine, silah kullandıklarına, insana saldırabildiklerine, kızdığı kişileri dövebildiklerine, sevdiklerini kaçırabildiklerine, ev basıp yol kesebildiklerine de inanılırdı [1].

    Vampirler ise Orta Avrupa ve Balkan kökenli, Slav fölklöründe (Rusya, Karadağ, Sırbistan, Romanya, Bohemya ve Macaristan) önemli bir yer tutan kan emici yaratıklardır. İslam inancının etkisiyle Anadolu ve Orta Doğu gibi coğrafyalarda yerini Cin kavramına bırakmıştır, ancak Müslüman ve Hristiyan nüfusun beraber yaşadığı Balkanlar’da Türk kültüründe de yer bulmuştur.

    Batıdaki vampir inanışıyla, Türklerdeki hortlak ve cadı inanışını karşılaştırdığımızda bunların aralarındaki etkileşimi görebilsek de hangi kökenden çıktığını söylemek için elde kesin bir bilgi yoktur. Yalnız vampir inancının bizdeki hortlak ve cadıyı kısmen karşıladığını söylemek mümkündür. Vampir inanışı ile hortlak-cadı inanışındaki etkileşimin izlerini görebilsek de tıpkı kökeni gibi hangi kültürden ötekine (Slav-Türk veya Türk-Slav) ne kadar ve hangi dönemde sirayet ettiğini bilemiyoruz. [1]

    Vampir sözcüğünün kökeni konusu çok tartışılmıştır. Bir görüş bu sözcüğün Batı dillerine Kuzey Türkçesinde “cadı” anlamına gelen “obur”dan türediğidir:

    Ubır/obur karçık veya ubır/obur kişi tamlamalarından elips sonucu kalıcı ada dönüşen obur/ubır sözcüğü, Eski Bulgar Türklerinin veya Peçenek, Kuman, Uzların dilinden Rusçaya, Rusçadan Doğu Avrupa Slav dillerine, buradan da Batı Avrupa’ya nakledilmiş; nakledilirken de vupĭr vd. /v/ ön sesli biçimler iç seste /m/ (epenthetic m) türemesiyle bugünkü biçimine ulaşmış olmalıdır [5].

    Gagavuz Türk anlatılarında obur/hobur adlı varlıklardan bahsedilir. Bunlar günahkar insanların öldükten sonra mezarda bir hayvana dönüşmeleri inanışı etrafında şekillenmiştir. Bu motif Anadolu Türklerindeki hortlak ve Azerbaycan Türklerindeki hortdan isimli varlıklara benzerdir. Kazan Tatarları ve Çuvaşlar gibi diğer Türk halklarında da obur ismine benzer isimlerde kötücül varlıklara inanış vardır. Kazan Tatarlarında ”Ubır” ya da “obur”un insan yiyip kan içtiği inancı vardır.

    Rize’deki bazı halk inanışlarında ise “obur” ve “hortlak” inanışının birbirini karşıladığını görürüz. Buna göre kötü kimselerin öldükten sonra hortlak çıkacağına, oburun kefeni sırtında mezarından çıkarak evinin karşısına gelip gürültü yaptığına, tereklerdeki soğanları yere döktüğüne inanılmaktadır. Böyle durumlarda “obur yerine git, yerine git” denilmesi halinde oburun yerine döneceğine, ondan kurtulmak için de mezarına pelit kazığı ile bir sepet çakılması gerektiğine, soğanın, sarımsak, turp gibi bazı kötü ruhlara karşı etkili olduğuna inanırlarmış. Obur, Hemşin yöresinde “ubur” olarak anılıp, hayatta iken kötülükler yapmış yaşlı kadınların öldükten sonra toprağın kabul etmemesi nedeniyle sık sık mezarlarından çıkarak eski yerlerinde çığlıklar atarak dolaştığına inanılır. “Hortlak” veya “uburun” cezalandırıldığı için Allah tarafından ayaklarının altına ateş koyulduğuna, obur ve hortlağa silah işlemediğine, kendisini görenlerin üç defa “Urum eline!” diye seslenmeleri halinde güneş doğmadan mezarına döneceğine yaygın olarak inanılmaktadır. Söz konusu “ubır”ın Kıpçak ve Tatar bölgelerinde vampir, dişi vampir tasavvuru olarak da “ubırlı karak” olarak zikredildiği bilinmektedir [1].

    Türk inanışlarında ölümden sonra dirilen varlık tasavvurunda “cadılar” da bulunmaktadır. Evliya Çelebi ünlü eseri Seyahatname’de cadılardan bahsetmektedir. Evliya Çelebi, bu eserin Hatukay Çerkezlerlıryla alakalı kısmında Abaza ile Çerkez toprakları arasındaki Obur dağı bölgesinde bulunduğu esnada bölge halkı tarafından Obur ismi verilmiş yüzlerce yaratığın gökyüzünde savaşması hadisesini anlatmaktadır. “Meğer obur demek sehhâr câzûlara derlermiş” diyerek bu yaratığın Türklerde karşılığının cadı olduğunu vurgulamıştır.  Ölüm sonrası mezardan kalkarak canlıların kanlarını emen bu oburlarının mezarlarının “Obur tanıtıcı” denen ihtiyarlar tarafından tespit edildiğinden ve mezarı bulunanların göbeklerine kazık saplanarak ve daha sonra yakılarak ortadan kaldırılabileceğinden bahsetmektedir. Bu özellikler batı folklorundaki vampir tipine epey benzemektedir [6]. Evliya Çelebi’nin bahsettiği bir diğer cadı vakası Bulgaristan’ın Çalıkavak köyünde vuku bulmuştur.

    Cadı/Hortlak Osmanlı döneminde resmi devlet kayıtlarında görülmektedir. Kanuni dönemi şeyhülislamı Ebussuud efendinin fetvasından başlayarak bu vakaların Osmanlı’da 300 sene boyunca ciddiye alındığının göstergesidir. Cadı vakalarına devletin bu kadar önem vermesi, vakaların vuku bulduğu bölgelerden dışarı göçü tetikleyebileceği endişesidir. Fetva günümüz Türkiye Türkçesi ile şöyledir [1]:

    Mesele: Bazı kişiler ölüp gömüldükten sonra, mezarında kefenini yutup(?), uzuvlarına kan gelip bedeni kızıllaşmış olursa, bu şekilde olmasına bir neden var mıdır?

    Elcevap: Olmuş ise bu Hak Teala’nın mübarek isteğidir. “Hayatında yaptıkları işlerde ve ahlakta kendilerine ortak olan şeytani nefislerin bazı cesedine [yani günahkâr kişinin cesedine] ilişip ortak işlere alet edinir [Yani bedenini kullanır]” demek vardır. Allah’ın kudretinden beklenmedik değildir.)

    Bu Sûrette: Açıklanmış neden üzerine bulunduğu takdirce, sözü geçen ölüye ne olmalıdır/ne yapılmalıdır?

    Elcevap: Yeniden gömmek gerektir, Müslüman adına ise zararı yoktur.

    Bu Sûrette: Bazı kişiler mezarından çıkarıp yakmaya şeriata göre kudret sahibi olurlar mı?

    Elcevap: Olmazlar.

    Mesele: Rumeli’de, Selanik’e bağlı bir köyde, Hristiyanlardan bir kişi ölüp gömülmesinden birkaç gün geçtikten sonra gece yarısında akrabasının ve diğer insanların kapılarına gelip “bre filan gel seninle falana gidelim” deyip, ertesi gün o kişi de ölüp ve birkaç günden sonra birine daha seslenip, o kişi dahi ölüp sözün kısası bu biçimde birçok kişi öldüğünde, Müslüman olmayanların böyle kırıldıklarını görüp, Müslüman ahaliden o köyde bulunan bazı kişiler, korkularından firar etmek istemeleri şeriata uygun mudur?

    Elcevap: Olmaz, özellikle bu Müslüman olmayan kasaba konusunda görüşmelerinden sonra, Müslümanlara gereken emir işlerin sahiplerine görev olarak verilmelidir.

    Mesele: Adı geçen konuda hikmetin ve illetin de ortadan kaldırılması için çarenin belirtilerini izah etmek ve açık hale getirmek, icab edenin [yapılması gerekenin] sebebi ile bağışlana [söylene].

    Elcevap: Bu takım işlerin hikmet ve illetini açıklamada dil aciz ve zihinler kusurludur ve araştırmada ehil olanların uzun uzadıya açıklamalarına uygun değildir. Ortadan kaldırılmasına çare şudur: Olayın olduğu gün mezara gidip önce çıplak bir sopayla [uğurlu sayarak] kalbine ulaşacak şekilde yere çaksınlar, beklenendir ki [hortlak/ölü] defedilsin. Eğer olmazsa, benzinde kızıllaşma olursa [yani tenine kandan kırmızılaşmışsa] başını kesip ayağının olduğu yere atsınlar. Eğer bozulmayı bırakmışsa [yani ceset çürümemiş ise] başını kesip ölünün ayağının ucuna koysunlar). Olduğu kadar bu aşamalarla ortadan kaldırılamamışsa, cesedi çıkarıp ateşte yaksınlar. Selef-i sâlihin zamanlarında [yani İslam’ın ilk yüzyılında yaşayan Müslümanların döneminde] ateşte yakmak pek çok kez olmuştur.

    Bu cadı-hortlak vakalarından en bilineni 1833 yılında dönemin resmi gazetesi Takvim-i Vekayi’de Bulgaristan’ın Tırnova kasabasının kadısı Ahmed Şükrü Efendi’nin bir hortlak olayından bahsetmesidir. Ahmed Efendi’nin gazetede yayımlanmış mektubu, iki yeniçerinin mezarlarından hortlayıp cadı oldukları ama icaplarına bakıldığını anlatır. Mektup civar kasalardan birinden işi cadı çıkartmak olan Nicola adında bir Rum ile anlaşıldığını ve bu Rum’un resimli bir tahta ile kasaba mezarlığına giderek hortlakların mezarlarını tespit ettiğini anlatır:

    Cadıcı Nikola, bunların sonsuza kadar yok edilmeleri için karınlarına birer ağaç kazık saplanması ve yüreklerinin de kaynar suya atılarak haşlanması gerektiğini anlattı. Cesetlerin mezarlarından çıkarttıktan sona karınlarına kazık sapladık, yüreklerini sökerek kaynar suya atıp haşladık. Nikola, daha sonra cesetlerin yakılması gerektiğini söyledi. Bu işin şeriata uygun olduğuna karar verilince cesetler hemen oracıkta yakıldı ve böylelikle kasabamız bu cadı belâsından çok şükür kurtulmuş oldu! – Ahmed Şükrü Efendi

    Bu hadisede hortlakların yeniçeri mezarlarından çıkması dönemin sosyal ve siyasi atmosferinden bağımsız düşünülmemelidir, çünkü olayların yaşandığı tarihte Yeniçeri ocağının II. Mahmut tarafından kaldırılması üzerinden fazla zaman geçmemiştir. Dolayısıyla, olayın bir kara propaganda olma ihtimali göz ardı edilmemelidir.

