“On bir ayın sultanı” Ramazan ayları, milletimize özgü bir sosyal hayat biçimi oluşturduğu için Türk kültürünün önemli bir parçasıdır. Türk milleti, Ramazan ayını İslam öncesinden gelen köklü gelenek ve görenekleriyle harmanlayarak bu ayı diğer Müslüman milletlere göre birçok yönden farklı yaşamıştır. Ramazanlar, Türk toplumunun misafirperverliğinin ve yardımseverliğinin en güzel örneklerine ev sahipliği yapmıştır. Günümüz Türkiye’sindeki birçok Ramazan ritüel ve adeti Osmanlı dönemi İstanbul’unda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, Ramazan aylarında çehresi baştan aşağı değişen İstanbul özelinde bu aya özgü gelenekleri incelemek, kültürümüzü daha iyi tanımaya ve gelecek kuşaklara aktarmaya yardımcı olacaktır. 1575 yılının Ramazan ayında İstanbul’da olan Seyyah Schweigger gözlemlerini şöyle aktarmıştır [2]:
Oruç zamanı yılın bolluk ve bereket içinde geçen bir dönemidir. Bu yüzden Türk halkı Ramazan’ı büyük bir hevesle bekler. Bir ay süren oruç ayında Türkler yemek ve sudan kesilir, gökyüzünde yıldızlar görününceye kadar bu açlık devam eder. Camilerin balkonunda tahta fenerlerin içinde kandil aydınlatması asarlar. Bir ip yardımıyla iki minare arası görkemli yazılar asarlar. Bu ayda çocuklara, yaşlılara, hastalara gereksinimleri olduğu kadar yiyip içme fırsatı verilir. Bu bereket ve bolluktan sadece insanlar değil, hayvanlar da nasiplenir. Kedi köpeklere de sadaka verilir. Şehzade Mehmet Camiinin önünde her gün ikindi vakti otuz kırk aç ve perişan kedi toplanır. Türkler buraya gelerek onlara et ve ciğer parçaları atar. Bu onlar için büyük bir sadaka niteliğindedir. Zayıf olan hayvanlar bunları yer. Bazı kişiler kafesteki bir kuşu satın alıp onu serbest bırakarak sevap kazanmaya çalışır.
Tarihi belgelerden, Ramazan ayı yaklaştığı zaman toplumun her kesiminde hummalı bir hazırlık süreci başladığını anlıyoruz. “Ramazan Tenbihnâmeleri”, Ramazan ayının en iyi şekilde geçmesi için devletin yayınladığı, halkın dikkat etmesi gereken hususları ve bu aya özel birtakım kuralları içeren belgelerdir [1]. Tenbihnâmeler, namazların cemaatle kılınması, kişisel hijyene ve işyerlerinin temizliğine dikkat edilmesi gibi tavsiyeler ve bu aya özel çarşı ve pazarda fiyat düzenlemeleri gibi kurallar içermiştir. Ayrıca, Ramazan ayı boyunca halkın ihtiyaç duyacağı temel gıdaların teminine büyük önem verilmiş, yapılan stokların kalitesini denetleyecek ve yüksek fiyatları engelleyecek (narh sistemiyle üst fiyatlar belirlenmiştir) tedbirler alınmıştır. Kadılıklar başta temel gıda malzemeleri olmak üzere ürünlerin fiyatlarını belirlemiş, sebze ve meyve pazarlarındaki fiyatlar bu aya özel ucuzlatılmıştır. Ramazan boyunca tüm fırınlar, bizzat Padişah tarafından onaylanan ekmek numunesine uygun ekmekler pişirmiştir. Ayrıca, padişahların halkın arasına kılık değiştirerek karıştığı “Tebdil-i kıyafet” uygulaması her zamankinden daha sık yapılmıştır. Ramazan ayına kısa bir süre kala evlerin baştan aşağı temizlenmesi, mutfakta kullanılan bakır tencerelerin ve tabakların kalaycıya yollanması ve herkesin hamamlara giderek yıkanmaları bir gelenektir. Özellikle Ramazan ayının kış aylarına geldiği yıllarda, mevsiminde topluca alınan meyve ve sebzelerle yapılan ve Ramazaniyelik adi verilen kurutulmuş sebzeler, konserve, turşu, reçel gibi yiyecekler ve hazırlanmıştır. Durumu iyi olmayanlar için Türk kültüründe büyük bir yere sahip vakıflar Ramazan aylarında aktif şekilde çalışmışlardır. Durumu iyi olanlar konaklarında büyük sofralar kurdurmuş ve zengin fakir her kesimden insanı misafir etmişlerdir. Ramazan’ın ilk günü devlet daireleri tatil edilmiş, sonrasında resmi olmasa da yarım gün gibi çalışılmıştır. Tanzimat’tan sonra Ramazan boyunca İstanbul’da kalan Fransız gezgin Gerard De Nerval’in gözlemleri şu şekildedir:
Ramazanda herkes her eve girebiliyor ve orada verilen yemekleri yiyebiliyordu. Fakir ve zengin bütün Müslümanlar güçleri nispetinde bu dini görevi yerine getirmeye çalışıyordu. Üstelik evlerine gelen kimselerin Müslüman olup olmadıklarına da bakmıyorlardı [2].
