Türk Güncesi 101: Türk Modernleşmesi, Ulus-Devlet, Türkçülük ve Kemalizm

Giriş

Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılına girdiği bu süreçte, post-modern dünya düzeninin yeniden şekillendiği konjonktürde ülkenin uluslararası arenadaki konumunu güçlendirmesi ve etkisini artırması için kapsamlı yeni siyasi paradigmaların geliştirilmesi elzem görünmektedir. Bu bağlamda, 19. yüzyıldan itibaren başlayan, cumhuriyetin tesisiyle hız kazanan ve ulus-devlet yapılanması çerçevesinde Kemalist devrimlerle doruk noktasına ulaşan Türk modernleşme ve Batılılaşma sürecinin derinlemesine analiz edilmesi ve doğru biçimde kavranması hayati önem taşımaktadır. Bu çalışma, Cumhuriyet’in Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde eğitim, ulaşım, sağlık ve iktisat gibi muhtelif alanlarda gerçekleştirdiği yapısal dönüşümlerden ziyade, Tanzimat Fermanı ile resmî bir zemine oturan Türk Batılılaşma hareketini inceleyecek ve bir asır sonra dahi toplumun geniş kesimleri tarafından yeterince idrak edilememiş olan ulus-devlet konsepti ile cumhuriyetin tesis ettiği yeni Türk kimliği tanımını ele alacaktır.

Türk Modernleşmesi ve Türkçülük

Türk Batılılaşma sürecinin ilk sistematik aşaması olan Tanzimat Fermanı 1839 yılında resmen ilan edilmesine karşın, Osmanlı devlet bürokrasisi on yedinci yüzyıldan itibaren imparatorluğun yapısal sorunlarını teşhis etmeye başlamıştır. Peş peşe gelen askeri hezimetler, evvelce Batı’yı diplomatik temsilci dahi göndermeyecek derecede tahkir eden Osmanlı İmparatorluğu’nun özgüvenini ciddi biçimde zedelemiştir. 1699 senesinde imzalanan Karlofça Antlaşması, Osmanlı tarihinde Avrupa’da ilk defa kayda değer miktarda toprak kaybıyla sonuçlanmış; 1718’deki Pasarofça Antlaşması ise Orta Avrupa’daki Osmanlı hegemonyasının büyük ölçüde nihayete ermesine sebebiyet vermiştir. Bu antlaşma, 1730’da vuku bulan Patrona Halil İsyanına değin sürecek olan Lale Devri’nin başlangıcını olmuştur. Bu gelişme, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönelimini belirgin şekilde Batı’ya çevirdiğinin göstergesi olarak değerlendirilebilir. Söz konusu devirde tatbik edilen reformlar yüzeysel kalmış; devlet mekanizmasındaki değişimler sınırlı bir çerçevede başlatılmış ve ekseriyetle askeri modernizasyon boyutuyla sınırlı kalmıştır. Orta Avrupa’daki büyük kayıplara rağmen, 1783 yılında Kırım’ın Rus İmparatorluğu tarafından ilhakı, Türk tarihinde kritik bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu ile asırlardır çok yakın ilişkiler tesis etmiş olan Türk ve Müslüman Kırım Hanlığının elden çıkması, demografik yapısı itibariyle ağırlıklı olarak gayri-Müslim nüfusa sahip Avrupa topraklarının kaybına nazaran çok daha derin bir travma yaratmıştır. Türk-İslam âleminde kolektif travmaya yol açan bu hadise, aynı zamanda Karadeniz’deki Türk üstünlüğünün sona ermesini de beraberinde getirmiştir. Bu olayla birlikte modernleşme hamleleri daha da hız kazanacaktır.

III. Selim’in saltanatı (1789-1807) döneminde, Batılılaşma perspektifiyle ilk sistematik ıslahat girişimleri hayata geçirilmiştir. Bu süreçte, tamamen Batı modelini esas alan Nizam-ı Cedit ordusunun kuruluşu ve Avrupa’nın stratejik merkezlerinde daimi diplomatik temsilciliklerin açılması gibi önemli adımlar atılmıştır. III. Selim’in başlattığı bu reform hareketi, kendisinden sonra tahta çıkan II. Mahmut ile Tanzimat dönemindeki daha kapsamlı değişimlerin zeminini oluşturmuştur. Batılılaşma süreci, II. Mahmut, Abdülmecid, Abdülaziz ve II. Abdülhamid dönemlerinde sürdürülmüştür. II. Mahmud’un saltanatı esnasında, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve Avrupa tarzı pantolon ile fesin gündelik kıyafete entegrasyonu gibi köklü kurumsal ve sosyolojik değişimler gerçekleştirilmiştir. Sultan Abdülmecid devrinde, 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı, Türk modernleşme sürecinde bir paradigma dönüşümünü simgelemektedir. Bu belge, önceki reformları kurumsal bir çerçeveye oturtarak hukuk, idare ve vatandaşlık hakları alanlarında prensipler tesis etmiştir. Tanzimat Fermanı’nın gayrimüslim tebaa tarafından eşitlik bakımından yetersiz addedilmesi ve Batı devletlerinin diplomatik baskısı neticesinde Islahat Fermanı (1856) ilan edilmiştir. Bu ferman ile Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün tebaası eşit hukuki statüye sahip vatandaşlar olarak kabul edilmiştir. İlerleyen yıllarda, anayasal monarşi talepleri yoğunlaşırken, II. Abdülhamid, Kanun-i Esasi’yi yürürlüğe koyma vaadi ile tahta çıkarılmıştır. 1876 yılında I. Meşrutiyet’in ilanı ile Osmanlı Devleti, anayasal monarşi rejimine geçiş yapmış ve ilk anayasası olan Kanun-i Esasi tatbik edilmeye başlanmıştır. Bu periyotta modernleşme ivme kazanmış, bilhassa Tıbbiye ve Harbiye gibi yüksek eğitim kurumlarında kayda değer ilerlemeler kaydedilmiştir. Sultan II. Abdülhamid döneminde, ilk kez alaylı olmayan, sistemli eğitim görmüş kurmay subaylar yetiştirilmiştir. Bu modern eğitim kurumlarından mezun olan askeri kadrolar, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde kurucu kadronun ekseriyetini teşkil edecektir.