    Yine Osmanlı belgelerine geçmiş 1110 (1698-1699) civarı Edirne’de vuku bulmuş iki hortlak/cadı vakası vardır [6]. Bu vakalar halkta ciddi huzursuzluğa sebep olmuştur. İlk vakada cadı olduğu ileri sürülen kişi Müslüman bir erkektir. Edirne Kadısı, Ebussuud efendinin hortlak fetvasının bir suretini bulamadığı için payitahta müracaat etmiştir. Verilen cevap mezarın bu işleri bilen biri tarafından açılması ve cesette cadılık işaretlerinin (cesedin kırmızıya dönüşü) aranmasıdır ancak belgelerde bu vakayla alakalı bilgiler bu kadardır. İkinci vaka üç ay önce vefat etmiş bir kadındır. Kadın olduğu için bilirkişiler cenazeye bakamayacağı için dört kadın şahitliğinde cesedin çürümediğini ve kırmızıya döndüğü tespit edilmek suretiyle payitahttan gerekenin yapılması emri gelmiştir.

    1743’te Terkos’a bağlı Yeniköy mezarlığında yaşanan cadı vakasında merkezle bu iki vakaya benzer bilgi alışverişi yapılmamış ve merkeze direkt olarak cesedin yakıldığı bildirilmiştir:

    Bu arada naibin, cadının ortadan kaldırılmasında kullanılan yöntem hakkında merkez ile yeni bir yazışmaya girişmeye gerek duymayışını, diğer illerde uygulana gelen cadı yakma geleneğini emsal göstererek açıklamış olması önemlidir. Bu açıklamadan, Terkos cadısının ortaya çıktığı günlerde, civarda kendi cadıları ile meşgul olan başka yerlerin de bulunduğunu anlıyoruz. [6]

    1836-1839 yıllarına ait Osmanlı Makedonya masarif defterleri, masrafları devlet tarafından ödenen ve “cadıcılar” veya “cadı üstadları” olarak adlandırılan insanların kayıtlarını içermektedir. Bunlar, cadı vakalarıyla ilgilenen görevliler olduğunu göstermektedir.

    Aslında günümüz Türkiye’sinde birçok neslin hayatına bir Arzu film ve Yeşilçam klasiği olan Süt Kardeşler filmiyle (Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın halk arasındaki batıl inançları anlattığı ve eleştirdiği Gulyabani adlı romanından uyarlama) giren Gulyabani, Türk kültürünün köklü inanç ögelerinden birisidir. Metruk yerlerde, harabeler ve mezarlıklarda görülen, uzun boy ve uzun beyaz sakala sahip olarak tarif edilen Gulyabaninin geceleri mezardan hortlayıp çıkarak insanları yediğine inanılır ve bu yönüyle hortlak-cadı ve Batı mitolojilerindeki vampirlere benzemektedir [2]. Köken olarak İslam öncesi Arap mitolojisinde çöllerde insanları yollarından saptırarak yiyen Ghul isimli varlığa dayanmaktadır. İngilizceye Ghoul, Farsçaya Gol-i Beyâbânî ve Türkçeye Gulyabani olarak geçmiştir ve insanın ansızın karşısına çıkan hayalet ve hortlak anlamında kullanılır [4].

    Sakarya’nın Akyazı ilçesinin tipik dağlık bir Karadeniz köyü olan Yeniköy’de 2014’te yaşanan olaylar Gulyabani benzeri halk korku ögelerinin kırsalda halen güçlü olduğunu göstermektedir. Köylülerin iddialarına göre, Ramazan ayından bir hafta öncesinde geceleri köyde beyaz sakallı, beyaz kıyafetli ve uzun boylu bir adam görülmüş. Bu tarifin kültürümüzde Gulyabani olarak bilinen esrarengiz varlığa çok benzediği açıktır. Köylülerin “Beyaz Adam” diye bahsettiği bu varlık, evlerin kapılarını zorlamış ve pençeleri taslamış. Önce tüfeklerle geceleri nöbet tutmaya başlayan köylüler, çabalarına rağmen Gulyabani’yi yakalayamamış ve tanıkların sayısı da artınca olayı Jandarma’ya bildirmişler. Jandarmanın bölgede yaptığı arama çalışması sonuç vermemiş [3].

    Kaynakça

    [1] Türk Kültüründe Hortlak-Cadı İnanışları, Mehmet Berk Yaltırık

    [2] Türk Söylencelerinde “Gulyabani”, Athellass

    [3] ‘Gulyabani’ ilçeyi karıştırdı, ‘gördüm’ diyen bile var, Cumhuriyet Gazetesi

    [4] Akyazı’daki Gulyabani Yabancımız Değildir, Bizde Bol Bol Örneği Vardır, Murat Bardakçı

    [5] Vampir, Hatice Şirin User

    [6] Osmanlı Devleti’nde Cadılar Üzerine Bir Değerlendirme, Zeynep Aycibin

    [7] Türk Halk Kültüründe Memoratlar ve Halk İnançları, Özkul Çobanoğlu

  • Türk Milliyetçiliğinde Dönüm Noktası: 3 Mayıs 1944 Irkçılık-Turancılık Davası

    Türk Milliyetçiliğinde Dönüm Noktası: 3 Mayıs 1944 Irkçılık-Turancılık Davası

    Cumhuriyet tarihinde Türk milliyetçiliği birkaç kez kritik dönemeçlerle karşılaşmıştır. Bu paradigmatik kırılma noktalarının ilki ve belki de en mühimi, 1944 senesinde görülen Irkçılık-Turancılık davasıdır. Bu yargı süreci, ulusal basında geniş yankı uyandırmış ve Türk siyasi tarihinin seyri üzerinde büyük etki yaratan olaylardan biri olarak tarihe geçmiştir. Türkçülük ideolojisinin devlet tekelinden çıkarak sivil bir hareket olarak müstakil bir kimlik kazanması, bu yargılamaların neticesinde gerçekleşmiş; resmi milliyetçilik paradigması ile sivil milliyetçilik konsepti arasında belirgin bir ayrışma ortaya çıkmıştır. Günümüzde 3 Mayıs, Türkçülük Günü olarak anılmaya ve kutlanmaya devam etmektedir. Bu hukuki süreç ve beraberindeki gelişmeler, dönemin Türk dış politikası dinamikleri ve uluslararası siyasi konjonktüründen izole bir şekilde değerlendirildiğinde eksik bir analiz ortaya çıkacaktır [1]. 1940’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin küresel güç olarak etkinliğini arttırması paralelinde, Türkiye’deki Marksist ve Komünist hareketler de ivme kazanmaya başlamıştır. Buna ilaveten, Türk hükümeti, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’nın yenilgiye uğrayacağını ve Sovyetler Birliği’nin yükselişini öngörerek, Moskova ile ilişkilerini iyileştirmek amacıyla, ülke içinde anti-komünist faaliyet gösteren Türkçü-Turancı çevreleri hedef almıştır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 19 Mayıs 1944 tarihinde Gençlik ve Spor Bayramı münasebetiyle gerçekleştirdiği konuşmasında, henüz yargılama süreci başlamamış Türkçü fikir adamlarını “suçlu” olarak nitelendirerek, peşinen mahkûm etme yoluna gitmiştir. Bu hitabında Turancılık ideolojisini zararlı ve hastalıklı bir düşünce akımı olarak tasvir etmiştir:

    Türk milliyetçisiyiz, fakat ülkemizde ırkçılık prensibinin düşmanıyız… Turancılar, Türk milletini bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için birebir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar bilinçsiz ve vicdansız bozguncuların yalan dolanlarına Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız. Bozguncular genç çocukları ve saf vatandaşları aldatan düşüncelerini millet karşısında açıktan açığa tartışmayacağımızı sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır… Vatandaşlarım! Emin olabilirsiniz ki, vatanımızı bu yeni fesatlara karşı da kudretle müdafaa edeceğiz [1].

    Cumhuriyetin kuruluş döneminde milliyetçilik, devlet tarafından sistemli bir şekilde formüle edilmiş ve uygulamaya konulmuştur. Bu resmi milliyetçilik anlayışı, Atatürk’ün vefatının ardından giderek artan eleştirilere hedef olmuştur. Bu eleştiriler, 1940’lı yıllarda resmi milliyetçiliğe alternatif bir sivil milliyetçilik akımını temsil eden Türkçü-Turancı gruplarla doruk noktasına ulaşmıştır. Bu ideolojik ayrışmanın anlaşılabilmesi için Türk milliyetçiliğinin tarihsel gelişimini incelemek gerekmektedir. Türk milliyetçiliği, iki temel yaklaşım çerçevesinde evrilmiştir. Ziya Gökalp’in önde gelen temsilcilerinden olduğu ekol, Fransız milliyetçilik modelini esas alarak etnik köken veya soydan bağımsız bir Türk milleti kavramını benimsemiştir. Gökalp’in tanımına göre millet, aynı terbiyeyi almış ve ortak kültürel birikime sahip insan topluluğudur. Dil, toplumu birleştiren ve bir millet kılan temel araç olarak kabul edilmiş, bu milliyetçilik anlayışı dönemin tarihsel şartları doğrultusunda, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını engelleme amacıyla şekillenmiştir. Bu yaklaşımda Türklük, anayasal bir kimlik olarak tanımlanmış ve coğrafi temelli bir milliyetçilik anlayışı ön plana çıkarılmıştır. Diğer milliyetçilik akımı ise, Rusya’da yaşayan Türk topluluklarının Rus devletine karşı verdikleri varoluş mücadelesinden doğmuş, bu nedenle etnik temele daha fazla vurgu yapan bir düşünce sistemi olarak gelişmiştir. Yusuf Akçura’nın başlıca temsilcilerinden olduğu bu ekolde, millet tanımı coğrafyadan ziyade ortak soy ve tarihsel bağlara dayalı olarak formüle edilmiştir ve Turancı ideallere sahiptir.

