Türk Gençliğinde Öz Nefret

Tarihsel süreç boyunca, dünya güç dengelerinin sürekli değişim gösterdiği bir döngü içerisinde ilerlemiştir; bir dönemde hegemonik konumda bulunan milletler, zamanın akışıyla birlikte bu üstünlüklerini kaybederek gerilemişlerdir. Her tarihsel dönemde, belirli bir millet siyasi ve ekonomik üstünlük kazanarak diğer toplumlara kendi kültürel değerlerini ve normlarını dayatma eğiliminde olmuştur. Türk milletinin son yüzyıllardaki konumunu da bu tarihsel perspektif içerisinde değerlendirmek gerekmektedir. Gelişmişlik düzeyi ve uluslararası sistem içerisindeki etkinliğimiz açısından, Osmanlı İmparatorluğu’nun zirvede olduğu dönemlerdeki nüfuz alanımızdan önemli ölçüde uzaklaştığımız inkâr edilemez bir gerçektir.

Sibirya’nın soğuk ormanlarından güney bölgelere göç ederek Orta Asya’yı yurt edinen Türkler, bu coğrafyada Hun ve Göktürk İmparatorluğu gibi iki büyük devlet kurmuştur. Sonraki dönemlerde, Batı Türklerinin bir kolu olan Oğuzlar, İran, Azerbaycan, Orta Doğu, Anadolu ve Balkanlar gibi geniş coğrafi alanlara yayılarak Selçuklu ve Osmanlı gibi iki büyük imparatorluk kurmuşlardır. Anadolu Türkleri, Osmanlı döneminde ekonomik, askeri ve siyasi güç, mimari, sanat, dil ve edebiyat gibi birçok alanda Türk tarihinin en parlak dönemini temsil eden yüksek bir Türk-İslam medeniyeti inşa etmiştir. Bu medeniyetin ulaştığı etki alanını ve kapasitesini günümüz perspektifinden tam olarak kavramak oldukça güçtür. Zira aynı dönemde Orta Avrupa’ya kapsamlı seferler düzenlerken Anadolu’daki isyanları bastırabilecek, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’nda Portekiz ile rekabet edebilecek ve Fas veya Yemen gibi uzak bölgelere merkezden bürokrat atayabilecek düzeyde merkezileşmiş bir gücün günümüz uluslararası sisteminde eşdeğeri bulunmamaktadır. Orta Çağ koşullarında üç kıtada adalet sistemini işletebilecek yetkinlikteki bu merkezi devlet organizasyonu, ekonomik ve lojistik kapasite, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti için ulaşılması güç bir hedeftir. Bu süreçte, Orta Asya Türkleri, Moğol, Türk ve İslam sentezinden doğan Timur Rönesansı ile bilim, edebiyat ve sanat alanlarında Çağatay coğrafyasını dönemin önde gelen kültürel merkezlerinden biri haline getirmişlerdir. Göktürkler döneminde Türklerin başkentini ziyaret eden Doğu Roma elçisinin, orada gördüğü heykelleri Konstantinopolis’teki sanat eserleriyle kıyaslayarak övmesi, 6.-7. yüzyıllarda bile Türklerin bozkır coğrafyasında çağdaş bir medeniyet seviyesine ulaştıklarını göstermektedir.

Irkınızı hiçe saydı hazreti Fatih

Biraz daha yaşasaydı hazreti Fatih

Ne Venedik kalacaktı ne Floransa

Hoş geldiniz diyecekti bize Fransa!