İslam’da Ramazan orucunun başlangıcı Kameri (ay) takvim ile belirlenir. Bu takvimde, aylar hilalin batıda gözlemlenmesiyle başlar ve bazen 29, bazen 30 gün çeker. Osmanlı döneminde, İstanbul Kadılığı, Ramazan’ın başlangıcını, Ramazan ve Kurban bayramlarının tarihlerini rüyet-i hilal’i esas alarak belirlemiştir. Hilali gördüğünü iddia edenler kadılığa başvurmuş, eğer bu diğer şahitler tarafından da doğrulanırsa hilali görene ve buna tanık olanlara çeşitli hediyeler verilmiştir. Ay gözlemleri için Süleymaniye, Fatih, Edirnekapı, Cerrahpaşa gibi bazı cami minareleri ve büyük tepeler gibi belirli noktalar kullanılmıştır.
İstanbul Kadısı Efendi dailerinin i’lamıdır. Fezleke-i meali ruyet vaki olur’ ise pazar günü ibtidası şehr-i siyam olub ruyet vaki’ olmadığı halde hasbel-sübut Pazar ertesi gününde sıyama başlanması…
“İstanbul Kadısı Efendi’nin bildirgesidir. Eğer hilalin görünmesi gerçekleşirse, pazar günü oruç ayının başlangıcı olur; ancak hilalin görünmemesi durumunda, kesin olarak pazartesi günü oruca başlanacaktır.”
İstanbul Kadılığı tarafından yayımlanmış bir belge [1]
Hilalin görülmesiyle camiler mumlar, kandiller ve mahyalarla süslenerek Ramazan ayının başladığı ilan edilir, top atılmasıyla ve sokak sokak davulların çalınmasıyla halk Ramazan ayına girildiğini öğrenmiştir. Özellikle tek minareli camilerin şerefelerinden (minare balkonu) külah kısımlarına kandillerle donatılması geleneğine “kaftan giydirmek” denilmiştir.
30 Temmuz 1554’te Türkler İstanbul’da oruç tutmaya başladılar. 29 Temmuz’da Ay’ı görmüşler. Ruyet-i hilali tespit edip, bunu şahitle ispatlayan kişilere hediye olarak birkaç altın verdiler. Herkesin haberi olsun diye minarelere kandiller astılar. Yağmur ve rüzgar zarar vermesin diye üstlerini kapadılar. Gökteki Yeni Ay’ı matematiğe ve astronomiye dayanarak bulamazlar. Ancak gökyüzünde ayı gördüklerinde oruca başlarlar – Alman seyyah Hans Dernschwam [1]
Cami minarelerinin arasına iple kandiller asılarak oluşturulan şekil ve yazılara mahya denmiştir. Sultanahmet, Fatih, Süleymaniye gibi selatin camileri (Osmanlı padişahlarınca ya da padişah eşlerince yaptırılan büyük, görkemli camiler) ve Ayasofya gibi kıymetli camiler mahyalarla donatılarak Ramazan aylarının sembolü olmuştur. Mahyanın I. Ahmed dönemi Fatih cami müezzini Hattat Hafız Ahmed Kefevi tarafından 1614 yılında icat edildiği düşünülmektedir, fakat 1578-1581 yılları arasında İstanbulʹda Ramazan ayını yaşayan seyyah Solomon Schweigger mahyalardan bahsetmektedir:
Bu ayda iki minare arasına bir ip gerilir. Buna bağlanan kısa ve uzun başka iplere kandiller asılır ve böylece dolunay ya da hilâl doğmuş gibi bir görüntü oluşturulur. Bu şekilde asılan iki yüz veya daha fazla kandille başka şekiller de yapılır. Çok görkemli görüntüler meydana getirilir.