    Cumhuriyet dönemi milliyetçilik anlayışı, ulus-devlet yapılanması temelinde bu iki ekolün sentezini oluşturmuştur. 1930’lu yıllarda gerçekleştirilen Türk Dil Devrimi ile dilde sadeleşme çalışmaları ve bizzat Atatürk’ün desteğiyle şekillenen Türk Tarih Tezi aracılığıyla Anadolu merkezli yeni bir “Türk” kimliği tanımlanması çabaları, bu dönemde milliyetçilik kavramının genel olarak batılılaşma ve modernleşme hedefleriyle aynı bağlamda değerlendirildiğini göstermektedir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1935 yılı parti programında milliyetçilik, “ilerleme ve gelişme yolunda ve uluslararası değerlerde ve ilişkilerde Türk toplumunun çağdaş uluslarla yan yana ve uyum içinde yürümesi” şeklinde formüle edilerek resmi devlet ideolojisinin temel bir bileşeni olarak konumlandırılmıştır. Resmi milliyetçilik söylemi, Türklerin milattan önceki dönemlerde Orta Asya’dan göç ederek Hitit ve Sümer gibi önemli medeniyetlerin kurucuları olduğu tezini vurgulayarak Batılı ve seküler bir Türklük tanımı ortaya koymuştur. Türk tarihinin Selçuklu ve Osmanlı dönemlerini ikincil konuma iterek, Türk kimliğini Anadolu coğrafyasıyla sınırlandıran ve dar bir çerçevede tanımlayan, Pantürkizm ve Turancılık akımlarını emperyalist ve maceracı olarak niteleyen bu milliyetçilik perspektifi, tarih yazımı ve coğrafi tasavvur bağlamında Türkçü-Turancı entelektüeller tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Bu düşünürler, 3 Mayıs süreciyle birlikte resmi milliyetçilik anlayışından tamamen farklılaşan bir sivil milliyetçilik paradigması geliştirmişlerdir [1].

    İsmet İnönü’nün “Milli Şef” olarak ülkeyi tek parti rejimiyle yönettiği yıllarda, dönemin başvekili (başbakan) Şükrü Saracoğlu mecliste 5 Ağustos 1942’de TBMM’de yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:

    Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız [5].

    Dönemin önde gelen Türkçü yazarlarından, tarihçi ve Türkolog Hüseyin Nihal Atsız, 1944 yılında Orhun dergisinin Mart ve Nisan sayılarında “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Açık Mektup” başlıklı iki yazı kaleme almıştır. Bu açık mektuplarda Atsız, Başbakan Saraçoğlu’nun milliyetçilik vurgusu yapan konuşmasını hatırlatarak, bu söylemlerin aksine uygulanan bazı politikaları keskin bir üslupla eleştirmiştir. Atsız, bu yazılarında Milli Eğitim Bakanlığı’nda görevlendirilen Sabahattin Ali ve Ahmet Cevat Emre gibi bazı isimlerin komünist eğilimli olduklarını ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarına aykırı faaliyetler yürüttüklerini iddia etmiştir. Milli eğitim politikalarının Türk karşıtı yaklaşımlara ve komünist faaliyetlere müsamaha gösterdiğini öne süren Atsız, eğitim sisteminde milliyetçilik prensiplerinden uzaklaşıldığı yönündeki endişelerini dile getirmiştir. Mart ayında yayımlanan mektubun bazı kısımları şu şekildedir:

    Sayın Türkçü Başvekil!

    Yukarıda anlattıklarımı münferit vak’alar olarak sayamayız. Solculuk, gördüğü müsamaha ve kayıtsızlıktan faydalanarak sinsi sinsi ilerliyor. Liselerde bu fikre saplanmış hastalar görülüyor. Bunlar arkadaşlarına “Yakında hepiniz komünist zindanlarında çürüyeceksiniz” demek cür’etini gösterebiliyor. Yüksek öğretimde bu hastalık daha çok artıyor. Arasına gayrimemnunları, gayri Türkleri de alarak büyüyor. Yalnız mahrem ve samimî düşünce hâlinde kalmayarak hareket hâline geçiyor. Boy boy dergiler çıkıyor. Bu dergilerde aynı teranelerle ahlâka, vatan ve şeref duygusuna, millet hakikatına saldırılıyor. Taassupla mücadele ediliyormuş gibi gözükerek mukaddesatla eğleniliyor. Bu dergilerden biri kapatılınca aynı imzalarla bir başkası çıkıyor. Bu işsiz güçsüz serseriler parayı nereden buluyor? Satılmayan bedava dağıtılan dergileri nasıl yaşıyor. Fakat en zorlusu siz bunlara nasıl göz yumuyorsunuz? Dergilerle ve hatta günlük gazetelerle işlenen bu vatan düşmanı fikrin bazen devletçi, bazen vatancı, bazen insancı, bazen ilimci kılıklarla Türk milletini zehirlemesine niçin müsaade ediyorsunuz?

    Niçin bu memlekete istiklâli çok görmüş, onu başkalarına köle etmek istemiş olanlara yüksek makamlarda yer veriyorsunuz? Bunlar demokrasinin icapları ise o zaman memlekette, bilhassa ilmî alanda da geniş bir fikir hürriyeti olması gerekir. Bu sözlerim, demokrasiye has tesamuh ile karşılanırsa daha söyleyecek çok sözlerim vardır. 0 zaman ben size ilmî sahada bile fikir hürriyetinin nasıl olmadığını, bu hürriyeti boğmaya çalışanların kimler olduğunu, bizi başkalarına köle etmek istedikleri hâlde mühim mevkiler işgal edenlerin listesini, Türkçülükle eğlenen, Türk geldiğine pişman olan öğretmenlerin kimler olduğunu söyleyebilirim ve inanın ki sözlerimi şahitler ve maddî deliller ile ispat edebilirim. Fakat bunun için bu ön sözümün karşılanacağını bilmem lâzımdır. Bu sözlerimin göreceği Türkiye’de ciddî bir yazı hürriyetinin olup olmadığını gösterecek, millet fertlerinin hiçbir karşılık beklemeden hükûmete yardım etmesi kabil midir bunu ortaya koyacak, sizin de hakikî bir demokrat olup olmadığınızı belirtmek bakımından pek önemli bir sonuç vererek daha birçok karanlık noktaları aydınlanmasına yardım edecektir. Aksi taktirde, eski bir tarihî efsaneyi tanzir ederek diyebilirim ki 700 yıl önce Anadolu’ya gelen 400 arslana karşılık, bugün 400 koyun hâlinde çadırlarımızı yeniden dererek arslanların geldiği yolun tam dikine doğru yola koyulmamız gerekecektir [7].

    Bu mektupların yayımlanması üzerine Sabahattin Ali, Nihal Atsız’a hakaret davası açmıştır. Bu dava, sonradan açılacak olan kapsamlı Irkçılık-Turancılık davasından ayrı olarak, iki şahıs arasındaki bir ihtilaftır. Sabahattin Ali’nin bu davayı açmasında dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve Ulus gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay’ın teşvik edici rol oynadığı iddia edilmektedir [1]. Davanın ilk duruşması Nisan ayının sonlarında gerçekleştirilmiş, ikinci duruşma ise 3 Mayıs tarihinde görülmüştür. Başlangıçta basit bir hakaret davası olarak açılan bu yargılama süreci, ikinci duruşmaya gelindiğinde milliyetçilik ve komünizm ideolojileri arasındaki bir hesaplaşmaya dönüşmüştür. Bu bağlamda altı çizilmesi gereken önemli bir husus, Sabahattin Ali’nin 1932 yılında kaleme aldığı bir şiirde Atatürk’e açıkça hakaret etmesi ve bu sebeple 14 aylık bir hapis cezasına çarptırılmış olmasıdır.

    1944-1945 Irkçılık-Turancılık Davası, esasen bakıldığında, Türkçülük ile komünizm arasındaki çatışmanın Türkçüler aleyhine sonuçlanmasıdır [6].

    İkinci duruşma öncesinde ve süresince Ankara’da yaklaşık on bin milliyetçi genç toplanarak Atsız ve Türk milliyetçiliği lehine, komünizm aleyhine kapsamlı bir gösteri düzenlemiştir. Bu protesto, güvenlik güçleri tarafından sert müdahalelerle bastırılmıştır. O dönemde üsteğmen rütbesinde olan ve gösteriye katılan Alparslan Türkeş de gözaltına alınanlar arasında yer almıştır. Tek parti rejiminin basın üzerindeki sıkı denetimi nedeniyle, 3 Mayıs günü meydana gelen olaylar ulusal gazetelerde yer bulamamıştır. Tanin, Vakit, Cumhuriyet ve Akşam gazeteleri 3 Mayıs tarihli duruşmaya ilişkin haberler yayımlamış; ancak hiçbiri yaşanan protesto olaylarına değinmemiştir [1]. Sabahattin Ali ile Nihal Atsız arasındaki davanın nihai duruşması 9 Mayıs 1944’te gerçekleştirilmiştir. İftira suçundan mahkûm edilen Nihal Atsız, dört ay hapis ve 66 lira para cezasına çarptırılmış, fakat bu ceza ertelenmiştir. Davası 9 Mayıs’ta sonuçlanan Atsız, ertesi gün Ankara’dan İstanbul’a dönüş hazırlıkları yaparken konakladığı otelde gözaltına alınmıştır. Onun tutuklanmasını takiben başka gözaltı operasyonları da gerçekleştirilmiş, 3 Mayıs gösterilerinin sorumlusu olarak görülen Turancı çevrelere ve Türkçü entelektüellere yönelik geniş çaplı operasyonlarda ev aramaları ve gözaltılar yapılmıştır. Bu süreçte gözaltına alınanlar arasında Türk tarihçiliğinin ve Türkoloji’nin önde gelen isimlerinden, İstanbul Üniversitesi’nde Genel Türk Tarihi Kürsüsünün kurucusu Zeki Velidi Togan; ilerleyen yıllarda Milliyetçi Hareket Partisi’ni kurarak Türkiye’de Türk milliyetçiliğinin simge isimlerinden biri haline gelecek olan Alparslan Türkeş; o dönemde henüz 24 yaşında olan ünlü Türkolog, yazar, hukukçu ve Ordinaryüs Profesör Reha Oğuz Türkkan; tarihçi ve dilbilimci Hüseyin Namık Orkun gibi önemli bilim ve düşünce insanları da bulunmaktaydı. Dönemin önde gelen gazetecilerinden Falih Rıfkı Atay, 13 Mayıs 1944’te CHP’nin resmi yayın organı olan Ulus Gazetesi’nde yayımlanan “Biz Tek Bir Cepheyiz” başlıklı makalesinde Turancı hareketi şu şekilde değerlendirmiştir:

    İyi niyetleri, milli denen her şeye derinden bağlılığı gafil avlamağa, alttan alta Anayasa nizamını yıkmağa çalışan, içerde bir faşist diktatoryası kurmağa ve ham hayaller uğruna, bu memleketi dışarda bin türlü sergüzeştçiliğe alet etmeğe savaşan, kökleri, dal budakları ile Romanya’daki Gardistlikten farksız, fırsat gözleyici bir teşkilatlanmadır [1].