1789 Fransız Devrimi’nin ardından milliyetçilik ideolojisi küresel ölçekte güç kazanarak, çok uluslu yapıdaki Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecini hızlandırmıştır. On dokuzuncu yüzyıl boyunca Osmanlı bürokratik eliti ve entelektüel zümresi, devletin içinde bulunduğu buhranı aşmak amacıyla muhtelif çözüm paradigmaları geliştirmeye çalışmış, bu süreçte Tanzimat, Meşruti Monarşi ve anayasal yönetim gibi konseptler Osmanlı-Türk siyasi düşüncesine entegre edilmiştir. Bu tarihsel bağlamda Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi ideolojik akımlar belirginleşmiştir. Batıcılığın ilk somut tezahürleri, diasporadaki “Osmanlı Gazetesi” ve “İçtihat Dergisi” etrafında toplanmış Sultan II. Abdülhamid muhalifi entelektüeller tarafından ortaya konmuştur. İleride İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne dönüşecek olan İttihâd-ı Osmânî Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer alan beş Tıbbiyeliden biri olan Abdullah Cevdet, bu gazete ve derginin kurucularındandır. Jön Türk hareketinin savunuculuğunu yaptığı Osmanlıcılık ideolojisi, Tanzimat döneminden I. Balkan Savaşı’na (1912) değin bürokrasi tarafından benimsenen hâkim paradigma olmuştur. Sultan II. Mahmud’un “Ben tebaamın Müslüman’ını camide, Hristiyan’ını kilisede, Musevi’sini havrada fark ederim, aralarında başka bir fark yoktur” vurgusunda beliren yaklaşım, bu ideolojik perspektifi net biçimde yansıtmaktadır. Balkan Savaşları’ndaki askeri yenilgilerin akabinde, çok uluslu yapıyı tek bir siyasi şemsiye altında birleştirme ideali olan Osmanlıcılık fikri iflas etmiştir. İmparatorluğun kurucu ve temel unsuru olan Türkler ise, bu devlet yapısı içerisinde ulus-devlet konseptine sarılan son etnik grup olarak tarih sahnesinde yerini almıştır. Türkçülük ideolojisi, yirminci yüzyılın başlarında yaygınlık kazanmış; 1913 Bâb-ı Âli Baskını neticesinde siyasi iktidarı tamamıyla eline geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, Türkçülüğü resmi ideolojik çerçeve olarak benimsemiştir. Bu dönemde Türk Derneği (1911) ve Türk Ocakları (1912) gibi kurumların teşekkülüyle, Türkçülük fikrinin toplumsal tabana nüfuz etmesi amaçlanmıştır. Türkçülük genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde de temel devlet politikası olarak tezahür etmiştir.

“Bu toprakların modernleşme serüveni geleneksel bir imparatorluk yapısının hızlı çözülme sürecinde, acil siyasi reçete üretmek biçiminde bir tarihsel emrivaki olarak yaşandı” [3].

Türk milliyetçiliğine ilişkin ilk sistematik düşünceler, Yusuf Akçura ve İsmail Gaspıralı gibi Rusya kökenli Türk entelektüelleri tarafından ortaya atılmıştır. İsmail Gaspıralı’nın 1883 senesinde neşretmeye başladığı Tercüman gazetesi, Türk milliyetçiliğinin ideolojik temellerinin atıldığı etkili bir platform olmuştur. Gaspıralı, “Dilde, İşte, Fikirde Birlik” prensibiyle Türk Dil Birliği fikrini savunmuş ve lingua franca olarak İstanbul Türkçesini teklif etmiştir. Yusuf Akçura’nın 1904’te kaleme aldığı 32 sayfalık “Üç Tarz-ı Siyaset” isimli eseri, Türk milliyetçiliğinin ilk manifestosudur. Akçura, İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük paradigmalarını tahlil ederek, Türkçülük ideolojisinin Osmanlı Devleti’nin bekası için en uygun strateji olduğu neticesine varmıştır. Akçura, “Türklük” makalesi, Türk Yurdu dergisinde yayımlanan pek çok yazısı ve “Türkçülüğün Tarihi” adlı eseriyle çalışmalarını sürdürmüştür [4]. Bu tarihsel süreçte Türkçülük ideolojisi, tutarlı bir milli kültür inşa etme doğrultusunda, dil ve edebi alanda da belirgin olmaya başlamıştır. 1910-1912 seneleri arasında Selanik’te yayımlanan Genç Kalemler dergisi, Milli Edebiyat akımının öncü organı olarak dilde sadeleşme hareketini savunmuş ve “Yeni Lisan” hareketini başlatmıştır. Bu entelektüel hareketin önde gelen simalarından Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul ve Ziya Gökalp gibi isimler, Türk düşünce tarihinde önemli bir yerdedirler. Ziya Gökalp’in 1913-14 yıllarında yazı dizisi formunda neşredip sonrasında kitaplaştırdığı “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” isimli eseri, Türk milliyetçiliğinde önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Bu eserde üç büyük fikri akımı tartışan Gökalp, İttihat ve Terakki dönemi Türkçülük ideolojisinin teorik zeminini tesis etmiştir. Gökalp’in 1923 yılında yayımladığı “Türkçülüğün Esasları” isimli eserinde, Türk milliyetçiliği ilk defa kapsamlı ve sistematik bir öğreti olarak ele alınmıştır. Gökalp, bu eserinde Türk milliyetçiliğini lengüistik, dini, ahlaki, felsefi ve hukuki boyutlarıyla ele almış, bu ideolojiyi sadece politik bir olgu olarak değil, bütüncül bir hayat tarzı olarak değerlendirmiştir. Bu eser, erken cumhuriyet dönemindeki Türkçülük hareketi ve ulus-devlet inşa sürecinin teorik temelini oluşturmuştur. Bu bağlamda, birinci nesil Türkçülük düşüncesini iki kategoriye tasnif etmek mümkündür: Ziya Gökalp’in öncüsü olduğu anlayış, dil, coğrafya, din ve kültürel ortaklığa dayalı, etnisiteden bağımsız homojen bir ulus formasyonu önerirken; Yusuf Akçura’nın temsil ettiği Rusya Türklerinin Türkçülük perspektifi, global ölçekte tüm Türk unsurlarını kapsayıcı, siyasi ve etnik vurgusu daha belirgin bir yaklaşım arz etmektedir.