Dünyadaki en önemli ticaret yollarının yüzyıllar boyunca Türk hakimiyetinde bulunması, Avrupa’yı alternatif rotalar aramaya sevk etmiş ve bu arayışın sonucunda Coğrafi Keşifler gerçekleşmiştir. Bu keşiflerle birlikte, Amerika kıtasından Avrupa’ya yeni kaynakların aktarılması, Avrupa ekonomisinin yapısal bir dönüşüm geçirmesine zemin hazırlamıştır. Keşifler sonucunda elde edilen ekonomik kaynaklar ve ticaret hacmindeki genişleme, modern şirket organizasyonlarının ve ticari ortaklıkların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Erken kapitalizm olarak adlandırılan bu dönem, ilk hisse senetlerini, bankaları ve borsa sistemlerini beraberinde getirmiştir. Bu ekonomik dinamizm, sosyal ve teknolojik inovasyonların da önünü açarak nihai olarak Sanayi Devrimi’ni mümkün kılmıştır. Feodal yapıdan endüstriyel üretim sistemine geçiş sürecine uyum sağlayamayan Osmanlı İmparatorluğu, zamanla gücünü ve etkinliğini yitirerek dağılmış; böylece Türkler, ekonomik, askeri ve kültürel üstünlüklerini Batı’ya devretmek durumunda kalmıştır. Avrupalı devletler, bu üstünlükle günümüzde hala etkileri güçlü biçimde devam eden “ekonomik ve teknolojik geri kalmışlığın temel sebebi Avrupalı olmamak, Müslüman olmak veya alt bir kültüre sahip olmak” şeklindeki söylemi, Doğu toplumlarının kolektif bilincine derinden işlemiştir. Bu emperyalist söylem, özellikle son iki yüzyıl içerisinde hem toplumsal hem de kurumsal düzeyde belirli bir güç kazanmış; Batı’nın değer sistemlerinin ve pratiklerinin mutlak doğruluk taşıdığı yönündeki yanılgı, Türk modernleşme sürecini kaçınılmaz olarak etkilemiştir. Tanzimat Fermanı’ndan günümüze kadar uzanan Türk modernleşme tecrübesini bu tarihsel bağlamda değerlendirmek gerekmektedir. Son birkaç on yılda, internetin ve dijital platformların yaygınlaşmasıyla birlikte, söz konusu kültürel hegemonya ve küreselleşme süreci hız kazanmış; farklı ülke ve kültürden insanlar, dünya tarihinde eşi görülmemiş bir etkileşim imkanına kavuşmuştur. Bu durum, hakim kültür konumundaki Batı normlarının ve değerlerinin diğer toplumlara şiddetli bir biçimde nüfuz etmesini sağlamıştır. Türk toplumu perspektifinden bakıldığında, bu kültürel hegemonik söylem, Türk gençliğinin kimlik algısı üzerinde derin izler bırakmıştır. Türkler, kendilerini tarihsel süreçte hakim millet konumuna taşıyan ve kendilerine özgün bir karakter kazandıran milli değerlerini, geleneksel pratiklerini ve kültürel kodlarını hızla kaybetme eğilimi göstermeye başlamışlardır. Nasıl konuştuğundan ve nasıl göründüğünden utanan ve öz nefretle dolup taşan genç nesiller, paradoksal biçimde Türkiye’yi adeta post-kolonyal bir ülke profiline büründürmüştür. Binlerce yıllık tarihinde hiçbir zaman sömürge statüsüne düşmemiş bu köklü milletin mevcut durumu derin bir endişe yaratmaktadır.

Türk milletini derinden etkileyen bu öz nefret, özellikle genç kuşaklarda çarpıcı şekillerde kendini göstermektedir. Cumhuriyetçi değerlere sahip olduğunu iddia edip her fırsatta Türk halkını küçümseyenler; sadece üç veya dört kuşak önce ataları Balkanlar’da Türk ve Müslüman kimlikleri nedeniyle soykırıma uğradığı halde Türklüklerini reddeden bireyler; soylarında birkaç nesil öncesinden küçük bir göçmenlik unsuru bulup tüm kimliklerini Türk olmayan azınlık kimlikleri üzerinden tanımlamaya çalışan kaybolmuş ve savrulan karakterler… Bu post-kolonyal anlayış ve Batı karşısında gelişen aşağılık kompleksini kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan gençlerde bile görmek mümkündür. Bunlar, Türk gençliğinin öz nefretle kayboluşunun ve sonuç vermeyecek bir kimlik arayışı içinde oluşunun en belirgin göstergeleridir.

Benzer öz nefret motiflerini Türkiye’deki Ateizm, Deizm ve Agnostizm gibi akımların savunucularının argümanlarında da gözlemlemek mümkündür. Türkiye’de bu düşünce sistemleri, çoğunlukla teolojik bir itirazdan ziyade, milli kültüre karşı geliştirilen öz nefret histerinin bir yansıması biçiminde ortaya çıkmaktadır. Kendi kültürünü aşağı gören bireyler, Türk kimliklerini değiştiremeyeceklerini bildikleri için, dönüştürebilecekleri Müslüman kimliğine karşı bir karşıtlık geliştirmektedirler. “Müslüman olmak yerine başka bir inanca sahip olsaydık daha gelişmiş olurduk” veya “İslam, Türk kültürel gelişimini olumsuz etkilemiştir” gibi temelsiz iddialar, geniş toplum kesimleri tarafından kabul görmeye başlamıştır. Çünkü Türk etnik kimliğinin aksine, dini kimlik bu gruplar tarafından terk edilebilir ve böylece öz nefretten kaynaklanan aşağılık duygularını hafifletebilecekleri bir alan olarak görülmektedir. Oysa Türk tarihinin en parlak dönemi, Oğuzların geleneksel Türk töresini İslam medeniyetiyle sentezleyerek yüksek bir kültürel seviyeye ulaştırdıkları Osmanlı döneminde yaşanmıştır. Türkler İslamiyet’i benimsememiş olsalardı, ne İran, Orta Doğu ve Anadolu’da ilerleyebilir, ne de bu bölgelerin yerleşik halkları tarafından kabul görüp kalıcı bir hakimiyet kurabilirlerdi. Ortodoks Bizans İmparatorluğu’na karşı Müslüman olmayan bir Türk devleti, Anadolu ve Balkanlar’daki Bizans topraklarını fethetmek için gerekli ideolojik motivasyonu ve bu coğrafyada kalıcı tutunacak meşruiyeti sağlayamazdı.