Zamanla önemi artan mahyalar bir sanat dalı gibi kabul görmüş, İstanbul dışında Edirne, Bursa ve Konya gibi şehirlerde de bir gelenek halini almış ve mahya tasarlamak bir meslek olmuştur. Ramazan’ın on beşinden sonra kısa yazılı mahyalar yerlerini resim tasvir eden mahyalara bırakmıştır [1]. Türk tarihinin en büyük hezimet ve travmalarından biri olan Balkan Savaşları zamanında dini mahyalar dışında “Hilal-i Ahmer’i unutma” ve “Muhacirine yardım ediniz” gibi mahyalar kurulmuştur.

Türk kültürünün Ramazan ayı üzerindeki belirgin etkilerinden birisi Ramazan geceleridir. Diğer Müslüman milletlerin ülkelerinin aksine, Ramazan gecelerinin renkli eğlenceleri bir gelenek olmuştur. Ramazan akşamlarında şehirler bambaşka bir havaya bürünmüş ve sosyal hayat tamamen değişmiştir. Normalde hava karardığında tamamıyla biten toplumsal yaşam Ramazan aylarında gecelere taşınmıştır. Osmanlı dönemi İstanbul’unda iftar ve sahur arası sokaklar hep çok kalabalık olmuş, sabaha kadar açık dükkanların kandilleri ve fenerleri sokakları aydınlatmıştır. Misafir ağırlamalar, büyük ziyafetler ve konaklarda verilen iftarlarla halk hiç olmadığı kadar sosyalleşebilme imkanı bulmuştur. Teravih sonrası Ramazan’a özel kahvehane ve çayhanelerde Hacivat ve Karagöz oyunu ve meddahlar gibi eğlenceler düzenlenmiştir.
Karagöz ve Hacivat, iki boyutlu tasvirlerin “Hayali”, “Kurgusal” veya “Karagözcü” olarak adlandırılan bir sanatçı tarafından bir perdenin arkasında oynatıldığı Türk gölge oyunudur. Haklarında birçok rivayet olmasına karşın, Karagöz ve Hacivat’ın yaşayıp yaşamadığı, yaşadıysa nerede veya nasıl yaşadığı, oyunun ortaya nasıl çıktığı kesin olarak bilinmemektedir. Bir görüşe göre Mısır’ın fethi sonrası Mısır’da gölge oyununu gören Yavuz Sultan Selim’in bunu İstanbul’a getirdiğidir. Bir diğer görüş ise, 15.yy’da II. Bayezid döneminde İspanya’daki Hristiyan zulmünden kaçıp Osmanlı topraklarına yerleşen Seferad Yahudilerinin İspanya ve Portekiz’den gölge oyununu getirdiğidir. Karagöz ve Hacivat, zamanla divan ve halk edebiyatı, sanat ve halk müziği ve Türk mizah anlayışından beslenerek her yönüyle Türk halk kültürünün aynası olmuştur [1]. Oyun, Karagöz ve Hacivat’a ek olarak imparatorluğun farklı etnik, dini ve sosyal sınıflarının klişe ve kalıp özelliklerini temsil eden Laz, Rumelili, Kayserili, Muhacir, Arnavut, Kürt, Arap, Acem, Yahudi, Rum ve Kekeme gibi birçok karaktere ev sahipliği yaparak oynandığı dönemlerin toplumsal nabzını tutmuştur. Eğitim görmemiş, cahil ve genelde işleri yolunda gitmeyen ama dürüst bir halk adamı olarak yansıtılan Karagöz karakteri ile kurnaz, eğitimli ve düzgün konuşmasını bilen bir “İstanbul Çelebisi” olan Hacivat karakteri arasındaki anlaşmazlıklar ve çatışmalar oyunun ana mizah kaynağı olmuştur. Şeyh Küşteri’yi oyunu yaratan kişi olarak gören Karagöz oynatıcıları oyunun perdesine “Küşteri Meydanı” demişlerdir. Oyun Mukaddime, muhavere, fasıl ve bitiş olarak dört bölümden oluşur. Mukaddimede Hacivat’ın semai/perde gazeli okuyarak Karagöz’ü çağırır ve kısa bir atışma olur. Muhaverede Hacivat ve Karagöz bir konu hakkında konuşurlar. Fasıl oyunun asıl kısmı olup, bu kısımda hikaye gelişirken yan karakterler de oyuna dahil olur. Bitiş bölümü kısa olup “Yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber vereyim heman” ve benzeri repliklerle oyunun bittiği vurgulanır ve müzikle kapanış yapılır. Karagöz oyunu kendine has bir musiki geliştirmiştir. IV. Murad (1623-1640), III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmud (1808-1839) gibi padişahların sarayda perde kurdurup Karagöz oyunu oynatmaları, bu oyunun halktan saraya her kesimin ilgi odağı olduğunu göstermektedir. Karagöz oynatıcılığı, zamanla kendi esnaf loncasına bile sahip olan bir meslek dalı olmuştur. Bu mesleği yapmak isteyen sanatkarlar bu loncalarda aldıkları eğitim sonucu ustalarından icazet almayı başarırlarsa kendi perdelerini kurmaya hak kazanmışlardır.