“Millet ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Millet, dilce, dince, ahlakça ve güzellikçe müşterek olan, aynı terbiyeyi almış fertlerin oluşturduğu bir topluluktur. Bütün bunlar harsı (kültür) oluşturduğu için takip edilecek milliyetçilik; Harsi Türkçülüktür.” – Ziya Gökalp’in millet ve Türkçülük tanımı

Cumhuriyet ve Yeni Ulus-Devlet

Avrupa’nın Coğrafi Keşifler vasıtasıyla ekonomik zenginliğe erişmesi ve bu refahın sonucu olarak Reform ve Aydınlanma Çağı ile küresel lider konumuna yükselmesi, sömürgeci (emperyalist) zihniyetin gelişimini beraberinde getirmiştir. Avrupalı devletler, kendi medeniyet modellerinin insanlık tarihinin ulaşabileceği en üst nokta olduğuna dair Avrupa-merkezci söylemi geliştirmiş; bu söylem, sömürülen toplumlarda da kabul görmüştür. Bu toplumlar, “sömürgeciler gibi olabilirsek ancak içinde bulunduğumuz geri kalmış durumdan kurtulabiliriz” düşüncesine kapılmışlardır. Avrupa’nın kültürel emperyalizmi, yerel kültürleri yok etmiş; Batılılaşma ve Aydınlanma düşüncesi bütüncül bir program olarak dayatılmış; bu da gelişmekte olan toplumların seçici bir modernleşme stratejisi izlemesini imkânsız kılmıştır. Türkiye’nin batılılaşma serüveninde en başından itibaren karşılaşılan temel soru “Nasıl Batılılaşacağız?” olmuştur. 1923 yılına gelindiğinde ülke, işgalden kurtarılmış ve cumhuriyet rejimi tesis edilmiş olmasına rağmen, Mustafa Kemal’in ifadesiyle, “asıl mücadele şimdi başlamaktadır”. Mustafa Kemal’in liderliğindeki yenilikçi kurucu kadrolar, Türkiye’nin refaha kavuşmasının tek yolunun Batılı galip devletlerle aynı yerde olmaktan geçtiğini değerlendirmiş; bu doğrultuda, mevcut sınırlar içerisindeki toplumun, köklü değişimler ve devrimler vasıtasıyla bir Batı toplumuna dönüştürülmesi gerekliliğini savunmuşlardır. Bu noktada, cumhuriyet kadrolarının büyük çoğunluğunun eski İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) mensubu olduğunu ve İTC’nin askeri-bürokratik kanadının, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Batı modelinde reform girişimleri içerisinde bulunduğunu hatırlamak önemlidir. Osmanlı dönemindeki daha muhafazakâr modernleşme hamlelerine kıyasla, cumhuriyet modernleşmesi daha radikal bir nitelik taşımış; salt siyasal değişimlerle sınırlı kalmayıp, kapsamlı bir kültürel dönüşümü de hedeflemiştir.

“Kemalizm hegemoniktir çünkü oluşturduğu bürokratik militarist tahakküm geleneği bir devlet geleneğine ve devlet-toplum-siyaset ilişkilerini düzenleyen ana zemine dönüşmüştür” [3]

