Cumhuriyet tarihinde Türk milliyetçiliği birkaç kez kritik dönemeçlerle karşılaşmıştır. Bu paradigmatik kırılma noktalarının ilki ve belki de en mühimi, 1944 senesinde görülen Irkçılık-Turancılık davasıdır. Bu yargı süreci, ulusal basında geniş yankı uyandırmış ve Türk siyasi tarihinin seyri üzerinde büyük etki yaratan olaylardan biri olarak tarihe geçmiştir. Türkçülük ideolojisinin devlet tekelinden çıkarak sivil bir hareket olarak müstakil bir kimlik kazanması, bu yargılamaların neticesinde gerçekleşmiş; resmi milliyetçilik paradigması ile sivil milliyetçilik konsepti arasında belirgin bir ayrışma ortaya çıkmıştır. Günümüzde 3 Mayıs, Türkçülük Günü olarak anılmaya ve kutlanmaya devam etmektedir. Bu hukuki süreç ve beraberindeki gelişmeler, dönemin Türk dış politikası dinamikleri ve uluslararası siyasi konjonktüründen izole bir şekilde değerlendirildiğinde eksik bir analiz ortaya çıkacaktır [1]. 1940’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin küresel güç olarak etkinliğini arttırması paralelinde, Türkiye’deki Marksist ve Komünist hareketler de ivme kazanmaya başlamıştır. Buna ilaveten, Türk hükümeti, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’nın yenilgiye uğrayacağını ve Sovyetler Birliği’nin yükselişini öngörerek, Moskova ile ilişkilerini iyileştirmek amacıyla, ülke içinde anti-komünist faaliyet gösteren Türkçü-Turancı çevreleri hedef almıştır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 19 Mayıs 1944 tarihinde Gençlik ve Spor Bayramı münasebetiyle gerçekleştirdiği konuşmasında, henüz yargılama süreci başlamamış Türkçü fikir adamlarını “suçlu” olarak nitelendirerek, peşinen mahkûm etme yoluna gitmiştir. Bu hitabında Turancılık ideolojisini zararlı ve hastalıklı bir düşünce akımı olarak tasvir etmiştir:
Türk milliyetçisiyiz, fakat ülkemizde ırkçılık prensibinin düşmanıyız… Turancılar, Türk milletini bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için birebir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar bilinçsiz ve vicdansız bozguncuların yalan dolanlarına Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız. Bozguncular genç çocukları ve saf vatandaşları aldatan düşüncelerini millet karşısında açıktan açığa tartışmayacağımızı sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır… Vatandaşlarım! Emin olabilirsiniz ki, vatanımızı bu yeni fesatlara karşı da kudretle müdafaa edeceğiz [1].
Cumhuriyetin kuruluş döneminde milliyetçilik, devlet tarafından sistemli bir şekilde formüle edilmiş ve uygulamaya konulmuştur. Bu resmi milliyetçilik anlayışı, Atatürk’ün vefatının ardından giderek artan eleştirilere hedef olmuştur. Bu eleştiriler, 1940’lı yıllarda resmi milliyetçiliğe alternatif bir sivil milliyetçilik akımını temsil eden Türkçü-Turancı gruplarla doruk noktasına ulaşmıştır. Bu ideolojik ayrışmanın anlaşılabilmesi için Türk milliyetçiliğinin tarihsel gelişimini incelemek gerekmektedir. Türk milliyetçiliği, iki temel yaklaşım çerçevesinde evrilmiştir. Ziya Gökalp’in önde gelen temsilcilerinden olduğu ekol, Fransız milliyetçilik modelini esas alarak etnik köken veya soydan bağımsız bir Türk milleti kavramını benimsemiştir. Gökalp’in tanımına göre millet, aynı terbiyeyi almış ve ortak kültürel birikime sahip insan topluluğudur. Dil, toplumu birleştiren ve bir millet kılan temel araç olarak kabul edilmiş, bu milliyetçilik anlayışı dönemin tarihsel şartları doğrultusunda, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını engelleme amacıyla şekillenmiştir. Bu yaklaşımda Türklük, anayasal bir kimlik olarak tanımlanmış ve coğrafi temelli bir milliyetçilik anlayışı ön plana çıkarılmıştır. Diğer milliyetçilik akımı ise, Rusya’da yaşayan Türk topluluklarının Rus devletine karşı verdikleri varoluş mücadelesinden doğmuş, bu nedenle etnik temele daha fazla vurgu yapan bir düşünce sistemi olarak gelişmiştir. Yusuf Akçura’nın başlıca temsilcilerinden olduğu bu ekolde, millet tanımı coğrafyadan ziyade ortak soy ve tarihsel bağlara dayalı olarak formüle edilmiştir ve Turancı ideallere sahiptir.