Tarihi 19. yy. başlarına uzanan orta oyunu, sahne ve perde gibi dekorların kullanılmadığı, halkın önünde oynanan çok oyunculu ve müzikli geleneksel Türk tiyatrosudur. Osmanlı’da Ramazanların vazgeçilmezi olmuştur. Karagöz ve Hacivat oyununun tiyatro gibi oynanan versiyonu olan orta oyununda, Kavuklu ve Pişekâr karakterleri Karagöz ve Hacivat karakterlerine tekabül eder. Etrafını seyircilerin sardığı bir meydanda “Yeni Dünya” isimli bir paravanın önünde oynanır. İki iskemleyle birlikte bu paravan evi temsil eder. Giriş, muhavere, fasıl ve bitiş olarak dört bölümden oluşur. Genellikle doğaçlama yapılan orta oyunu, usta çırak ilişkileriyle nesilden nesile taşınmıştır. Münir Özkul’a devrettiği fesi ve kavuğuyla bilinen İsmail Hakkı Dümbüllü orta oyununun son temsilcisidir.

Ramazan’ın bir diğer popüler eğlencesi meddah oyunları olmuştur. Meddahlar tek kişilik tiyatro gösterileri düzenleyen sanatçılardır. Bu gösterilerde meddah, halka kıssalar, masallar ve hikayeler anlatır ve farklı kişilerin, hayvanların ve doğanın taklitlerini yaparak halkı eğlendirir. Meddah gösterisinde bir mendil ve sopa dışında hiçbir eşya kullanmaz. İslam öncesi göçebe Türk kültüründe ozanlık, İslam sonrasında aşıklık olarak bilinen gelenekten türediği düşünülmektedir. Ozanlar diyar diyar gezerek kopuz veya sazlarıyla şiir ve hikayelerini anlatmışlardır. Türk kültüründeki Meddahlar, Oğuz Destanlarından ve Dedem Korkut’tan hikayeler ve yerel masallar dışında güncel konuları da ele alarak halkın duygu, sıkıntı ve düşüncülerine bir nevi aracı olmuştur ve bu yönüyle Arap kültüründeki meddahlık geleneğinden farklılaşmışlardır. Meddahlık maalesef günümüzde kaybolmuş Türk tiyatro gösterilerinden birisidir.
Osmanlı’da 16.yy’dan itibaren kahvehaneler ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Kahvehaneler Türk toplumu içinde büyük rağbet görmüş ve bir eğlenme, toplanma veya zaman geçirme yerleri olarak önem kazanmıştır. Kahvehaneler zamanla halkın toplanıp siyasi meseleleri konuştuğu yerler olması sebebiyle bazı dönemlerde yasaklanmıştır. Özellikle sadece Ramazan ayında açılan ve teravihten sahura kadar devam eden eğlenceler tertip edilen Semai (çalgılı) kahveler halkın Ramazan akşamlarında akın ettiği yerlerden olmuştur. Buralarda, saz takımı eşliğinde halk edebiyatından destanlar, semailer, koşmalar ve maniler okunmuştur. Semai kahveler bu yönüyle Türk sözlü geleneğini yasattığı için önemlidir. Diğer kahvehanelerden farklı olarak daha çok tiyatroya benzeyen bir oturma düzeni vardır. Bilmece çözme geleneği bu kahvelerin en eğlenceli yanlarından birisi olmuştur. Çözülmesi istenen bilmeceler kahve duvarlarına asılmış ve çözülene kadar orada kalmıştır. Bilmeceleri çözenler hediyeler kazanmıştır.