    23 kişi “hükümeti devirmek üzere gizli teşkilat kurdukları” iddiasıyla Irkçılık-Turancılık davasında yargılanmıştır. 7 Eylül 1944 tarihinde başlayan yargılama sürecinde ve öncesinde, sanıklar sistematik işkencelere ve çeşitli hukuk dışı uygulamalara maruz bırakılmıştır. İnsanlık dışı nitelikteki “tabutluk” olarak bilinen işkence yöntemleri, 65 oturum süren Irkçılık-Turancılık davasının en çarpıcı yönlerinden biri olmuştur. Ülkenin saygın bilim insanları ve düşünürleri, bir kişinin ancak zor sığabildiği, doğrulmanın mümkün olmadığı ve altından kanalizasyon geçen dar hücrelerde günlerce aç ve susuz tutulmuştur. Tutuklananlar arasında yer alan şair Orhan Şaik Gökyay, mahkemedeki savunmasında şunları söylemiştir:

    Tabutluğa konulduğum zaman tepemde yakılan 1500 mumluk ampullere baktığımda 20. Yüzyıl Türkiye’sinde değil, 14. asır evvelinde kızgın çöllere sokulan mazlum insanları gördüm.

    Tüm baskılara rağmen, yargılanan Türkçü aydınlar, geri adım atmayarak Turancılık düşüncesinin ve Türkiye dışındaki Türklerin çıkarlarını gözetmenin yasal bir suç oluşturmadığını savunmuşlardır. Aynı zamanda, Sovyetler Birliği ve Çin’in Türk dünyası için tehdit unsurları olduğunu vurgulamışlardır. Yargılama sonucunda çeşitli cezalara çarptırılan sanıkların temyiz başvuruları, Askeri Yargıtay’ın kararı bozmasıyla olumlu sonuçlanmış ve tüm sanıklar beraat etmiştir. Böylece, bazı Türkçü aydınlar için yaklaşık bir buçuk yıl süren hapis ve ağır muamele dönemi sona ermiş ve Turancılık düşüncesinin anayasal bir suç teşkil etmediği hukuken tescillenmiştir. Bu davalarda yargılanan Türkçü entelektüeller, tutuklu kaldıkları süre boyunca haksız yere insanlık dışı işkencelere maruz bırakılmış, ancak bu kötü muamelelerin sorumluları yasal olarak hesap vermemiştir. Serbest bırakılmalarına rağmen, bazı aydınlar uzun süre mesleklerine dönememiş veya uzak yerlere sürgün edilmiştir. Nihal Atsız’ın tarih öğretmeni olan eşi, herhangi bir gerekçe gösterilmeden ve soruşturma açılmadan görevinden uzaklaştırılmış, ardından tutuklanmıştır. Davanın absürt boyutları, Atsız’ın Göktürk alfabesiyle yazdığı kişisel not ve mektuplarının “örgütün şifreli yazışması” olarak değerlendirilmesinde açıkça görülmektedir.

    Tutuklular arasında bulunan Reha Oğuz Türkkan o süreci şöyle anlatmıştır:

    Sansaryan hanında (beni) bir hücreye koydular. Yedi yedi buçuk ay o hücrede kaldım. Kimseyle konuşmak yok, gazete yok, kitap yasak, ziyaret yasak. Arkasından işkence zamanı başladı. Savcı geliyor, ifade almak istiyor, ne söylerseniz o kendisine göre yazıyor. İmza atmak istemediğinizde dışardan birilerini çağırıyorlar. Doktor çağırıyorlar ve “Eziyet ve meşakkate müsait mi diye muayene ediniz” diyorlar. Daha sonra beni mutena odaya götürdüler. Mutena oda (burada tabutluk dediğimiz yerden bahsediyor) benden biraz daha büyük ve beton içine oyulmuş bir yer. Kolumuzdan kelepçeyle asıyorlardı ve iki karış havada kalıyordum asılı olarak ve tepeden de ampuller. O ampulleri Nazi Almanya’sından işkence ampulü olarak getirmişler. Biraz sonra bir baktım ki sanki birileri böyle kızgın ateşle bir tornavidayı beynime sokuyor (ampullerin etkisinden bahsediyor). Zaman zaman beni çözüyorlardı ve imzala (sahte ifade) diyorlardı. Ben imzalamıyordum. Bizi 7 ay orada tabutluklar ve hücrelerde tuttular. Bir de yerin dibi vardı, sokak katının daha altında lağım akan akrep dolu bir yerde (tutulduk). Orada Nihal Atsız rekoru kırdı bir hafta kaldı, ben iki gün kaldım. Türkeş de tutuklananlar arasındaydı. Polis tırnaklarını sökmeye kalkmış.

    Askeri mahkemede ifadem alınacağı gece beni uyandırdılar. Bir çocukcağız varmış, Turan markalı çiklet satarmış, bu çocuğu Turancılık yapıyor diye tutuklamışlar. Beni korkutmak için koridorda (çocuğa yaptıkları işkenceyi) seyrettiriyorlar. “Eğer yarın (mahkemede) işkenceden (tabutluklar) bahsedersen senin de göreceğin bu” diyerek çocuğu koşturuyorlar, sonra yatırıyorlar ve falaka dediğimiz o klasik dayağı atıyorlar, yarılıyor böyle tabanın altı. Orada bir tuzlu su dolu kova var ve (kovaya) ayaklarını sokuyorlar [3].    

    Dava Akşam, Cumhuriyet, Tan, Tanin, Ulus ve Vakit gibi gazetelerde geniş yer bulmuş ve kamuoyunu uzun bir süre meşgul etmiştir. Irkçılık-Turancılık operasyonu kapsamında tutuklamaların devam ettiği ve henüz yargı sürecine dahi başlanmadığı günlerde, gazetelerin ekseriyeti konuyla ilgili suçlayıcı ve kesin hüküm niteliğindeki haberler yapmışlardır. Sol çizgideki Tan gazetesi konuyla alakalı bir yazı dizisi yayımlamış ve şu tür ifadeler kullanmıştır:

    Bu asi mahlûkların, ne yapmak istediklerini, biz, kendiliğimizden anlatmak istemiyoruz. Onların, muhtelif tarihlerde kapatılan, Eyüplü Halit gibi, isim değiştire değiştire tekrar çıkan mecmuaları, kitapları, risaleleriyle bugün yakalarına memleketi batırmağa yeltenmek rozeti takılmış olan Nihal Adsız ve Reha Oğuz Türkkanın, birbirleri aleyhine yaptıkları neşriyatı mehaz tutuyor, bu nankör, bu mayasıllı, işkilli ve dingildiyen kafaların birbirleri hakkındaki laflarını aynen yazıyoruz [1].

    Sonuç olarak, 3 Mayıs olayları Türk siyasi tarihinde önemli bir dönüm noktası teşkil etmiş, sivil milliyetçiliğin örgütlenmesini hızlandırarak 1969 yılında Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) kurulmasına giden sürecin katalizörü olmuştur. 1945 yılında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı talep etmesi ve Boğazlara yönelik baskısı nedeniyle Türk-Sovyet ilişkileri kopma noktasına gelmiştir. Bu gelişmeler paralelinde, anti-komünist söylemlerin toplumda yaygınlaşmasıyla, 1944 yılında “aşırı” bulunarak devlet otoritesince bastırılan Turancı ve Türkçü ideolojik yaklaşımlar yeniden güç kazanmaya başlamıştır.

    Bu olayın (Irkçılık-Turancılık davası) önemi nedir? Devlet Türk milliyetçiliğini zararlı bir fikir gibi ortaya koyarak çok büyük bir tahribat oluşturmuştur. Bugün birtakım sıkıntılar yaşıyorsak bu o dönemlerdeki politikaya bağlıdır. Milliyetçilik ve Türkçülük kamuoyunda gözden düşürüldü – Ahmet Bican Ercilasun [4]

    Kaynakça

    [1] Türk Milliyetçiliğinde Yol Ayrımı: 3 Mayıs 1944 Irkçılık-Turancılık Davası, Gökberk Yücel ve Yusuf Ziya Bölükbaş

    [2] 1944 Irkçılık-Turancılık Davası ve Basındaki Tartışmalar, Hülya Öztekin

    [3] Teke Tek Özel, Konuk Reha Oğuz Türkkan

    [4] Tarihin Arka Odası, Konuk Ahmet Bican Ercilasun

    [5] TBMM, Zabıt Cerideleri, Devre 6, Cilt 27, s.24-25

    [6] Hüseyin Nihal Atsız’ın Çıkardığı Orkun Dergisi’nde (6 Ekim 1950-18 Ocak 1952) Dil, Kültür ve Milliyetçilik Hakkındaki Yazılar, Halil Cin

    [7] Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Açık Mektup, Nihal Atsız

  • Ramazan Özel: Osmanlı İstanbul’unda Ramazan Ayları

    “On bir ayın sultanı” Ramazan ayları, milletimize özgü bir sosyal hayat biçimi oluşturduğu için Türk kültürünün önemli bir parçasıdır. Türk milleti, Ramazan ayını İslam öncesinden gelen köklü gelenek ve görenekleriyle harmanlayarak bu ayı diğer Müslüman milletlere göre birçok yönden farklı yaşamıştır. Ramazanlar, Türk toplumunun misafirperverliğinin ve yardımseverliğinin en güzel örneklerine ev sahipliği yapmıştır. Günümüz Türkiye’sindeki birçok Ramazan ritüel ve adeti Osmanlı dönemi İstanbul’unda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, Ramazan aylarında çehresi baştan aşağı değişen İstanbul özelinde bu aya özgü gelenekleri incelemek, kültürümüzü daha iyi tanımaya ve gelecek kuşaklara aktarmaya yardımcı olacaktır. 1575 yılının Ramazan ayında İstanbul’da olan Seyyah Schweigger gözlemlerini şöyle aktarmıştır [2]:

    Oruç zamanı yılın bolluk ve bereket içinde geçen bir dönemidir. Bu yüzden Türk halkı Ramazan’ı büyük bir hevesle bekler. Bir ay süren oruç ayında Türkler yemek ve sudan kesilir, gökyüzünde yıldızlar görününceye kadar bu açlık devam eder. Camilerin balkonunda tahta fenerlerin içinde kandil aydınlatması asarlar. Bir ip yardımıyla iki minare arası görkemli yazılar asarlar. Bu ayda çocuklara, yaşlılara, hastalara gereksinimleri olduğu kadar yiyip içme fırsatı verilir. Bu bereket ve bolluktan sadece insanlar değil, hayvanlar da nasiplenir. Kedi köpeklere de sadaka verilir. Şehzade Mehmet Camiinin önünde her gün ikindi vakti otuz kırk aç ve perişan kedi toplanır. Türkler buraya gelerek onlara et ve ciğer parçaları atar. Bu onlar için büyük bir sadaka niteliğindedir. Zayıf olan hayvanlar bunları yer. Bazı kişiler kafesteki bir kuşu satın alıp onu serbest bırakarak sevap kazanmaya çalışır.