Bu tarihsel süreçte, dönemin hakim paradigmaları olan Türkçülük ve Batılılaşma idealleri arasında belirgin bir çelişki ortaya çıkmıştır. Türkçülük, özünde Türk örf, adet ve geleneklerini muhafaza etme refleksine sahipken, Batılılaşma hedefi tüm Doğulu (Şarklı) unsurlardan arınmayı gerektirmiştir. Bu çelişki, dönemin entelektüel çevrelerinde derin bir düşünsel paradoks ve kriz yaratmıştır. Bu açmazı çözmek için “Türklüğün yeniden tanımlanması” kavramı temel bir çözüm stratejisi olarak geliştirilmiştir. Türk milli kimliği, ulus-devlet yapılanması çerçevesinde yeniden formüle edilecek; Türklük, bilindik anlamından farklı yeni bir kavramsal çerçeveye oturtulacaktır. Bu bağlamda Türk ulusal kimliği, Anadolu’yu merkeze alan ve bu coğrafyayı idealize eden bir vurguyla yeniden tanımlanmıştır. Cumhuriyet öncesi dönemde parça parça uygulanan reformlar yetersiz addedilmiş; “yeni bir toplumsal yapı” inşası amacıyla radikal bir kültürel ve sosyal dönüşüm programı uygulamaya konulmuştur. Batılılaşma sürecinde yeni bir ulusal kimlik oluşturularak, kültürel emperyalizmin Türk kültürel mirasını tamamen tasfiye etmesinin önüne geçilmesi hedeflenmiştir. Bütün alanlarda kapsamlı bir Batılılaşma programı vasıtasıyla, Türklerin Avrupalı bir millet olduğu tezinin uluslararası platformda kabulü amaçlanmıştır. Bu stratejiye göre, Türkler Avrupalı bir ulus olarak kabul görürse, dış tehditlerden korunacak, global ölçekte tanınacak ve nihayetinde sosyo-ekonomik refaha erişecektir. 1920’ler ve 1930’lar Kemalizm’inin tüm uygulamaları, bu düşünsel zemin doğrultusunda şekillenmiştir. Bu süreçte Batı kurumlarının ve kültürel formlarının doğrudan adaptasyonu, muhtemelen Batı medeniyetinin başarı faktörlerinin yeterince analiz edilememesi (ve belki de böyle bir analiz için zamanın kısıtlı olması) veya Batı ile yeterli düzeyde entelektüel etkileşimin sağlanamaması nedeniyle gerçekleşmiştir. Devrimler, zaman baskısı altında hızla uygulamaya konulmuş; halkın bu köklü dönüşümleri benimsemesini teşvik etmek amacıyla “Devr-i Sabık” (Eski Rejim) söylemi geliştirilerek, Cumhuriyet öncesi Türk tarihi adeta distopik bir anlatıya dönüştürülmüştür. Bu devrimleri destekleyecek yeterli entelektüel ve idari kadroların bulunmaması, hızlı uygulanan reformların çeşitli yapısal sorunları beraberinde getirmesine yol açmıştır. Cumhuriyetin en temel hedeflerinden biri olan, devrimleri sürdürecek yeni nesillerin yetiştirilmesi amacının tam anlamıyla gerçekleştirilememesi, Atatürk’ün vefatı sonrasında cumhuriyet rejiminin kazandığı ivmenin yavaşlamasına neden olmuştur. Cumhuriyetin 10. yıldönümünde, 29 Ekim 1933 tarihinde Milliyet gazetesinde yayımlanan aşağıdaki esim, dönemin ideolojik perspektifini ve yeni Türk kimliği tanımını sembolize etmektedir. Bu görselde, başında Grek tarzı bir miğfer taşıyan yeni Türk askeri, ayakları altında Osmanlı tuğrası ve geleneksel Türk sarığını çiğner şekilde resmedilmiştir:

Figür 1: 29 Ekim 1933 yılında Milliyet gazetesinde yayımlanmış Türk neferi resmi

II. Abdülhamid saltanatı esnasında vuku bulan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi), devleti derinden sarsmış ve imparatorluğun çözülme sürecini hızlandırmıştır. Rus ordularının İstanbul yakınlarına kadar ilerlemesi, milli onuru zedelemiş ve dönemin siyasi-bürokratik eliti ile entelektüel çevrelerini “Bu krizden nasıl çıkılacağı” sorunsalıyla karşı karşıya bırakmıştır. Bu tarihsel bağlamda, imparatorluğun dağılışını önlemek amacıyla üç temel ideolojik akım belirginleşmiştir: Türkçülük, İslamcılık ve Osmanlıcılık. Balkan Savaşları neticesinde Osmanlı’nın Balkan topraklarının büyük kısmını kaybetmesi, Osmanlıcılık fikrinin pratik geçerliliğini yitirmesine yol açmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında ilan edilen cihat çağrısına beklenen desteğin gelmemesi ve Arap coğrafyasının imparatorluktan kopması, İslamcılık ideolojisinin de etkinliğini kaybetmesine neden olmuştur. Mevcut sınırlarda Türk nüfusun demografik çoğunluğu ve Yusuf Akçura gibi Rusya kökenli Türk entelektüellerinin entelektüel katkıları, Türkçülük akımının devletin resmi ideolojik çerçevesi olarak benimsenmesinde belirleyici olmuştur. Esasen, dönemin konjonktürel şartları, Türkçülük paradigmasının adaptasyonunu adeta zaruri kılmıştır.

Erken Cumhuriyet dönemindeki ulus-devlet inşa süreci ve Batılılaşma hamleleri, büyük oranda geç Osmanlı döneminin entelektüel birikiminden beslenmiştir. İçtihad dergisi etrafında konsolide olan Batıcı entelektüel çevre, cumhuriyetin kurucu kadroları içinde bulundan radikal progresif fraksiyonun bir tezahürüdür. Kılıçzade Hakkı gibi düşünürler, Latin alfabesinin kabulü, kıyafet reformu, geleneksel medrese eğitiminin sonlandırılması ve hutbelerin Türkçe okunması gibi, sonradan cumhuriyet döneminde uygulamaya konulacak modernleşme hamlelerini önceden formüle etmişlerdir. Türk ulusal kimliğinin inşa sürecinde, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin teorisyeni Türkçü Ziya Gökalp’ın düşünsel etkisi belirgin olmuştur. Gökalp’i “cumhuriyetin ruhani lideri” olarak nitelendirmek abartılı bir tespit olmayacaktır. II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Türkçülük akımının tesiri artarken, Gökalp’in değerlendirmesine göre, bu dönemde bilimsel düşünce ile ulusal kimlik inşasının birleşimini amaçlayan girişimler hayata geçirilmiştir [2]. Kemalizm, dönemin tarihsel koşullarında Türkçülüğün, Türk milliyetçiliğinin devlet ideolojisi çerçevesinde yeniden yorumlanmış halidir. Kemalist milliyetçilik anlayışı, dilsel ve kültürel boyutlarda Türk kimliğini merkeze almış; Kürt, Çerkez gibi Türk olmayan Müslüman unsurları, Gökalp’in millet tanımıyla uyumlu biçimde Türk ulusal kimliğine entegre etmeye çalışarak, homojen ve etno-seküler bir toplumsal yapı tesis etmeyi hedeflemiştir. Mustafa Kemal’in “Millet, dil, kültür ve mefkûre (ülkü) birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasî ve içtimaî (toplumsal) heyettir” şeklindeki tanımı, cumhuriyet rejiminin millet kavramını etnik köken yerine kültürel bir zemine oturttuğunu göstermektedir.