Cumhuriyet dönemi milliyetçilik anlayışı, ulus-devlet yapılanması temelinde bu iki ekolün sentezini oluşturmuştur. 1930’lu yıllarda gerçekleştirilen Türk Dil Devrimi ile dilde sadeleşme çalışmaları ve bizzat Atatürk’ün desteğiyle şekillenen Türk Tarih Tezi aracılığıyla Anadolu merkezli yeni bir “Türk” kimliği tanımlanması çabaları, bu dönemde milliyetçilik kavramının genel olarak batılılaşma ve modernleşme hedefleriyle aynı bağlamda değerlendirildiğini göstermektedir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1935 yılı parti programında milliyetçilik, “ilerleme ve gelişme yolunda ve uluslararası değerlerde ve ilişkilerde Türk toplumunun çağdaş uluslarla yan yana ve uyum içinde yürümesi” şeklinde formüle edilerek resmi devlet ideolojisinin temel bir bileşeni olarak konumlandırılmıştır. Resmi milliyetçilik söylemi, Türklerin milattan önceki dönemlerde Orta Asya’dan göç ederek Hitit ve Sümer gibi önemli medeniyetlerin kurucuları olduğu tezini vurgulayarak Batılı ve seküler bir Türklük tanımı ortaya koymuştur. Türk tarihinin Selçuklu ve Osmanlı dönemlerini ikincil konuma iterek, Türk kimliğini Anadolu coğrafyasıyla sınırlandıran ve dar bir çerçevede tanımlayan, Pantürkizm ve Turancılık akımlarını emperyalist ve maceracı olarak niteleyen bu milliyetçilik perspektifi, tarih yazımı ve coğrafi tasavvur bağlamında Türkçü-Turancı entelektüeller tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Bu düşünürler, 3 Mayıs süreciyle birlikte resmi milliyetçilik anlayışından tamamen farklılaşan bir sivil milliyetçilik paradigması geliştirmişlerdir [1].
İsmet İnönü’nün “Milli Şef” olarak ülkeyi tek parti rejimiyle yönettiği yıllarda, dönemin başvekili (başbakan) Şükrü Saracoğlu mecliste 5 Ağustos 1942’de TBMM’de yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:
Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız [5].
Dönemin önde gelen Türkçü yazarlarından, tarihçi ve Türkolog Hüseyin Nihal Atsız, 1944 yılında Orhun dergisinin Mart ve Nisan sayılarında “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Açık Mektup” başlıklı iki yazı kaleme almıştır. Bu açık mektuplarda Atsız, Başbakan Saraçoğlu’nun milliyetçilik vurgusu yapan konuşmasını hatırlatarak, bu söylemlerin aksine uygulanan bazı politikaları keskin bir üslupla eleştirmiştir. Atsız, bu yazılarında Milli Eğitim Bakanlığı’nda görevlendirilen Sabahattin Ali ve Ahmet Cevat Emre gibi bazı isimlerin komünist eğilimli olduklarını ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarına aykırı faaliyetler yürüttüklerini iddia etmiştir. Milli eğitim politikalarının Türk karşıtı yaklaşımlara ve komünist faaliyetlere müsamaha gösterdiğini öne süren Atsız, eğitim sisteminde milliyetçilik prensiplerinden uzaklaşıldığı yönündeki endişelerini dile getirmiştir. Mart ayında yayımlanan mektubun bazı kısımları şu şekildedir:
Sayın Türkçü Başvekil!