    Tarihi belgelerden, Ramazan ayı yaklaştığı zaman toplumun her kesiminde hummalı bir hazırlık süreci başladığını anlıyoruz. “Ramazan Tenbihnâmeleri”, Ramazan ayının en iyi şekilde geçmesi için devletin yayınladığı, halkın dikkat etmesi gereken hususları ve bu aya özel birtakım kuralları içeren belgelerdir [1]. Tenbihnâmeler, namazların cemaatle kılınması, kişisel hijyene ve işyerlerinin temizliğine dikkat edilmesi gibi tavsiyeler ve bu aya özel çarşı ve pazarda fiyat düzenlemeleri gibi kurallar içermiştir. Ayrıca, Ramazan ayı boyunca halkın ihtiyaç duyacağı temel gıdaların teminine büyük önem verilmiş, yapılan stokların kalitesini denetleyecek ve yüksek fiyatları engelleyecek (narh sistemiyle üst fiyatlar belirlenmiştir) tedbirler alınmıştır. Kadılıklar başta temel gıda malzemeleri olmak üzere ürünlerin fiyatlarını belirlemiş, sebze ve meyve pazarlarındaki fiyatlar bu aya özel ucuzlatılmıştır. Ramazan boyunca tüm fırınlar, bizzat Padişah tarafından onaylanan ekmek numunesine uygun ekmekler pişirmiştir. Ayrıca, padişahların halkın arasına kılık değiştirerek karıştığı “Tebdil-i kıyafet” uygulaması her zamankinden daha sık yapılmıştır. Ramazan ayına kısa bir süre kala evlerin baştan aşağı temizlenmesi, mutfakta kullanılan bakır tencerelerin ve tabakların kalaycıya yollanması ve herkesin hamamlara giderek yıkanmaları bir gelenektir. Özellikle Ramazan ayının kış aylarına geldiği yıllarda, mevsiminde topluca alınan meyve ve sebzelerle yapılan ve Ramazaniyelik adi verilen kurutulmuş sebzeler, konserve, turşu, reçel gibi yiyecekler ve hazırlanmıştır. Durumu iyi olmayanlar için Türk kültüründe büyük bir yere sahip vakıflar Ramazan aylarında aktif şekilde çalışmışlardır. Durumu iyi olanlar konaklarında büyük sofralar kurdurmuş ve zengin fakir her kesimden insanı misafir etmişlerdir. Ramazan’ın ilk günü devlet daireleri tatil edilmiş, sonrasında resmi olmasa da yarım gün gibi çalışılmıştır. Tanzimat’tan sonra Ramazan boyunca İstanbul’da kalan Fransız gezgin Gerard De Nerval’in gözlemleri şu şekildedir:

    Ramazanda herkes her eve girebiliyor ve orada verilen yemekleri yiyebiliyordu. Fakir ve zengin bütün Müslümanlar güçleri nispetinde bu dini görevi yerine getirmeye çalışıyordu. Üstelik evlerine gelen kimselerin Müslüman olup olmadıklarına da bakmıyorlardı [2].

    İslam’da Ramazan orucunun başlangıcı Kameri (ay) takvim ile belirlenir. Bu takvimde, aylar hilalin batıda gözlemlenmesiyle başlar ve bazen 29, bazen 30 gün çeker. Osmanlı döneminde, İstanbul Kadılığı, Ramazan’ın başlangıcını, Ramazan ve Kurban bayramlarının tarihlerini rüyet-i hilal’i esas alarak belirlemiştir. Hilali gördüğünü iddia edenler kadılığa başvurmuş, eğer bu diğer şahitler tarafından da doğrulanırsa hilali görene ve buna tanık olanlara çeşitli hediyeler verilmiştir. Ay gözlemleri için Süleymaniye, Fatih, Edirnekapı, Cerrahpaşa gibi bazı cami minareleri ve büyük tepeler gibi belirli noktalar kullanılmıştır.  

    İstanbul Kadısı Efendi dailerinin i’lamıdır. Fezleke-i meali ruyet vaki olur’ ise pazar günü ibtidası şehr-i siyam olub ruyet vaki’ olmadığı halde hasbel-sübut Pazar ertesi gününde sıyama başlanması…

    “İstanbul Kadısı Efendi’nin bildirgesidir. Eğer hilalin görünmesi gerçekleşirse, pazar günü oruç ayının başlangıcı olur; ancak hilalin görünmemesi durumunda, kesin olarak pazartesi günü oruca başlanacaktır.”

    İstanbul Kadılığı tarafından yayımlanmış bir belge [1]

    Hilalin görülmesiyle camiler mumlar, kandiller ve mahyalarla süslenerek Ramazan ayının başladığı ilan edilir, top atılmasıyla ve sokak sokak davulların çalınmasıyla halk Ramazan ayına girildiğini öğrenmiştir. Özellikle tek minareli camilerin şerefelerinden (minare balkonu) külah kısımlarına kandillerle donatılması geleneğine “kaftan giydirmek” denilmiştir.

    30 Temmuz 1554’te Türkler İstanbul’da oruç tutmaya başladılar. 29 Temmuz’da Ay’ı görmüşler. Ruyet-i hilali tespit edip, bunu şahitle ispatlayan kişilere hediye olarak birkaç altın verdiler. Herkesin haberi olsun diye minarelere kandiller astılar. Yağmur ve rüzgar zarar vermesin diye üstlerini kapadılar. Gökteki Yeni Ay’ı matematiğe ve astronomiye dayanarak bulamazlar. Ancak gökyüzünde ayı gördüklerinde oruca başlarlar – Alman seyyah Hans Dernschwam [1]

    Cami minarelerinin arasına iple kandiller asılarak oluşturulan şekil ve yazılara mahya denmiştir. Sultanahmet, Fatih, Süleymaniye gibi selatin camileri (Osmanlı padişahlarınca ya da padişah eşlerince yaptırılan büyük, görkemli camiler) ve Ayasofya gibi kıymetli camiler mahyalarla donatılarak Ramazan aylarının sembolü olmuştur. Mahyanın I. Ahmed dönemi Fatih cami müezzini Hattat Hafız Ahmed Kefevi tarafından 1614 yılında icat edildiği düşünülmektedir, fakat 1578-1581 yılları arasında İstanbulʹda Ramazan ayını yaşayan seyyah Solomon Schweigger mahyalardan bahsetmektedir:

    Bu ayda iki minare arasına bir ip gerilir. Buna bağlanan kısa ve uzun başka iplere kandiller asılır ve böylece dolunay ya da hilâl doğmuş gibi bir görüntü oluşturulur. Bu şekilde asılan iki yüz veya daha fazla kandille başka şekiller de yapılır. Çok görkemli görüntüler meydana getirilir.

    Zamanla önemi artan mahyalar bir sanat dalı gibi kabul görmüş, İstanbul dışında Edirne, Bursa ve Konya gibi şehirlerde de bir gelenek halini almış ve mahya tasarlamak bir meslek olmuştur. Ramazan’ın on beşinden sonra kısa yazılı mahyalar yerlerini resim tasvir eden mahyalara bırakmıştır [1]. Türk tarihinin en büyük hezimet ve travmalarından biri olan Balkan Savaşları zamanında dini mahyalar dışında “Hilal-i Ahmer’i unutma” ve “Muhacirine yardım ediniz” gibi mahyalar kurulmuştur.

    Mahyacı Ahmet ve İrfan efendilerin kendi defterlerinden kurdukları resimli mahyalar

    Türk kültürünün Ramazan ayı üzerindeki belirgin etkilerinden birisi Ramazan geceleridir. Diğer Müslüman milletlerin ülkelerinin aksine, Ramazan gecelerinin renkli eğlenceleri bir gelenek olmuştur. Ramazan akşamlarında şehirler bambaşka bir havaya bürünmüş ve sosyal hayat tamamen değişmiştir. Normalde hava karardığında tamamıyla biten toplumsal yaşam Ramazan aylarında gecelere taşınmıştır. Osmanlı dönemi İstanbul’unda iftar ve sahur arası sokaklar hep çok kalabalık olmuş, sabaha kadar açık dükkanların kandilleri ve fenerleri sokakları aydınlatmıştır. Misafir ağırlamalar, büyük ziyafetler ve konaklarda verilen iftarlarla halk hiç olmadığı kadar sosyalleşebilme imkanı bulmuştur. Teravih sonrası Ramazan’a özel kahvehane ve çayhanelerde Hacivat ve Karagöz oyunu ve meddahlar gibi eğlenceler düzenlenmiştir.

    Karagöz ve Hacivat, iki boyutlu tasvirlerin “Hayali”, “Kurgusal” veya “Karagözcü” olarak adlandırılan bir sanatçı tarafından bir perdenin arkasında oynatıldığı Türk gölge oyunudur. Haklarında birçok rivayet olmasına karşın, Karagöz ve Hacivat’ın yaşayıp yaşamadığı, yaşadıysa nerede veya nasıl yaşadığı, oyunun ortaya nasıl çıktığı kesin olarak bilinmemektedir. Bir görüşe göre Mısır’ın fethi sonrası Mısır’da gölge oyununu gören Yavuz Sultan Selim’in bunu İstanbul’a getirdiğidir. Bir diğer görüş ise, 15.yy’da II. Bayezid döneminde İspanya’daki Hristiyan zulmünden kaçıp Osmanlı topraklarına yerleşen Seferad Yahudilerinin İspanya ve Portekiz’den gölge oyununu getirdiğidir. Karagöz ve Hacivat, zamanla divan ve halk edebiyatı, sanat ve halk müziği ve Türk mizah anlayışından beslenerek her yönüyle Türk halk kültürünün aynası olmuştur [1]. Oyun, Karagöz ve Hacivat’a ek olarak imparatorluğun farklı etnik, dini ve sosyal sınıflarının klişe ve kalıp özelliklerini temsil eden Laz, Rumelili, Kayserili, Muhacir, Arnavut, Kürt, Arap, Acem, Yahudi, Rum ve Kekeme gibi birçok karaktere ev sahipliği yaparak oynandığı dönemlerin toplumsal nabzını tutmuştur. Eğitim görmemiş, cahil ve genelde işleri yolunda gitmeyen ama dürüst bir halk adamı olarak yansıtılan Karagöz karakteri ile kurnaz, eğitimli ve düzgün konuşmasını bilen bir “İstanbul Çelebisi” olan Hacivat karakteri arasındaki anlaşmazlıklar ve çatışmalar oyunun ana mizah kaynağı olmuştur. Şeyh Küşteri’yi oyunu yaratan kişi olarak gören Karagöz oynatıcıları oyunun perdesine “Küşteri Meydanı” demişlerdir. Oyun Mukaddime, muhavere, fasıl ve bitiş olarak dört bölümden oluşur. Mukaddimede Hacivat’ın semai/perde gazeli okuyarak Karagöz’ü çağırır ve kısa bir atışma olur. Muhaverede Hacivat ve Karagöz bir konu hakkında konuşurlar. Fasıl oyunun asıl kısmı olup, bu kısımda hikaye gelişirken yan karakterler de oyuna dahil olur. Bitiş bölümü kısa olup “Yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber vereyim heman” ve benzeri repliklerle oyunun bittiği vurgulanır ve müzikle kapanış yapılır. Karagöz oyunu kendine has bir musiki geliştirmiştir. IV. Murad (1623-1640), III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmud (1808-1839) gibi padişahların sarayda perde kurdurup Karagöz oyunu oynatmaları, bu oyunun halktan saraya her kesimin ilgi odağı olduğunu göstermektedir. Karagöz oynatıcılığı, zamanla kendi esnaf loncasına bile sahip olan bir meslek dalı olmuştur. Bu mesleği yapmak isteyen sanatkarlar bu loncalarda aldıkları eğitim sonucu ustalarından icazet almayı başarırlarsa kendi perdelerini kurmaya hak kazanmışlardır.