“Biz doğrudan doğruya millet severiz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur. Biz, esasen milli mevcudiyetin temelini milli şuurda ve milli birlikte görmekteyiz. Türk milliyetçiliği, Türk topluluğunun seciyelerin, başlı başına bağımsız kimliğini kendine özgü tutmaktır ” (Nutuk, 15-20 Ekim 1927)

Kemalizm, pozitivizm temelinde akılcılığa dayalı bir modernleşme projesi, Jön Türk hareketinden etkilenerek parlamenter anayasal bir yönetim modeli, Fransız Devrimi’nin etkisiyle şekillenen laik/seküler bir toplumsal yapı ve II. Meşrutiyet dönemindeki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tesiriyle halkçı bir program hedeflemiştir [1]. Kemalizm’in ulus-devlet inşa süreci ve modernleşme idealleri bağlamında, İhsan Fazlıoğlu’nun “Maddi vatanın kurtuluşu için manevi vatandan feragat” şeklinde ifade ettiği bir şekilde, Türk kültüründeki Doğu (Şark) ile ilişkilendirilen unsurlar sistematik bir dönüşüme tabi tutulmuştur. Müzik, giyim-kuşam, yazı sistemi, mimari, ölçü sistemleri ve tarih yazımı gibi neredeyse her alanda Batı kopya edilmiştir. Bu bağlamda, klasik Türk makam müziği, monofonik (tek sesli) yapısı gerekçesiyle “bozuk Bizans müziği” olarak nitelendirilip yasaklanmış; yeni polifonik (çok sesli) Türk müziği inşa edilmeye çalışılarak, Batı müziğinin kökeninin esasen bu yeni Türk müziği olduğu tezi ileri sürülmüştür. Türk Tarih Tezi çerçevesinde, Türklerin Asya menşeli veya Doğulu bir millet olmadığı kanıtlanmaya çalışılmış; Osmanlı ve Selçuklu gibi İslam sonrası Türk tarihi geri plana itilerek, Türklerin tarihsel kökenleri Sümer, Hitit, Frigya ve İyon gibi kadim medeniyetlerle ilişkilendirilmiştir. Bu şekilde, Türklerin Avrupa halklarından daha kadim ve köklü bir tarihsel mirasa sahip olduğu vurgulanmak istenmiştir. Bu kadim kültürlerin Türk menşeli olduğu iddiasıyla Anadolu coğrafyası tarihsel ve kültürel olarak idealize edilmiş; Antik Mısır ve Yunan medeniyetlerine benzer şekilde özgün bir Türk antikitesi inşa edilmeye çalışılmıştır. Bu amaçla özellikle Proto-Türk tarihsel dönemine yoğunlaşılmış; tarihsel verilerin sınırlı olduğu ve çeşitli yorumlara açık bu alanda, Bozkurt gibi arkaik Türk sembollerinden istifade edilerek bu yeni kurgulanan antik Türk kimliği ve kültürü desteklenmiştir. Erken Cumhuriyet döneminde, ulus-devlet yapılanmasının konsolidasyonu sürecinde ulusal bayramlar, semboller, müzik formları, heykeller ve anıtlar gibi çeşitli kültürel ve sanatsal simgeler yoğun biçimde kullanılmıştır.

1920’li yıllarda ulus-devlet inşa sürecinde eğitim alanına özel önem atfedilmiş; milli eğitim müfredatında çeşitli revizyonlar gerçekleştirilmiştir, ancak bu değişiklikler henüz kapsamlı bir dönüşüm niteliği taşımamıştır. Örneğin, lise tarih müfredatına Oğuz Türkleri ve Anadolu’daki Türk varlığı konuları entegre edilmiş; “Türkiye Tarihi” adı altında Orta Asya Türk topluluklarından Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan bütüncül bir tarihsel anlatı oluşturulmaya başlanmıştır [2]. Bu süreçte Kurtuluş Savaşı döneminin tarih eğitimindeki ağırlığı artmıştır. Türk Tarih Tezi, ulus-devlet oluşumu sürecinin anlaşılmasında anahtar bir perspektif sunmaktadır. 1930’lu yıllarda Kemalist öğreti, ülke içindeki muhalif unsurların sistematik olarak etkisizleştirilmesi ve tek parti yönetiminin kurumsallaşmasıyla paralel bir dönüşüm geçirmiştir. Bu transformasyon, özellikle kültür politikalarında belirginleşmektedir. Bu dönemde ulus-devlet yapılanması bağlamında yeniden formüle edilen Türk kimliği tanımı, 1920’li yıllara kıyasla daha radikal kültürel ve düşünsel dönüşümlerle desteklenmiştir. Bu dönüşümlerin en kapsamlısı ve Türk ulus-devlet inşasının temel unsurlarından biri olan Türk Tarih Tezi’dir (TTT) [2]. Birinci Türk Tarih Kongresi ve bu teorik çerçeve etrafında gerçekleşen akademik tartışmalar, devletin formüle ettiği resmi milliyetçilik anlayışına yönelik ilk büyük eleştirilerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamış ve Kemalizm’in 1920’li yıllardaki Gökalp etkisinden giderek uzaklaştığını göstermiştir. Gökalp’in Batı’dan sadece tekniğinin alınmasının yeterli olacağı yönündeki tezine karşın, 1930’lu yıllarda hem teknik hem de kültürel alanda Doğulu unsurların kapsamlı bir tasfiye sürecine tabi tutulduğu gözlenmektedir. Bu ideolojik değişimin en belirgin göstergelerinden biri, Türk Ocakları’nın 1931’de kapatılarak yerine Halkevlerinin tesis edilmesidir. Mustafa Kemal’in Türk Tarih Tezi’nin kabulünü ulus-devlet ideali açısından vazgeçilmez addederek meşru akademik itirazları göz ardı etmesi ve Zeki Velidi Togan gibi bu teoriye eleştiriler yönelten akademisyenlerin maruz kaldığı olumsuzluklar, ilerleyen dönemlerde Türkçü-Turancı hareketin Kemalizm’e karşı muhalif bir pozisyon almasının zeminini hazırlamıştır. Muhalif Türkçü çevreler, Kemalizm’in Turancı ideallere karşı mesafeli duruşunu, Türkiye dışındaki Türk topluluklarına yönelik pasif politikalarını ve Osmanlı ile Türk-İslam kültürel mirasının göz ardı edilmesini eleştirerek, Türk tarihi ve kültürüne daha kapsayıcı ve bütüncül bir yaklaşım geliştirmeye çalışmışlardır.