Bu kültür, I. Dünya Savaşı sonrası birçok Ramazan eğlencesi geleneği gibi toplum belleğinden kaybolmuştur.

Ramazan ayının 15. günü Osmanlı’da hem saray hem halk nezdinde büyük önem arz etmiştir. Padişahların ve saray erbabının 15.gün yaptığı Hırka-i Saadet (Hz. Peygamber’e ait olduğu düşünülen hırka) ziyareti günün en önemli geleneğidir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sonrası İstanbul’a getirilen Hz. Peygamber ve çevresindeki önemli kişilere ait eşyaların tutulduğu Topkapı sarayında bir özel bölme olan kutsal emanetler dairesi ziyaret edilmiştir. Padişahlar bu hırkaya yüz sürmüşlerdir. II. Mahmut döneminde üzerinde Hırka-i Saadet hakkında şiir ve mısraların bulunduğu mendiller Hırka-i Saadet’e sürülerek ziyaretçilere dağıtılmıştır [1]. Peygamberin Veysel Karani’ye hediye ettiği rivayet edilen bir diğer hırkayı muhafaza eden Fatih semtindeki Hırka-i şerif camii de 15. gün halkın ziyaret akınına uğramıştır. Padişahların Sultan Abdülmecid’ten sonra Topkapı dışındaki saraylarda yaşamaya başlamasıyla bu ziyaret töreni Hırka-i Saadet Alayına dönüşmüştür. Günün bir diğer önemli geleneği baklava törenidir. Kanuni dönemi başlayan bu gelenekte Hırka-i Saadet ziyaretinin ardından kapıkullarına baklava dağıtılmıştır.
Bu gece on altı sayı
Gidiyor Ramazan ayı
Yeniçeri padişahtan
Aldı bugün baklavayı [5]
Ramazan davulları ayın kendine özgü adetlerinden birisi olmuştur. Hilalin tespiti sonrası ilk davullar çalınarak Ramazan’ın başladığı duyurulmuştur. Günümüze benzer şekilde sahur vakitlerinde insanlar davullarla uyandırılmıştır. Bu görev mahalle bekçilerine verilmiş, bekçiler sokak sokak dolaşarak maniler söylemişlerdir. Ramazan davulu çalma işi ciddiye alınmış, bekçiler davul çalma usullerini ve makamlarını öğrenmişlerdir. Sesi güzel olmayan bekçiler yerine davulcular görev almıştır. Ramazan’ın bitimiyle bayramda davulcular evlerin önünde davul çalmış ve hediyeler ve bahşişler toplamışlardır. Gayri Müslim mahallelerde davul çalınmamasına dikkat edilmiştir.
Eriştik şükür Ramazana
Ne mutlu erişen cana
Gelince bu mâh-ı şerif
Safa bağışlar insana
Hakk’tan bize geldi ihsan Hakk’ın bize ihsânısın
Müşkil işler oldu âsan Hem ayların sultânısın
Bu gecemiz ibtidâdır Sen bir saâdet kânısın
Ey mâh-ı sultan merhaba Ey mâh-ı sultan merhaba [5], mani örneği
İftar ve sahur saatlerinde top atılması adetinin ne zaman başladığı kesin olmamakla beraber bazı kaynaklar Sultan III. Mustafa (1757 -1774) zamanında başladığını belirtir. İlk olarak Anadolu hisarından top atılarak başlayan bu gelenek zamanla Anadolu’ya yayılmıştır. Orduya ait toplar tecrübeli askerler tarafından ateşlenmiştir. Bununla alakalı ilginç olaylardan biri günümüzde İsrail sınırları içinde olan Akka şehrinde bayramda atılan bir topun bir Hristiyan’a isabet ederek öldürmesidir. Bu olay sonucu topçular, rütbelerini kaybetmiş ve 1 yıl Akka kalesinde hapse mahkum edilmişlerdir. [1].