    Tarihi 19. yy. başlarına uzanan orta oyunu, sahne ve perde gibi dekorların kullanılmadığı, halkın önünde oynanan çok oyunculu ve müzikli geleneksel Türk tiyatrosudur. Osmanlı’da Ramazanların vazgeçilmezi olmuştur. Karagöz ve Hacivat oyununun tiyatro gibi oynanan versiyonu olan orta oyununda, Kavuklu ve Pişekâr karakterleri Karagöz ve Hacivat karakterlerine tekabül eder. Etrafını seyircilerin sardığı bir meydanda “Yeni Dünya” isimli bir paravanın önünde oynanır. İki iskemleyle birlikte bu paravan evi temsil eder. Giriş, muhavere, fasıl ve bitiş olarak dört bölümden oluşur. Genellikle doğaçlama yapılan orta oyunu, usta çırak ilişkileriyle nesilden nesile taşınmıştır. Münir Özkul’a devrettiği fesi ve kavuğuyla bilinen İsmail Hakkı Dümbüllü orta oyununun son temsilcisidir.

    Karagöz ve Hacivat, Gölge Oyunu, Mehmet Muazzez Özduygu (1871-1956)

    Ramazan’ın bir diğer popüler eğlencesi meddah oyunları olmuştur. Meddahlar tek kişilik tiyatro gösterileri düzenleyen sanatçılardır. Bu gösterilerde meddah, halka kıssalar, masallar ve hikayeler anlatır ve farklı kişilerin, hayvanların ve doğanın taklitlerini yaparak halkı eğlendirir. Meddah gösterisinde bir mendil ve sopa dışında hiçbir eşya kullanmaz. İslam öncesi göçebe Türk kültüründe ozanlık, İslam sonrasında aşıklık olarak bilinen gelenekten türediği düşünülmektedir. Ozanlar diyar diyar gezerek kopuz veya sazlarıyla şiir ve hikayelerini anlatmışlardır. Türk kültüründeki Meddahlar, Oğuz Destanlarından ve Dedem Korkut’tan hikayeler ve yerel masallar dışında güncel konuları da ele alarak halkın duygu, sıkıntı ve düşüncülerine bir nevi aracı olmuştur ve bu yönüyle Arap kültüründeki meddahlık geleneğinden farklılaşmışlardır. Meddahlık maalesef günümüzde kaybolmuş Türk tiyatro gösterilerinden birisidir.           

    Osmanlı’da 16.yy’dan itibaren kahvehaneler ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Kahvehaneler Türk toplumu içinde büyük rağbet görmüş ve bir eğlenme, toplanma veya zaman geçirme yerleri olarak önem kazanmıştır. Kahvehaneler zamanla halkın toplanıp siyasi meseleleri konuştuğu yerler olması sebebiyle bazı dönemlerde yasaklanmıştır. Özellikle sadece Ramazan ayında açılan ve teravihten sahura kadar devam eden eğlenceler tertip edilen Semai (çalgılı) kahveler halkın Ramazan akşamlarında akın ettiği yerlerden olmuştur. Buralarda, saz takımı eşliğinde halk edebiyatından destanlar, semailer, koşmalar ve maniler okunmuştur. Semai kahveler bu yönüyle Türk sözlü geleneğini yasattığı için önemlidir. Diğer kahvehanelerden farklı olarak daha çok tiyatroya benzeyen bir oturma düzeni vardır. Bilmece çözme geleneği bu kahvelerin en eğlenceli yanlarından birisi olmuştur. Çözülmesi istenen bilmeceler kahve duvarlarına asılmış ve çözülene kadar orada kalmıştır. Bilmeceleri çözenler hediyeler kazanmıştır.

    Bu kültür, I. Dünya Savaşı sonrası birçok Ramazan eğlencesi geleneği gibi toplum belleğinden kaybolmuştur.  

    Orta Oyunu, Mehmet Muazzez Özduygu (1871-1956)

    Ramazan ayının 15. günü Osmanlı’da hem saray hem halk nezdinde büyük önem arz etmiştir. Padişahların ve saray erbabının 15.gün yaptığı Hırka-i Saadet (Hz. Peygamber’e ait olduğu düşünülen hırka) ziyareti günün en önemli geleneğidir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sonrası İstanbul’a getirilen Hz. Peygamber ve çevresindeki önemli kişilere ait eşyaların tutulduğu Topkapı sarayında bir özel bölme olan kutsal emanetler dairesi ziyaret edilmiştir. Padişahlar bu hırkaya yüz sürmüşlerdir. II. Mahmut döneminde üzerinde Hırka-i Saadet hakkında şiir ve mısraların bulunduğu mendiller Hırka-i Saadet’e sürülerek ziyaretçilere dağıtılmıştır [1]. Peygamberin Veysel Karani’ye hediye ettiği rivayet edilen bir diğer hırkayı muhafaza eden Fatih semtindeki Hırka-i şerif camii de 15. gün halkın ziyaret akınına uğramıştır. Padişahların Sultan Abdülmecid’ten sonra Topkapı dışındaki saraylarda yaşamaya başlamasıyla bu ziyaret töreni Hırka-i Saadet Alayına dönüşmüştür. Günün bir diğer önemli geleneği baklava törenidir. Kanuni dönemi başlayan bu gelenekte Hırka-i Saadet ziyaretinin ardından kapıkullarına baklava dağıtılmıştır.

    Bu gece on altı sayı

    Gidiyor Ramazan ayı

    Yeniçeri padişahtan

    Aldı bugün baklavayı [5]

    Ramazan davulları ayın kendine özgü adetlerinden birisi olmuştur. Hilalin tespiti sonrası ilk davullar çalınarak Ramazan’ın başladığı duyurulmuştur. Günümüze benzer şekilde sahur vakitlerinde insanlar davullarla uyandırılmıştır. Bu görev mahalle bekçilerine verilmiş, bekçiler sokak sokak dolaşarak maniler söylemişlerdir. Ramazan davulu çalma işi ciddiye alınmış, bekçiler davul çalma usullerini ve makamlarını öğrenmişlerdir. Sesi güzel olmayan bekçiler yerine davulcular görev almıştır. Ramazan’ın bitimiyle bayramda davulcular evlerin önünde davul çalmış ve hediyeler ve bahşişler toplamışlardır. Gayri Müslim mahallelerde davul çalınmamasına dikkat edilmiştir.

    Eriştik şükür Ramazana

    Ne mutlu erişen cana

    Gelince bu mâh-ı şerif

    Safa bağışlar insana

    Hakk’tan bize geldi ihsan Hakk’ın bize ihsânısın

    Müşkil işler oldu âsan Hem ayların sultânısın

    Bu gecemiz ibtidâdır Sen bir saâdet kânısın

    Ey mâh-ı sultan merhaba Ey mâh-ı sultan merhaba [5], mani örneği

    İftar ve sahur saatlerinde top atılması adetinin ne zaman başladığı kesin olmamakla beraber bazı kaynaklar Sultan III. Mustafa (1757 -1774) zamanında başladığını belirtir. İlk olarak Anadolu hisarından top atılarak başlayan bu gelenek zamanla Anadolu’ya yayılmıştır. Orduya ait toplar tecrübeli askerler tarafından ateşlenmiştir. Bununla alakalı ilginç olaylardan biri günümüzde İsrail sınırları içinde olan Akka şehrinde bayramda atılan bir topun bir Hristiyan’a isabet ederek öldürmesidir. Bu olay sonucu topçular, rütbelerini kaybetmiş ve 1 yıl Akka kalesinde hapse mahkum edilmişlerdir. [1].

    Ramazan Türk edebiyatını da derinden etkilemiştir. İlk örnekleri 17. yüzyıla ait olan Ramazaniyyeler, divan şairlerinin bu ayın öneminden ve güzelliklerinden bahseden kaside tipinde şiirlerdir. Genellikle padişah veya diğer devlet eşrafına sunulmuşlardır. Enderunlu Vâsıf’a ait bir Ramazaniyye’den mısralar su şekildedir:

    Açıldı yine mısra-ı dervâze-i gufran

    (Bağış kapısı yine açıldı)

    Hak’tan taleb-i mağfirete vakt ü zamandır

    (Allah’tan af dileme zamanıdır)

    Ol mâh-ı fazîlet ki beher rûz-ı şerîfi

    (O fazilet ayı ki, her mübarek günü)

    Sad mâha bedel olsa ayn-ı ziyandır

    (Yüz ay değerinde olsa dahi yine ziyandır/eksik kalır)

    İftar sofraları her yönüyle Ramazan ayının önemli parçalarından birisi olmuştur. Özellikle konaklarda verilen iftarlar, yemekleri ve adetleriyle kültürel olarak çok değerlidir. Durumu iyi insanların konaklarında verdiği iftarlar birçok ritüele sahipti. İftar yapılacak yerlerde ezandan bir süre önce tütsüler (öd ağacı, amber) yakılır, ezana az bir süre kala sofranın başına oturularak iftar topu beklenir ve bu arada odada Kur’an-ı Kerim okunurdu [1]. Oruçlar genellikle zemzem suyuyla ve hurmayla açılırdı. İftar yemekleri iki kısımlı olurdu. Öncelikle İftariyelik denilen hafif şeyler (genelde peynir, zeytin, reçel, sucuk, pastırma tarzı kahvaltılıklar) atıştırılarak akşam namazı kılınır ve namaz sonrası asıl yemekler yenirdi. Günümüzde olduğu gibi Ramazan pideleri sofraların baş tacıydı. Ramazan ayında Türklerde balık ve deniz ürünü tercih edilmezdi. İftar sofraları çorbayla baslar, Yumurta-yı Hassa, yani soğanlı yumurtayla devam ederdi. İftarlarda çokça tercih edilen soğanlı yumurta saray aşçılarının sınav yemeği olmuştur. I. Abdülmecid döneminde Ramazan ayının 15. gününde sarayda soğanlı yumurta yarışması yapılmış, en iyi yumurtayı yapan aşçı “kilercibaşı” olarak sarayda çalışmaya hak kazanmıştır. Çorba ve soğanlı yumurta sonrası sırayla et yemeği, börek, sebze yemeği ve pirinç pilavı gelirdi. Tatlı ise Ramazan aylarıyla özdeşleşmiş güllaçtı. İftar yemeği sonrası mutlaka kahve veya meyve şerbetleri içilirdi [2]. Orta halli evlerde bile her an misafir gelebileceği düşüncesiyle yemekler bol bol yapılır, kalanlar ertesi gün durumu iyi olmayanlara dağıtılırdı [1].