“Millî Mücadele ve sonraki millî-devletin kurulma sürecinde Mustafa Kemal Paşa ile birlikte hareket eden Türk Milliyetçileri yeni rejimin kurulması sonrasında da büyük oranda bu birlikteliği muhafaza etmiştir. Millî Mücadele ruhu ve onun kahramanına olan sevgi ve hayranlık bu birlikteliğin en temel nedenidir. Ancak Tek Parti rejiminin kurulması ve özelikle de Batıcı kültür devrimleriyle birlikte Türkçülükten uzaklaşıldığı algısı Türkçüler arasında yoğun muhalif seslerin duyulmasına yol açmıştır” [3]

Ulus-devlet ve Türk Tarih Tezi

Kurucu kadronun çoğunluğu, yeni bir Türk ulusal kimliğinin inşasında, millî bir tarih yazımının vazgeçilmez olduğunu savunmuştur. Bu amaçla 1931 yılında, sonrasında Türk Tarih Kurumu adını alacak olan Türk Tarih Tetkik Cemiyeti kurulmuştur. Bu akademik kurumun titiz araştırmalar neticesinde ortaya koyduğu “Türk Tarihinin Ana Hatları” (TTAH) adlı eser, Türk Tarih Tezi’nin (TTT) en kapsamlı manifestosu niteliğindedir ve yeni millî tarih anlatısının sistematik bir formülasyonunu sunmaktadır. Bu eser, Atatürk’ün manevi kızı ve Cumhuriyet’in ilk tarih profesörlerinden Afet İnan ile Yusuf Akçura ve Sadri Maksudi gibi dönemin önde gelen entelektüellerinin liderliğinde hazırlanmıştır. TTAH’nin geniş bir özeti, liselerde tarih ders kitabı olarak okutulmak üzere yayımlanmıştır. Avrupa-merkezci tarih yazımının Türkleri Mongoloid (sarı) ırk kapsamında değerlendirip medeniyet dışı kategorisine yerleştiren yaklaşımına tepki olarak, TTT, bu Avrupa-merkezci yazıma karşı bir antitez olarak geliştirilmiştir. 1932 senesindeki Birinci Türk Tarih Kongresi, TTAH’nin akademik ve resmî kabulünün seremonisi niteliğindedir [2]. Bu eser, Türklerin anavatanının Orta Asya olduğunu, iklimsel değişimler sebebiyle son üç bin yıllık süreçte Batı’ya doğru muhtelif göç hareketleri gerçekleştirdiklerini, Türklerin Çin medeniyetinin teşekkülündeki katkılarını, Sümer yazısı ve dilinin Türk kökenli olduğunu ve Mısır’daki ilk medeniyetin Türkler tarafından kurulduğunu ileri sürmektedir. Ayrıca, Yunan, İran ve Roma medeniyetlerinin menşei de bu çerçevede Türklere atfedilmektedir:

“Sümerlerin, Akatlıların ve Elamlıların oluşturdukları devletler muhtelif tarihi şekil ve mahiyet arz ederler. Bunların siyasi teşkilatları ile Altaylar ’da tarihin bilinen ilk Türk tarzı hükümetleri arasında büyük bir benzeyiş vardır. Denilebilir ki Türklerin ilk hükümet sistemleri belli sınırlar dâhilinde ortak ülkede özerklik ve hatta bağımsızlık sahibi siteler veya kabileler halinde toplanmış grupların konfederasyon oluşturmalarıdır.”

TTAH Anadolu’nun Hititler, Frikyalılar, Lidyalılar gibi eski medeniyetlerine ayrı bir bölüm ayırmıştır. Bu medeniyetlerin Türkler tarafından oluşturulduğu iddia edilmiştir:

“… Maraş’ta bulunan bir kadın heykelinin başlığı Türkmen kadınlarının başlığına benzemektedir… Tarihçiler ve ırki musiki âlimleri Yunanistan’da görülen belli başlı musiki aletlerinin Asya’dan şüphesiz Etiler’den alındığında müttefiktirler. Yunanlılar musiki sanatının yalnız aletlerini değil, başlıca esaslarını da Etilerden almışlardır… Lidyalılar tarihlerinin ilk fecrinde Atalar adını taşıyan bir sülalenin idaresi altında bulunuyorlardı. Bu Atalar Trakya’dan geçip sonraları Frikya’da yerleşmiş olan Türk (Trak) kabilelerindendir”