Yukarıda anlattıklarımı münferit vak’alar olarak sayamayız. Solculuk, gördüğü müsamaha ve kayıtsızlıktan faydalanarak sinsi sinsi ilerliyor. Liselerde bu fikre saplanmış hastalar görülüyor. Bunlar arkadaşlarına “Yakında hepiniz komünist zindanlarında çürüyeceksiniz” demek cür’etini gösterebiliyor. Yüksek öğretimde bu hastalık daha çok artıyor. Arasına gayrimemnunları, gayri Türkleri de alarak büyüyor. Yalnız mahrem ve samimî düşünce hâlinde kalmayarak hareket hâline geçiyor. Boy boy dergiler çıkıyor. Bu dergilerde aynı teranelerle ahlâka, vatan ve şeref duygusuna, millet hakikatına saldırılıyor. Taassupla mücadele ediliyormuş gibi gözükerek mukaddesatla eğleniliyor. Bu dergilerden biri kapatılınca aynı imzalarla bir başkası çıkıyor. Bu işsiz güçsüz serseriler parayı nereden buluyor? Satılmayan bedava dağıtılan dergileri nasıl yaşıyor. Fakat en zorlusu siz bunlara nasıl göz yumuyorsunuz? Dergilerle ve hatta günlük gazetelerle işlenen bu vatan düşmanı fikrin bazen devletçi, bazen vatancı, bazen insancı, bazen ilimci kılıklarla Türk milletini zehirlemesine niçin müsaade ediyorsunuz?
Niçin bu memlekete istiklâli çok görmüş, onu başkalarına köle etmek istemiş olanlara yüksek makamlarda yer veriyorsunuz? Bunlar demokrasinin icapları ise o zaman memlekette, bilhassa ilmî alanda da geniş bir fikir hürriyeti olması gerekir. Bu sözlerim, demokrasiye has tesamuh ile karşılanırsa daha söyleyecek çok sözlerim vardır. 0 zaman ben size ilmî sahada bile fikir hürriyetinin nasıl olmadığını, bu hürriyeti boğmaya çalışanların kimler olduğunu, bizi başkalarına köle etmek istedikleri hâlde mühim mevkiler işgal edenlerin listesini, Türkçülükle eğlenen, Türk geldiğine pişman olan öğretmenlerin kimler olduğunu söyleyebilirim ve inanın ki sözlerimi şahitler ve maddî deliller ile ispat edebilirim. Fakat bunun için bu ön sözümün karşılanacağını bilmem lâzımdır. Bu sözlerimin göreceği Türkiye’de ciddî bir yazı hürriyetinin olup olmadığını gösterecek, millet fertlerinin hiçbir karşılık beklemeden hükûmete yardım etmesi kabil midir bunu ortaya koyacak, sizin de hakikî bir demokrat olup olmadığınızı belirtmek bakımından pek önemli bir sonuç vererek daha birçok karanlık noktaları aydınlanmasına yardım edecektir. Aksi taktirde, eski bir tarihî efsaneyi tanzir ederek diyebilirim ki 700 yıl önce Anadolu’ya gelen 400 arslana karşılık, bugün 400 koyun hâlinde çadırlarımızı yeniden dererek arslanların geldiği yolun tam dikine doğru yola koyulmamız gerekecektir [7].
Bu mektupların yayımlanması üzerine Sabahattin Ali, Nihal Atsız’a hakaret davası açmıştır. Bu dava, sonradan açılacak olan kapsamlı Irkçılık-Turancılık davasından ayrı olarak, iki şahıs arasındaki bir ihtilaftır. Sabahattin Ali’nin bu davayı açmasında dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve Ulus gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay’ın teşvik edici rol oynadığı iddia edilmektedir [1]. Davanın ilk duruşması Nisan ayının sonlarında gerçekleştirilmiş, ikinci duruşma ise 3 Mayıs tarihinde görülmüştür. Başlangıçta basit bir hakaret davası olarak açılan bu yargılama süreci, ikinci duruşmaya gelindiğinde milliyetçilik ve komünizm ideolojileri arasındaki bir hesaplaşmaya dönüşmüştür. Bu bağlamda altı çizilmesi gereken önemli bir husus, Sabahattin Ali’nin 1932 yılında kaleme aldığı bir şiirde Atatürk’e açıkça hakaret etmesi ve bu sebeple 14 aylık bir hapis cezasına çarptırılmış olmasıdır.