Ramazan Türk edebiyatını da derinden etkilemiştir. İlk örnekleri 17. yüzyıla ait olan Ramazaniyyeler, divan şairlerinin bu ayın öneminden ve güzelliklerinden bahseden kaside tipinde şiirlerdir. Genellikle padişah veya diğer devlet eşrafına sunulmuşlardır. Enderunlu Vâsıf’a ait bir Ramazaniyye’den mısralar su şekildedir:
Açıldı yine mısra-ı dervâze-i gufran
(Bağış kapısı yine açıldı)
Hak’tan taleb-i mağfirete vakt ü zamandır
(Allah’tan af dileme zamanıdır)
Ol mâh-ı fazîlet ki beher rûz-ı şerîfi
(O fazilet ayı ki, her mübarek günü)
Sad mâha bedel olsa ayn-ı ziyandır
(Yüz ay değerinde olsa dahi yine ziyandır/eksik kalır)
İftar sofraları her yönüyle Ramazan ayının önemli parçalarından birisi olmuştur. Özellikle konaklarda verilen iftarlar, yemekleri ve adetleriyle kültürel olarak çok değerlidir. Durumu iyi insanların konaklarında verdiği iftarlar birçok ritüele sahipti. İftar yapılacak yerlerde ezandan bir süre önce tütsüler (öd ağacı, amber) yakılır, ezana az bir süre kala sofranın başına oturularak iftar topu beklenir ve bu arada odada Kur’an-ı Kerim okunurdu [1]. Oruçlar genellikle zemzem suyuyla ve hurmayla açılırdı. İftar yemekleri iki kısımlı olurdu. Öncelikle İftariyelik denilen hafif şeyler (genelde peynir, zeytin, reçel, sucuk, pastırma tarzı kahvaltılıklar) atıştırılarak akşam namazı kılınır ve namaz sonrası asıl yemekler yenirdi. Günümüzde olduğu gibi Ramazan pideleri sofraların baş tacıydı. Ramazan ayında Türklerde balık ve deniz ürünü tercih edilmezdi. İftar sofraları çorbayla baslar, Yumurta-yı Hassa, yani soğanlı yumurtayla devam ederdi. İftarlarda çokça tercih edilen soğanlı yumurta saray aşçılarının sınav yemeği olmuştur. I. Abdülmecid döneminde Ramazan ayının 15. gününde sarayda soğanlı yumurta yarışması yapılmış, en iyi yumurtayı yapan aşçı “kilercibaşı” olarak sarayda çalışmaya hak kazanmıştır. Çorba ve soğanlı yumurta sonrası sırayla et yemeği, börek, sebze yemeği ve pirinç pilavı gelirdi. Tatlı ise Ramazan aylarıyla özdeşleşmiş güllaçtı. İftar yemeği sonrası mutlaka kahve veya meyve şerbetleri içilirdi [2]. Orta halli evlerde bile her an misafir gelebileceği düşüncesiyle yemekler bol bol yapılır, kalanlar ertesi gün durumu iyi olmayanlara dağıtılırdı [1].
Zengin konaklarda görülen bu iftar davetlerine zengin fakir her kesimden insan davetsiz şekilde gelebilmiştir. Bu konaklarda durumu iyi olmayanlara yardım edilmiş ve II. Meşrutiyet’e kadar devam etmiş bu geleneğe “diş iğnesi” denilmiştir. İslamiyet’te olmayan ve bir Türk geleneği olan bu gelenekte ev sahipleri gelen misafirlerine para ve hediye eşyalar verirdi. Varlıklı aileler Ramazan ayı boyunca konaklarında imam ve müezzin istihdam eder, bu görevliler konaklarda teravih namazı kıldırır ve sahur ve sabah namazı arasında fasıllar ve mukabeleler yapardı. Osmanlı’da teravih namazları dört rekatlık beş ayrı kısım seklinde kılınır, bu kısımlar arasında farklı makamda ilahiler okunurdu. Konaklarda teravih sonrası şerbet ikramı bir diğer gelenekti. Saray’da ise daha farklı ve Enderun Teravihi denilen bir namaz kılınmıştır. Buhurizade Mustafa Itri Efendi (1640-1712) tarafından Türk kültürüne kazandırıldığı düşünülen ve büyük camiler ve dergahlardan Anadolu’ya da yayılan bu namaz geleneği, dört rekatların arsasında musiki eşliğinde icra edilen ilahi, kaside ve methiyeler içerir. Her dört rekat arasında farklı bir makamın kullanılmasıyla teravihe geç kalan biri, namazın kılındığı makamdan hocanın kaçıncı rekatı kıldırdığını anlayabilmiştir. İmamlar, her dört rekâtı musikinin okunduğu makamda kıldırmıştır [2].