TTAH’nin son bölümü, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’ni de kapsayan “Orta Asya” başlıklı kısımdır. Bu bölümde, Orta Asya’dan gerçekleşen Türk göç hareketleri, olumsuz iklim koşullarına atfedilerek, Hun İmparatorluğu’ndan başlayıp Osmanlı Devleti’ne uzanan kronolojik bir tarihsel çizgide yakın dönem Türk tarihi anlatılmıştır. Cengiz Han’ın etnik kökeninin Türk olduğu ve Selçuklu hanedanının Türk dilini ihmal ettiği vurgulanmıştır. 600 sayfayı aşkın bu akademik eserde, Osmanlı tarihine yalnızca 50 sayfalık bir bölüm ayrılması ve metnin büyük kısmının Çin, İran ve Mısır gibi kadim medeniyetleri Türk menşeine dayandıran bölümlerden müteşekkil olması dikkat çekicidir. Eserin kaynakçasında hiçbir Türk kaynağına yer verilmezken, kullanılan kaynakların ekseriyeti, ikincil yabancı kaynaklardan oluşmaktadır. Eserde, Türkler haricindeki İslam tarihine dair herhangi bir bölüm bulunmamaktadır. Eserin temel tezi, dünya tarihindeki bütün büyük medeniyetlerin, Türklerin Orta Asya’dan yayılarak söz konusu coğrafyalardaki primitif toplulukları medenileştirmesi neticesinde teşekkül ettiğidir.

Bu eserin teorik temelini oluşturduğu Türk Tarih Tezi, dünya medeniyetinin Orta Asya’dan M.Ö. 7000 civarında göç eden, beyaz brakisefal ırk kategorisinde tasnif edilen ön Türkler tarafından kurulduğunu ileri sürmektedir. Benzer doğrultuda, Türkçe’nin etimolojik kökenlerini açıklamaya yönelik ve bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından desteklenen Güneş Dil Teorisi, Hint-Avrupa dillerinin kökenlerinin Türkçe olduğunu iddia etmiştir. Türk Tarih Tezi, çeşitli perspektiflerden, o dönemde Avrupa’da revaçta olan Aryan Tezinden etkilenmiştir. Bu tez, Proto-Hint-Avrupa dilini konuşan toplulukların diğer etnik gruplardan üstün olduğunu ve Avrupalıların bu üstün ırktan geldiğini savunmaktadır. Afet İnan, Birinci Türk Tarih Kongresi’nin açılış oturumunda, Aryanların esasen Türkler olduğunu beyan etmiştir. Kafatasları üzerinde yapılan incelemeler hem Aryan Teorisi hem de Türk Tarih Tezi için metodolojik bir dayanak olmuştur. Aryan Teorisi, dolikosefal kafatası morfolojisinin üstün ırklarda mevcut olduğunu iddia ederken, Türk Tarih Tezi, antropolojik araştırmalar sonucunda Anadolu nüfusunun baskın şekilde brakisefal kafatası karakteristiğine sahip olduğunun tespit edilmesi neticesinde, brakisefal kafatası formunun üstün nitelik arz ettiğini savunmuştur.

Burada altı çizilmesi gereken husus, günümüz akademik perspektifinden bakıldığında spekülatif olarak nitelendirilebilecek Türk Tarih Tezi’nin, bilimsel kaygılardan ziyade, ulus-devlet yapılanmasını güçlendirmek ve Türkleri Avrupalı bir millet olarak göstererek ülkeyi emperyalist tehditlere karşı koruma amacı taşıdığıdır. Ayrıca, Hititler gibi antik Anadolu medeniyetlerinin Türklere atfedilmesi suretiyle, Türklerin Anadolu’daki tarihsel varlığının meşruiyeti pekiştirilmek ve Yunan-Ermeni iddialarına karşı Türk ulusal haklarının korunması hedeflenmiştir:

“Tarihin en büyük akımlarının yaratıcısı Türk ırkı, kişiliğini en iyi korumuş olan ırktır… Başka ülkelerdeki ya da sınırlarındaki komşu ırklar içinde dağılmışlar ve onlarla karışmışlardır. Bununla birlikte… Türk ırkı bu özelliklerini yitirmemiştir.”

Birinci Türk Tarih Kongresi’nde vuku bulan en önemli akademik tartışma, Reşit Galip, Sadri Maksudi, Şemsettin Günaltay üçlüsü ile Zeki Velidi Togan arasındaki kuraklık tartışmasıdır. Bu tartışma sonucunda, Türk Tarih Tezi’nin dokunulmaz ve eleştirilemez bir paradigma olarak konumlandırıldığı aşikâr hale gelmiş; metodolojik ve bilimsel eleştiriler sunan Togan, bir itibarsızlaştırma kampanyasına maruz bırakılarak ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Türk Tarih Tezi, temel iddialarını Orta Asya’da tarih öncesi dönemde yaşandığı öne sürülen büyük bir kuraklık ve bu klimatolojik değişim neticesinde ön Türklerin dört bir yöne gerçekleştirdiği göç hareketlerine dayandırmıştır. Togan’ın, tarihsel kayıtlarda Orta Asya’da bu denli kapsamlı bir kuraklığın olduğuna dair yeterli kanıt olmadığını ileri sürmesi, vatana ihanet ithamlarına varan eleştirilere maruz kalmasına sebebiyet vermiştir. Türk Tarih Tezi, modern Batı medeniyetinin kökenlerini ön Türklere atfederek, Türklerin de bu medeniyet dairesine mensup olduğunu kanıtlama amacını taşımaktaydı. Togan’ın tüm Türk etnik gruplarını kapsayıcı ve siyasi sonuçlar doğuran Turancı yaklaşımı, Türkiye dışında yaşayan Türk toplulukların çoğunluğunu kontrolü altında bulunduran Sovyetler Birliği ile potansiyel bir diplomatik gerilime yol açabilecek nitelikteydi ki, bu durum, genç Türkiye Cumhuriyet için arzu edilmeyen bir senaryoydu. Reşit Galip, kongredeki sunumunda, Orta Asya’daki büyük göç hareketlerini, bölgede prehistorik dönemde mevcut olduğu iddia edilen bir iç denizin kurumasına bağlamıştır. Galip’in tezine göre, Aral ve Hazar Denizleri bir zamanlar birleşerek büyük bir iç deniz oluşturmuş; buzul çağının sona ermesiyle Orta Asya süregelen bir kuraklık dönemine girmiştir. Togan, bu sunumun ardından söz alarak, söz konusu iç deniz teorisine karşı argümanlar ileri sürmüş ve Türklerin anavatanı Türkistan’ın halen kuruyor olduğu iddiasını reddetmiştir.