Günümüzde Batı kültürünün global ölçekte hakim pozisyonda olması, Türk toplumunun her yönüyle Batı modelini benimsemesi gerektiği anlamına kesinlikle gelmemelidir. Avrupalılaşmak veya Batılılaşmak ile muasırlaşmak birbirinden farklı kavramlardır. Türk milleti, Batı değer sistemlerini koşulsuz kabul etmek zorunda değildir. Tarihsel perspektiften bakıldığında, 500 yıl önce dünya sahnesinde Türk kültürü hegemonik konumdayken, Avrupalıların Türk giyim tarzını taklit ederek Türk yaşam biçimine özendiği gerçeği de hatırlanmalıdır. Modern veya medeni bir toplum olmak, zorunlu olarak Batılı kimliği benimsemek, İslami değerlerden uzaklaşmak ya da Avrupa kültürel normlarını içselleştirmek anlamına gelmemektedir. Srebrenitsa ve Gazze’de sistematik soykırıma göz yuman “ileri” Avrupa medeniyeti değil midir? Milyonlarca insanı toplama kamplarında eriterek sabun yapanlar “modern” Avrupa uluslarından biri değil midir? Mora, Tripoliçe, Girit, Rodos, Kıbrıs ve Balkan coğrafyasının çeşitli bölgelerinde oluk oluk Türk kanı akıtanlar Hristiyan ve Avrupalı değil midir?

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,

“Medeniyet” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Türk toplumunun tekrar hakim millet konumuna gelebilmesinin temel koşulu, kendi kültürel değerleriyle tam bir uzlaşı içinde olması, kimliğinden kaynaklanan herhangi bir aşağılık kompleksine kapılmadan aksine Türk kimliğiyle gurur duyması ve geleneksel değerlerini mümkün olduğunca koruyarak gelecek nesillere aktarmasıdır. Bir bireyin doğup büyüdüğü kültürel ortam, onun kimliğini şekillendiren en önemli faktördür. Kişinin ait olduğu milli kimlik, onun özünü oluşturur ve bütün kişiliğinin etrafında şekillendiği kültürel kodları belirler. Nesillerdir mensubu olduğu millete karşı aidiyet ve sevgi bağı kuramayan toplumlar, zamanla asimile olarak tarih sahnesinden silinmeye mahkûmdur. Ülkenin ve toplumun içinde bulunduğu durum ne kadar olumsuz olursa olsun, bu hiç kimseye kendi toplumundan ve kültürel mirasından nefret etme gerekçesi vermez.

Vurgulamakta yarar vardır ki, Anadolu Türkleri ekseriyetle olarak Oğuz Türkü olup nesiller boyunca İslam inancını benimsemektedir. Türkler, Avrupa kökenli bir etnik grup olmamakla birlikte, tarihlerinde Babür İmparatorluğu ve Timur Devleti gibi yüksek medeniyet seviyesine ulaşmış devletleri barındırmaktadır. Türkler, Orta Asya bozkırlarından yola çıkıp, 1500 yıllık dünya tarihinin en büyük ve köklü imparatorluğu olan Roma’yı tarih sahnesinden silerek onun mirasını devralmış ve daha da ileriye taşımış köklü bir millettir. Bu tarihsel gerçeklik, İslami kimliği reddetmekle, kendi müzik ve sanat formlarını küçümsemekle ve kendimizi mümkün olduğunca Batılı olarak gösterme çabasıyla değişmeyecek bir hakikattir. Çünkü bütün bu çabalara rağmen asli kimliğimiz değişmeyecek ve Türkler, Batı toplumları tarafından eşit ve denk görülmeyecektir. Tarihin akışında belirleyici rol oynamış Türk milletinin bir ferdi olarak, bu gerçeği kabullenerek gurur duymak ve milletimizi ve kültürümüzü tekrar hakim bir pozisyona getirmek için çaba göstermeliyiz. Bunun için öncelikle kendimizle barışmalı ve kendi değerlerimizi yücelterek işe başlamalıyız. Türk Güncesi, işte bu misyonla yola çıkmıştır.