    Zengin konaklarda görülen bu iftar davetlerine zengin fakir her kesimden insan davetsiz şekilde gelebilmiştir. Bu konaklarda durumu iyi olmayanlara yardım edilmiş ve II. Meşrutiyet’e kadar devam etmiş bu geleneğe “diş iğnesi” denilmiştir. İslamiyet’te olmayan ve bir Türk geleneği olan bu gelenekte ev sahipleri gelen misafirlerine para ve hediye eşyalar verirdi. Varlıklı aileler Ramazan ayı boyunca konaklarında imam ve müezzin istihdam eder, bu görevliler konaklarda teravih namazı kıldırır ve sahur ve sabah namazı arasında fasıllar ve mukabeleler yapardı. Osmanlı’da teravih namazları dört rekatlık beş ayrı kısım seklinde kılınır, bu kısımlar arasında farklı makamda ilahiler okunurdu. Konaklarda teravih sonrası şerbet ikramı bir diğer gelenekti. Saray’da ise daha farklı ve Enderun Teravihi denilen bir namaz kılınmıştır. Buhurizade Mustafa Itri Efendi (1640-1712) tarafından Türk kültürüne kazandırıldığı düşünülen ve büyük camiler ve dergahlardan Anadolu’ya da yayılan bu namaz geleneği, dört rekatların arsasında musiki eşliğinde icra edilen ilahi, kaside ve methiyeler içerir. Her dört rekat arasında farklı bir makamın kullanılmasıyla teravihe geç kalan biri, namazın kılındığı makamdan hocanın kaçıncı rekatı kıldırdığını anlayabilmiştir. İmamlar, her dört rekâtı musikinin okunduğu makamda kıldırmıştır [2].

    Kaşgarlı Mahmud, bayram kelimesinin “sevinç ve eğlence günü” anlamına gelen Farsça “bezrem/bezram” kelimesinin Oğuzlar tarafından “beyrem/bayram” seklinde telaffuz edilmesiyle kültürümüze yerleştiğini söyler. On bir ayın sultanını kutlayan Ramazan Bayramı Türk kültürünün bir mihenk taşıdır. Misafirlere şeker, lokum ve tatlı ikram edilmesinden dolayı halk arasında Şeker Bayramı olarak da adlandırılmıştır. Hilal takip edilmesiyle tespit edilen Bayram günü, arefe günü ikindi vaktinde top atılarak (buna “Bayram Topu” denilmiştir) ve kandiller yakılarak halka ilan edilmiştir. Hilal eğer hava şartları dolayısıyla görülemezse Ramazan ayı bir gün daha oruç tutularak 30 güne tamamlanır ve bir sonraki gün bayram olurdu. Padişahlar bayram namazlarını genellikle Ayasofya veya Sultan Ahmed Camilerinde kılmışlardır.

    Bayram öncesi, Ramazan ayına hazırlıkta olduğu gibi evlerde titiz ve kapsamlı temizlik yapılırdı, giyilecek giysiler özenle seçilir ve bayramlaşmaya gelecek misafirler için ikramlar hazırlanır. Bayram öncesi kuruyemişçi, şekerci, lokumcu, börekçi ve tatlıcı dükkanları en çok revaç gören yerler olur, bayram alışverişi yapmaya gelenler Kapalıçarşı’yı doldurup taşırırdı. Bayram namazları sonrası eve dönmeden önce herkes yakınlarının kabrini ziyaret ederdi. Badem şekeri, helva, lokum, baklava ve gülbeşeker (kırmızı gülün bal ve limonla ezilerek bir reçel kıvamına getirilmesi) gibi tatlıların ikramı adetti. Çocuklar kapı kapı gezerek harçlık ve şeker toplarlardı. Bayramlarda meydanlarda ve mesire alanlarında bayram eğlenceleri kurulurdu. Sarayda bayramlar Fatih Sultan Mehmet’in Fatih Kanunnamesi’e koyduğu devlet protokollerine göre kutlanırdı. Fransız gezgin Gerard de Nerval (1808-1855) Ramazan Bayramı gözlemlerini şöyle aktarmıştır:

    Türklerin Ramazan Bayramı bizim yılbaşı bayramımıza benzer. Fakat bu ülkede Avrupa medeniyeti yavaş yavaş sızmaya, dinlerine aykırı düşmeyen sahalarda, adetlerine bile tesir etmeye başlamış. Öyle ki kadın ve çocuklar Fransa’dan veya Almanya’dan gelen süslü şeylere, değersiz ama gösterişli eşyaya bayılıyorlar. Ayrıca Türk kadınları çok güzel reçel ve tatlı yapmalarını bildikleri halde, şeker, bonbon ve mukavva işleri tamamen Paris mamulüdür. Bayram sabahı, güneş doğarken, gemilerden ve bütün hisarlardan atılan toplar şehri inletti. Bin minareden yükselen ezan sesleri her tarafta yankılandı. Büyük şaşalı bir merasim yapıldı. Merasimden sonra herkes birbirinin elini öptü.

    Yazımızda bahsettiğimiz birçok Ramazan geleneğinin zamana yenik düşerek yok olmasını Yahya Kemal şöyle ifade etmiştir:

    Senede bir defa gelen bu otuz günlük şehrâyinin, büyük bir mazinin şaşaasına özlem duyuyoruz. Bu levha mazidir. Biz onun içinde müzede dolaşır gibi dolaşıyoruz. Kendimiz ondan değil ve ona Frenkler kadar yabancıyız. Eski Ramazanımızın medeniyet ışığı söndü. İbadetler bile teamül haline geldi. Keşke ceddimizin Ramazanına dönsek de Ramazan Türk halkı için her sene tekerrür eden bir tasfiye merhalesi olsa [2].

    Kaynakça

    [1] Osmanlı İstanbul’unda Ramazan Kültürü ve Ramazan Sofraları, Fadime Aşık

    [2] Osmanlı Toplumunda Ramazan Kültürü, Gül Bezci

    [3] Arşiv Belgelerinden Hareketle 18. Yüzyıl İstanbul’unda Ramazan, Ertuğrul Yıldırım

    [4] OSMANLI’DA RAMAZAN: Tenbihnâmelerden, Davulcu Yasaklarına Eski Ramazanlar, Mustafa   Bozkurt Lex Historiae Youtube Kanalı

    [5] Ramazan-nâme, Amil Çelebioğlu

  • Kerkük Ezgileri

    Irak’taki Oğuz Türk’ü varlığının Anadolu Türklüğünden bile eski olması bölgenin tarihsel olarak bir Türk yurdu olduğunu göstermektedir. Emeviler döneminde paralı asker olarak Irak bölgesinde görülen Türkler, 1040 yılındaki Dandanakan Savaşı sonrası Selçuklu Devleti’nin kurulmasıyla hızlanan Oğuz göçleriyle varlıklarını Irak’ta belirginleştirmiştir. 13.yy. başında başlayan büyük Moğol istilasından kaçan büyük Türkmen kitleleri aynı Anadolu’da olduğu gibi Irak’ta da Türk hakimiyetini güçlendirmiştir. Tarih boyunca bu bölge Selçuklular, Harzemşahlar, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safeviler ve Osmanlılar gibi birçok büyük Türk devletinin hakimiyetinde kalmıştır. 1. Dünya Savaşı sonrası bölgedeki Türk egemenliği son bulmuş ve İngiliz mandası başlamıştır. Tarihsel olarak Türkmen kelimesi ilk olarak 10. yüzyılda Selçuk Bey önderliğinde Müslüman olan Türkler için, sonraları göçebe Türkleri yerleşik hayata geçmiş Türklerden ayırmak için ve daha sonrasında Türkiye sınırları dışında kalmış Osmanlı mirası Türk varlığını ayırt etmek için kullanılmıştır ve Irak Türklerine Türkmen dememizin sebebi budur. Günümüzde Musul, Erbil ve Kerkük şehirleri çevrelerinde yoğunlaşmış Türkmenler 3 milyon nüfuslarıyla ülkedeki en büyük üçüncü etnik gruptur ancak Irak’ta Osmanlı’dan sonra gücü ve demografik çoğunluğu elinde tutan Araplar ve en büyük azınlık olan Kürtler tarafından 100 senedir sistematik asimilasyon ve yıldırma politikalarına maruz kalmaktadırlar. Irak Savaşı öncesi Baas yönetimi altında Türk yoğunluklu bölgelere Araplar yerleştirilmiş, Türkler baskılarla göç ettirilmiş, iftira ve karalama kampanyalarıyla binlerce Türkmen infaz edilmiş ve hapsedilmiştir. Saddam’ın devrilmesi sonrası bölgede kurulan bölgesel Kürt yönetimi de bölgedeki demografik yapıyı Kürtler lehine değiştirmek için benzer politikaları sürdürmüştür. Örneğin, Irak’ın işgali sırasında Irak ordusunun güneye çekilmesiyle 10 Nisan 2003’te Kerkük ve 11 Nisan 2003’te Musul’da Kürt peşmergelerin şehirlere girdikten sonra ilk yaptıkları şeyin tapu ve nüfus kayıtlarının bulunduğu devlet dairelerine baskınlar düzenleyerek ağırlıklı olarak Türkmenlere ait olan kayıtları yakmak olması, Kürt yönetiminin Türkmenlerin bölgedeki tarihi mülkiyet haklarına ve siyasi meşrutiyetlerine düşman olduğunun apaçık kanıtıdır. Türk Güncesi olarak Irak Türkmenlerinin kültürlerini tanıtarak Türkiye Türklerindeki farkındalığı arttırmak vizyon ve misyonumuzun bir parçasıdır. Bu şekilde Irak Türkmenleri ile kültürel ve tarihsel olarak etle tırnak gibi ayrılmaz olduğumuz herkesin nezninde kabul görecektir. Bu yazıda Kerkük yöresinin muhteşem türkülerini tanıtacağız. “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan. Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir, Turan!” özdeyişini bir yaşam ilkesi kabul eden bizlerin arzusu, ölmeden Kerkük’ü tekrar Türk hakimiyeti altında görmektir…

    Rumeli’nden Kafkaslara, Karadeniz yaylalarından Yörük yurdu Toroslara, peygamberler şehri Urfa’dan Ege’nin incisi İzmir’e, sapsarı bozkırlardan turkuaz renkli Akdeniz’e, can Azerbaycan’dan ata yurdu Kerkük’e uzanan coğrafyada türkülerimiz yüzyıllardan beri biz Oğuzların yoldaşı olmuştur. Kavuşmalar ve ayrılıklar, sevinçler ve acılar, doğumlar ve ölümler bu türkülerle ifade edilerek can bulmuş, dile gelmiştir. ‘‘Türk’ e ait’’ anlamındaki türkü, “Türki” kelimesinden türemiştir. Türkü, Türkler’in Türkü, Türkmenler’in Türkmani ve Varsaklar’ın Varsak şeklinde ifade ettiği halk şarkılarının genel adıdır [3]. Birçoğu yüzyıllardan beri çalıp söylenen ve anonim olan türkülerimiz yörelerinin dili ve yaşantısını yansıtması açısından çok değerlidir.