1944-1945 Irkçılık-Turancılık Davası, esasen bakıldığında, Türkçülük ile komünizm arasındaki çatışmanın Türkçüler aleyhine sonuçlanmasıdır [6].
İkinci duruşma öncesinde ve süresince Ankara’da yaklaşık on bin milliyetçi genç toplanarak Atsız ve Türk milliyetçiliği lehine, komünizm aleyhine kapsamlı bir gösteri düzenlemiştir. Bu protesto, güvenlik güçleri tarafından sert müdahalelerle bastırılmıştır. O dönemde üsteğmen rütbesinde olan ve gösteriye katılan Alparslan Türkeş de gözaltına alınanlar arasında yer almıştır. Tek parti rejiminin basın üzerindeki sıkı denetimi nedeniyle, 3 Mayıs günü meydana gelen olaylar ulusal gazetelerde yer bulamamıştır. Tanin, Vakit, Cumhuriyet ve Akşam gazeteleri 3 Mayıs tarihli duruşmaya ilişkin haberler yayımlamış; ancak hiçbiri yaşanan protesto olaylarına değinmemiştir [1]. Sabahattin Ali ile Nihal Atsız arasındaki davanın nihai duruşması 9 Mayıs 1944’te gerçekleştirilmiştir. İftira suçundan mahkûm edilen Nihal Atsız, dört ay hapis ve 66 lira para cezasına çarptırılmış, fakat bu ceza ertelenmiştir. Davası 9 Mayıs’ta sonuçlanan Atsız, ertesi gün Ankara’dan İstanbul’a dönüş hazırlıkları yaparken konakladığı otelde gözaltına alınmıştır. Onun tutuklanmasını takiben başka gözaltı operasyonları da gerçekleştirilmiş, 3 Mayıs gösterilerinin sorumlusu olarak görülen Turancı çevrelere ve Türkçü entelektüellere yönelik geniş çaplı operasyonlarda ev aramaları ve gözaltılar yapılmıştır. Bu süreçte gözaltına alınanlar arasında Türk tarihçiliğinin ve Türkoloji’nin önde gelen isimlerinden, İstanbul Üniversitesi’nde Genel Türk Tarihi Kürsüsünün kurucusu Zeki Velidi Togan; ilerleyen yıllarda Milliyetçi Hareket Partisi’ni kurarak Türkiye’de Türk milliyetçiliğinin simge isimlerinden biri haline gelecek olan Alparslan Türkeş; o dönemde henüz 24 yaşında olan ünlü Türkolog, yazar, hukukçu ve Ordinaryüs Profesör Reha Oğuz Türkkan; tarihçi ve dilbilimci Hüseyin Namık Orkun gibi önemli bilim ve düşünce insanları da bulunmaktaydı. Dönemin önde gelen gazetecilerinden Falih Rıfkı Atay, 13 Mayıs 1944’te CHP’nin resmi yayın organı olan Ulus Gazetesi’nde yayımlanan “Biz Tek Bir Cepheyiz” başlıklı makalesinde Turancı hareketi şu şekilde değerlendirmiştir:
İyi niyetleri, milli denen her şeye derinden bağlılığı gafil avlamağa, alttan alta Anayasa nizamını yıkmağa çalışan, içerde bir faşist diktatoryası kurmağa ve ham hayaller uğruna, bu memleketi dışarda bin türlü sergüzeştçiliğe alet etmeğe savaşan, kökleri, dal budakları ile Romanya’daki Gardistlikten farksız, fırsat gözleyici bir teşkilatlanmadır [1].