Bu akademik ihtilaf, Darülfünun akademisyenlerinin rejimle yaşadıkları ilk anlaşmazlık değildi. Özellikle iktidar çevreleri, Darülfünun camiasını Atatürk inkılaplarına yeterli bağlılık göstermemekle eleştirmekteydi. Nitekim, Türk Tarih Tezi’nin teorisyenlerinden Reşit Galip’in Milli Eğitim Bakanlığı’na atanması sonrasında gerçekleştirilen üniversite reformu kapsamında, modern İstanbul Üniversitesi kurulmadan önce, akademik kadronun büyük kısmının görevine son verilmiştir. Yeni akademik kadro, Avrupa’da eğitim görmüş genç entelektüeller ve çoğunluğu Alman olan yabancı akademisyenlerden oluşturulmuştur. Kongre sonrasında Togan, istifa etmek zorunda kalmış; bu durum, Darülfünun camiasında tepkiyle karşılanmıştır. Maarif Vekili Reşit Galip’e, çeşitli akademisyenler protestolarını ifade eden telgraflar göndermişlerdir. Bu protestocular arasında, Zeki Velidi Bey’in öğrencisi olmakla iftihar eden ve o dönemde Türkiyat Enstitüsü’nde asistan olarak görev yapan Hüseyin Nihal Atsız da bulunmaktaydı. Atsız, müze asistanlığına tayin edilerek sürgün edilmiştir ve ölene kadar bir daha Türk Akademisine girememiştir. Benzer şekilde, Pertev Naili Boratav da Konya’da bir ortaokula öğretmen olarak atanmıştır. Ancak hem Atsız hem de Boratav, müteakip dönemlerde Türkiye’de etkisini artıracak olan Türkçü-Turancı ideolojinin mensuplarıydı. Zeki Velidi Togan’ı bu düşünce akımının öncü teorisyenlerinden biri olarak gördükleri için, 1940’lı yıllarda İsmet İnönü döneminde tabutluk işkencelerine varacak olan ulus-devlet inşa sürecindeki milliyetçi ideolojik ayrışmalar, bu dönemde belirginleşmeye başlamıştır [2]. Nitekim, Nihal Atsız’ın 1930’lu yıllarda yayımladığı Orhun dergisi, Türk Tarih Tezi’ni ve bu teorik çerçeve doğrultusunda hazırlanan tarih ders kitaplarını sert biçimde eleştirmesi nedeniyle yayın hayatına son verilmiştir. Togan, istifasının ardından doktora çalışmalarını tamamlamak üzere Viyana’ya gitmiş ve yedi yıl sonra, İsmet İnönü döneminde Türkiye’ye dönerek İstanbul Üniversitesi’nde akademik faaliyetlerine devam etmiştir.

Sonuç

Sonuç olarak, Türk modernleşmesi yaklaşık üç asırlık bir süreçtir ve Tanzimat Fermanı ile resmi olarak başlayan batılılaşma çabaları, cumhuriyet döneminde radikal devrimlerle zirveye ulaşmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi fikir akımları arasından Türkçülük, imparatorluğun dağılma sürecinde zorunlu olarak öne çıkmış ve genç cumhuriyetin temel ideolojisini oluşturmuştur. Kemalizm, bir yandan Ziya Gökalp’in kültürel Türkçülüğünden beslenirken, diğer yandan batılılaşma ideallerini gerçekleştirmek için yeni bir Türk kimliği inşa etmiştir. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi gibi çalışmalarla desteklenen bu yeni kimlik, Türklerin Avrupalı bir millet olduğu iddiasını güçlendirmeye çalışmış, ancak bu süreçte bilimsellikten uzaklaşılmış ve bazı sert eleştirilere maruz kalmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan yüzyıl sonra bile ulus-devlet ve yeni Türk tanımı üzerine tartışmalar devam etmektedir. Türkiye’nin günümüzde karşı karşıya olduğu içsel, bölgesel ve küresel zorluklar, bu tarihsel süreci doğru analiz etmeyi ve yeni sentezler oluşturmayı gerekli kılmaktadır. Postmodern dünyada Türkiye’nin güçlü konumunu koruyabilmesi için tarihsel süreçten alınacak dersler ışığında çağın gereklerine uygun yeni siyasi öğretilere ihtiyaç duyulmaktadır.

Kaynakça

[1] ULUS DEVLET İNŞASINDA KEMALİZM’İN SİMGELERİ, Evrim Armağan COŞKUNER

[2] BİRİNCİ TÜRK TARİH KONGRESİ’NDE YAŞANAN TARTIŞMALARIN TÜRK TARİH TEZİ VE ULUS DEVLET İNŞA SÜRECİ ÇERÇEVESİNDE ANALİZİ, CAN BAYKAL

[3] İMPARATORLUK MİRASINDAN CUMHURİYETE TÜRKİYE’DE KÜLTÜREL HEGEMONYA VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ, Alper BAKICI

[4] OSMANLICILIK SONRASI TÜRKÇÜLÜK AKIMININ ATATÜRK DÖNEMİNDE TÜRKİYE’NİN İÇ SİYASAL GELİŞMELERİNE ETKİLERİ, Serkan TOPAL