    Dünya dolsa şarkıyılan

    Türk’üz türkü çağırırız

    Yola gitmek korkuyulan

    Türk’üz türkü çağırırız

    Türk’üz Türkler yoldaşımız

    Hesaba gelmez yaşımız

    Nerde olsa savaşırız

    Türk’üz türkü çağırırız

    Türklerdir bizim atamız

    Halis Türk’üz kanı temiz

    Şarkı gazeldir hatamız

    Türk’üz türkü çağırırız

    Bayramlarda düğünlerde

    Toplantıda yığınlarda

    Sıkılınca dar günlerde

    Türk’üz türkü çağırırız

    Yaylalarda yataklarda

    Odalarda otaklarda

    Koyun gibi koytaklarda

    Türk’üz türkü çağırırız

    Su başında sulaklarda

    Türkün sesi kulaklarda

    Beşiklerde beleklerde

    Türk’üz türkü çağırırız

    Hep beraber gelin kızlar

    Bile coşar o yıldızlar

    Koşulunca çifte sazlar

    Türk’üz türkü çağırırız

    İnler Veysel arı gibi

    Bülbüllerin zarı gibi

    Turnalar katarı gibi

    Türk’üz türkü çağırırız

    (Aşık Veysel)

    Kalbi Türk dünyası içen atan herkesin kalbinde bir yara, Türkmeneli’nin incisi, Misak-i Milli’nin ayrılamaz bir parçası can Kerkük… Hoyratlarıyla ve kırık havalarıyla Türk halk müziğinin baş tacı, Irak’ta yalnız bıraktığımız, sahip çıkamadığımız, elimizden yitip giden, zalimin zulmü altında ezilen Kerkük…

    Yıktılar kal’amızı

    Sürdüler balamızı

    Daha can boğazdayken

    Çektiler salamızı

    Ah Kerkük yüz ah Kerkük

    Her zaman yüz ak Kerkük

    Ölseydim düşmeseydim

    Men senden uzah Kerkük

    Kerkük ağzı Azerbaycan ağzıyla büyük benzerlikler taşımaktadır. Yöre havalarını uzun hava ve kırık hava olmak üzere iki ana kategoriye ayırabiliriz. Uzun havalar serbest ağızla okunan ölçüsüz ezgilerken kırık havalar ölçülüdür. Irak Türkmenlerinin en yoğun yasadığı yöre olan Kerkük’te hoyratlar halk müziğinde en önemli yeri tutmaktadır. Hoyratlar bir aşk ve gurbet temalarının ağırlıklı olarak kullanıldığı uzun hava türüdür. Kerkük halk müziğinde sazlardan ziyade insan sesi ön plandadır. Bu yüzden, güçlü ses gerektiren uzun havalar daha fazla gelişirken bölgeye özgü sazlar fazla gelişmemiş, bunun yerine klasik sazlar (ud, kanun, keman ve zilli tef) ile icralar yapılmıştır [3]. Anadolu Türklerindeki aşık atışmalarına benzeyen hoyrat atışmaları yörede önemlidir. Hoyratlar genellikle tek başına okunmaz ve türkülerle bağlanır ve herkes türkülere eşlik eder. İki üç türkü okuduktan sonra, sanatçı elini kulağına götürerek hoyrata başlar ve bazen okunan hoyrata bir başkası da hoyratla cevap verir [2]. Sanatçının bulunduğu mekana ve zamana bağlı tercihine göre hoyratlar mevcut sözlerle ya da o anda yazılan yeni sözlerle söylenebilir.

    Horyatlarda bizdeki âşık atışmasında olduğu gibi ayak atışması vardır. Yani bir horyat okuyan hangi ayakla başlamışsa, ona cevap vermek isteyen usta okuyucu da aynı ayakla cevap vermek zorundadır. Farklı bir ayakla cevap verdiği zaman o meclistekilerin birçoğunun gözünde nazarında düşer. Hatta bazıları okuyanı alaya alır gibi “yallah”, “haydi” gibi laflar ederler. Bazı türkülerde, okuyan söz unuttuğunda dinleyen kişiler “deydey” yani “haydi oradan”, “sözünü unuttun”, “uygun bir ayak tutturamadın” gibilerinden laflar ederek alaya alırlar. Hatta atışan iki kişiden biri ona uygun ayaktan söyleyemedi mi ordan üç beş kişi kalkar, “sen bilmiyorsun, kalk biz söyleyelim” diyerek araya girerler ki bu durum horyat okuyan için bir zul dür. Onun düştüğü durum zulümdür – Mehmet Özbek [2]

    Kırık havalar, besteler (türküler), tenzileler (dini ezgiler), halay ve oyun havalarını içerir. Yöredeki kırık havalar Azerbaycan yöresiyle benzerlikler taşırken uzun havalar Urfa ve Elazığ yöresindeki uzun havalarla benzerlik taşımaktadır. “Divan” Urfa, Elazığ ve Kerkük’te ortak olarak görülen bir başka uzun hava çeşididir.  

    Hoyrat cinaslı manilerin uzun hava olarak ezgilendirilmiş şekline denir. Daha çok erkekler tarafından söylenir. Konuları ise daha çok sevgi ve sevgili üzerinedir. Hoyratların en belirgin özelliği kafiyelerinin genellikle cinaslı olmasıdır [4].

    Kerkük Türklerinin örf ve adetlerinde müzik önemli bir yer tutmaktadır. Düğün (Kerkük yöresinde toy denir) arifesinde kurulan meclislerde ses sanatkarları hoyratlar çağırır, aynı adet sünnet törenlerinde de vardır. Ölüm gibi acı olaylarda Türkiye’de ağıt ve Azerbaycan’da ağı olarak bilinen yaşanılan acının feryat edilerek yanık bir sesle ifade edilmesine Kerkük’te “sazlamağ havası” denir. Mevlitlerde uzun hava makamında hoyratlar, ilahiler ve söz ve ezgileri ile Kerkük’e özgü olan tenzileler (dini türkü) okunur [2]. Kerkük kırık havaları bazı yönlerden diğer yörelerden ayrılır. Örneğin, Türkülerin başında “vay vay” gibi ekleme sözlerle kıtalara başlanması Kerkük türkülerine özgü bir gelenektir. Türkülerdeki Anadolu Türklerine duyulan özlem teması bir diğer farklılıktır.

    Bentlerin başında da çok kez, her türkünün nağmesine yâni lahnine uygun olarak gür ve yüksek bir sesle söylenen „vay vaaay‟ sözlü nağme yer alır. Usta okuyucuların başarıyla ifa ettikleri bu güzel ses taksimi, türkünün âdeta anahtarı mahiyetindedir – Ata Terzibaşı [5]

    Genellikle hep 5 zamanlı ve bunun birleşimi olan 10 zamanlı usullerle yapılmış olan türkülerde bir şenlik bir mutluluk hissedersiniz ama bu sahte mutluluktur çünkü içleri kan ağlayan insanların böyle bir mutlulukla kendilerini çaresizlik karşısında avutmaya çalışmalarının bir göstergesidir. Sözlere baktığımızda ise o yaralılığı görürsünüz;

    Yaradan canım

    Sızlar yaradan canım

    Ya beni yara yetir

    Ya beni yara yetir

    Buradaki yar, yara yetiştirme istediği şey Anadolu’dur, Türklüktür, Türklerdir. Anadolu’daki Türklerdir. Birçok deyişimizde yar Allah’ı bize yansıtıyorsa, yar Allahsa, dost Allahsa buradaki de Anadolu’dur, Türklüktür. Ya beni yara yetir / Ya beni yara yetir Bunu belki çok coşkulu bir tempoyla söyler ama oradaki hüznü, oradaki hasreti sezmeniz lazım – Mehmet Özbek [2]

    Abdülvahit Küzecioğlu ve Abdurrahman Kızılay Kerkük havasının en önemli iki temsilcilerindendir. Abdülvahit Küzecioğlu birçok Kerkük türküsünün kaynak kişisi olarak Türk Halk Müziğinde önemli bir yere sahiptir. 1927 Kerkük doğumlu Türkmen sanatçı, Ankara ve İstanbul radyoları vasıtasıyla Kerkük türkülerini Türkiye’ye tanıtmış ve TRT repertuvarını şekillendirmiştir. 1940 Kerkük doğumlu Abdurrahman Kızılay, Ankara Devlet Konservatuarı’nda okuyup Türkiye’de kalmış ve ülkemizde Kerkük yöresinin en önemli temsilcilerinden olmuştur. En çok derlemeyi ise Mehmet Özbek, en çok notalamayı ise Mehmet Özbek ve Nida Tüfekçi yapmıştır. [1]. Derlemek, bir türküyü yörede türküyü bilenlerden, yani kaynak kişiden dinleyerek düzenleyip halka kazandırmak demektir.

    Yazımı en sevdiğim Kerkük ezgilerinden oluşan bir listeyle sonlandırıyorum. Listeyi içeren Wiki sayfamız:

    https://wiki.turkguncesi.com/tr/turk-musigi/turk-halk-muzigi/kerkuk-turkuleri

    Türküleri ve uzun havaları sözler, müzikal ayrıntıları içeren bir web sitesine referans ve aslına ve kaynak kişinin aktardığına uygun şekilde icra edilmiş bir canlı performans ile vermeyi uygun buldum.

    Kaynakça

    [1] Trt Repertuvarındakı̇ Kerkük Türkülerı̇nı̇n Tür ve Bı̇çı̇m Yönünden İncelemesı̇, Orhan Öztürk

    [2] Abdurrahman Kızılay ve Kerkük Türküleri, Deniz Şener

    [3] Trt Türk Halk Müzı̇ğı̇ Repertuvarında Bulunan Eserlerı̇n Sesle İcra Bakımından İncelenmesı̇ -Gazı̇antep Kerkük Örneğı̇, İlker Gökkaya

    [4] Gaziantep- Barak Müzik Kültürü Bazı Tespit ve Düşünceler, Savaş Ekici

    [5] Kerkük Havaları, Ata Terzibaşı