23 kişi “hükümeti devirmek üzere gizli teşkilat kurdukları” iddiasıyla Irkçılık-Turancılık davasında yargılanmıştır. 7 Eylül 1944 tarihinde başlayan yargılama sürecinde ve öncesinde, sanıklar sistematik işkencelere ve çeşitli hukuk dışı uygulamalara maruz bırakılmıştır. İnsanlık dışı nitelikteki “tabutluk” olarak bilinen işkence yöntemleri, 65 oturum süren Irkçılık-Turancılık davasının en çarpıcı yönlerinden biri olmuştur. Ülkenin saygın bilim insanları ve düşünürleri, bir kişinin ancak zor sığabildiği, doğrulmanın mümkün olmadığı ve altından kanalizasyon geçen dar hücrelerde günlerce aç ve susuz tutulmuştur. Tutuklananlar arasında yer alan şair Orhan Şaik Gökyay, mahkemedeki savunmasında şunları söylemiştir:
Tabutluğa konulduğum zaman tepemde yakılan 1500 mumluk ampullere baktığımda 20. Yüzyıl Türkiye’sinde değil, 14. asır evvelinde kızgın çöllere sokulan mazlum insanları gördüm.
Tüm baskılara rağmen, yargılanan Türkçü aydınlar, geri adım atmayarak Turancılık düşüncesinin ve Türkiye dışındaki Türklerin çıkarlarını gözetmenin yasal bir suç oluşturmadığını savunmuşlardır. Aynı zamanda, Sovyetler Birliği ve Çin’in Türk dünyası için tehdit unsurları olduğunu vurgulamışlardır. Yargılama sonucunda çeşitli cezalara çarptırılan sanıkların temyiz başvuruları, Askeri Yargıtay’ın kararı bozmasıyla olumlu sonuçlanmış ve tüm sanıklar beraat etmiştir. Böylece, bazı Türkçü aydınlar için yaklaşık bir buçuk yıl süren hapis ve ağır muamele dönemi sona ermiş ve Turancılık düşüncesinin anayasal bir suç teşkil etmediği hukuken tescillenmiştir. Bu davalarda yargılanan Türkçü entelektüeller, tutuklu kaldıkları süre boyunca haksız yere insanlık dışı işkencelere maruz bırakılmış, ancak bu kötü muamelelerin sorumluları yasal olarak hesap vermemiştir. Serbest bırakılmalarına rağmen, bazı aydınlar uzun süre mesleklerine dönememiş veya uzak yerlere sürgün edilmiştir. Nihal Atsız’ın tarih öğretmeni olan eşi, herhangi bir gerekçe gösterilmeden ve soruşturma açılmadan görevinden uzaklaştırılmış, ardından tutuklanmıştır. Davanın absürt boyutları, Atsız’ın Göktürk alfabesiyle yazdığı kişisel not ve mektuplarının “örgütün şifreli yazışması” olarak değerlendirilmesinde açıkça görülmektedir.
Tutuklular arasında bulunan Reha Oğuz Türkkan o süreci şöyle anlatmıştır:
Sansaryan hanında (beni) bir hücreye koydular. Yedi yedi buçuk ay o hücrede kaldım. Kimseyle konuşmak yok, gazete yok, kitap yasak, ziyaret yasak. Arkasından işkence zamanı başladı. Savcı geliyor, ifade almak istiyor, ne söylerseniz o kendisine göre yazıyor. İmza atmak istemediğinizde dışardan birilerini çağırıyorlar. Doktor çağırıyorlar ve “Eziyet ve meşakkate müsait mi diye muayene ediniz” diyorlar. Daha sonra beni mutena odaya götürdüler. Mutena oda (burada tabutluk dediğimiz yerden bahsediyor) benden biraz daha büyük ve beton içine oyulmuş bir yer. Kolumuzdan kelepçeyle asıyorlardı ve iki karış havada kalıyordum asılı olarak ve tepeden de ampuller. O ampulleri Nazi Almanya’sından işkence ampulü olarak getirmişler. Biraz sonra bir baktım ki sanki birileri böyle kızgın ateşle bir tornavidayı beynime sokuyor (ampullerin etkisinden bahsediyor). Zaman zaman beni çözüyorlardı ve imzala (sahte ifade) diyorlardı. Ben imzalamıyordum. Bizi 7 ay orada tabutluklar ve hücrelerde tuttular. Bir de yerin dibi vardı, sokak katının daha altında lağım akan akrep dolu bir yerde (tutulduk). Orada Nihal Atsız rekoru kırdı bir hafta kaldı, ben iki gün kaldım. Türkeş de tutuklananlar arasındaydı. Polis tırnaklarını sökmeye kalkmış.
Askeri mahkemede ifadem alınacağı gece beni uyandırdılar. Bir çocukcağız varmış, Turan markalı çiklet satarmış, bu çocuğu Turancılık yapıyor diye tutuklamışlar. Beni korkutmak için koridorda (çocuğa yaptıkları işkenceyi) seyrettiriyorlar. “Eğer yarın (mahkemede) işkenceden (tabutluklar) bahsedersen senin de göreceğin bu” diyerek çocuğu koşturuyorlar, sonra yatırıyorlar ve falaka dediğimiz o klasik dayağı atıyorlar, yarılıyor böyle tabanın altı. Orada bir tuzlu su dolu kova var ve (kovaya) ayaklarını sokuyorlar [3].
Dava Akşam, Cumhuriyet, Tan, Tanin, Ulus ve Vakit gibi gazetelerde geniş yer bulmuş ve kamuoyunu uzun bir süre meşgul etmiştir. Irkçılık-Turancılık operasyonu kapsamında tutuklamaların devam ettiği ve henüz yargı sürecine dahi başlanmadığı günlerde, gazetelerin ekseriyeti konuyla ilgili suçlayıcı ve kesin hüküm niteliğindeki haberler yapmışlardır. Sol çizgideki Tan gazetesi konuyla alakalı bir yazı dizisi yayımlamış ve şu tür ifadeler kullanmıştır:
Bu asi mahlûkların, ne yapmak istediklerini, biz, kendiliğimizden anlatmak istemiyoruz. Onların, muhtelif tarihlerde kapatılan, Eyüplü Halit gibi, isim değiştire değiştire tekrar çıkan mecmuaları, kitapları, risaleleriyle bugün yakalarına memleketi batırmağa yeltenmek rozeti takılmış olan Nihal Adsız ve Reha Oğuz Türkkanın, birbirleri aleyhine yaptıkları neşriyatı mehaz tutuyor, bu nankör, bu mayasıllı, işkilli ve dingildiyen kafaların birbirleri hakkındaki laflarını aynen yazıyoruz [1].
Sonuç olarak, 3 Mayıs olayları Türk siyasi tarihinde önemli bir dönüm noktası teşkil etmiş, sivil milliyetçiliğin örgütlenmesini hızlandırarak 1969 yılında Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) kurulmasına giden sürecin katalizörü olmuştur. 1945 yılında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı talep etmesi ve Boğazlara yönelik baskısı nedeniyle Türk-Sovyet ilişkileri kopma noktasına gelmiştir. Bu gelişmeler paralelinde, anti-komünist söylemlerin toplumda yaygınlaşmasıyla, 1944 yılında “aşırı” bulunarak devlet otoritesince bastırılan Turancı ve Türkçü ideolojik yaklaşımlar yeniden güç kazanmaya başlamıştır.
Bu olayın (Irkçılık-Turancılık davası) önemi nedir? Devlet Türk milliyetçiliğini zararlı bir fikir gibi ortaya koyarak çok büyük bir tahribat oluşturmuştur. Bugün birtakım sıkıntılar yaşıyorsak bu o dönemlerdeki politikaya bağlıdır. Milliyetçilik ve Türkçülük kamuoyunda gözden düşürüldü – Ahmet Bican Ercilasun [4]
Kaynakça
[1] Türk Milliyetçiliğinde Yol Ayrımı: 3 Mayıs 1944 Irkçılık-Turancılık Davası, Gökberk Yücel ve Yusuf Ziya Bölükbaş
[2] 1944 Irkçılık-Turancılık Davası ve Basındaki Tartışmalar, Hülya Öztekin
[3] Teke Tek Özel, Konuk Reha Oğuz Türkkan
[4] Tarihin Arka Odası, Konuk Ahmet Bican Ercilasun
[5] TBMM, Zabıt Cerideleri, Devre 6, Cilt 27, s.24-25
[6] Hüseyin Nihal Atsız’ın Çıkardığı Orkun Dergisi’nde (6 Ekim 1950-18 Ocak 1952) Dil, Kültür ve Milliyetçilik Hakkındaki Yazılar, Halil Cin
[7] Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Açık Mektup, Nihal Atsız