Kaşgarlı Mahmud, bayram kelimesinin “sevinç ve eğlence günü” anlamına gelen Farsça “bezrem/bezram” kelimesinin Oğuzlar tarafından “beyrem/bayram” seklinde telaffuz edilmesiyle kültürümüze yerleştiğini söyler. On bir ayın sultanını kutlayan Ramazan Bayramı Türk kültürünün bir mihenk taşıdır. Misafirlere şeker, lokum ve tatlı ikram edilmesinden dolayı halk arasında Şeker Bayramı olarak da adlandırılmıştır. Hilal takip edilmesiyle tespit edilen Bayram günü, arefe günü ikindi vaktinde top atılarak (buna “Bayram Topu” denilmiştir) ve kandiller yakılarak halka ilan edilmiştir. Hilal eğer hava şartları dolayısıyla görülemezse Ramazan ayı bir gün daha oruç tutularak 30 güne tamamlanır ve bir sonraki gün bayram olurdu. Padişahlar bayram namazlarını genellikle Ayasofya veya Sultan Ahmed Camilerinde kılmışlardır.
Bayram öncesi, Ramazan ayına hazırlıkta olduğu gibi evlerde titiz ve kapsamlı temizlik yapılırdı, giyilecek giysiler özenle seçilir ve bayramlaşmaya gelecek misafirler için ikramlar hazırlanır. Bayram öncesi kuruyemişçi, şekerci, lokumcu, börekçi ve tatlıcı dükkanları en çok revaç gören yerler olur, bayram alışverişi yapmaya gelenler Kapalıçarşı’yı doldurup taşırırdı. Bayram namazları sonrası eve dönmeden önce herkes yakınlarının kabrini ziyaret ederdi. Badem şekeri, helva, lokum, baklava ve gülbeşeker (kırmızı gülün bal ve limonla ezilerek bir reçel kıvamına getirilmesi) gibi tatlıların ikramı adetti. Çocuklar kapı kapı gezerek harçlık ve şeker toplarlardı. Bayramlarda meydanlarda ve mesire alanlarında bayram eğlenceleri kurulurdu. Sarayda bayramlar Fatih Sultan Mehmet’in Fatih Kanunnamesi’e koyduğu devlet protokollerine göre kutlanırdı. Fransız gezgin Gerard de Nerval (1808-1855) Ramazan Bayramı gözlemlerini şöyle aktarmıştır:
Türklerin Ramazan Bayramı bizim yılbaşı bayramımıza benzer. Fakat bu ülkede Avrupa medeniyeti yavaş yavaş sızmaya, dinlerine aykırı düşmeyen sahalarda, adetlerine bile tesir etmeye başlamış. Öyle ki kadın ve çocuklar Fransa’dan veya Almanya’dan gelen süslü şeylere, değersiz ama gösterişli eşyaya bayılıyorlar. Ayrıca Türk kadınları çok güzel reçel ve tatlı yapmalarını bildikleri halde, şeker, bonbon ve mukavva işleri tamamen Paris mamulüdür. Bayram sabahı, güneş doğarken, gemilerden ve bütün hisarlardan atılan toplar şehri inletti. Bin minareden yükselen ezan sesleri her tarafta yankılandı. Büyük şaşalı bir merasim yapıldı. Merasimden sonra herkes birbirinin elini öptü.
Yazımızda bahsettiğimiz birçok Ramazan geleneğinin zamana yenik düşerek yok olmasını Yahya Kemal şöyle ifade etmiştir:
Senede bir defa gelen bu otuz günlük şehrâyinin, büyük bir mazinin şaşaasına özlem duyuyoruz. Bu levha mazidir. Biz onun içinde müzede dolaşır gibi dolaşıyoruz. Kendimiz ondan değil ve ona Frenkler kadar yabancıyız. Eski Ramazanımızın medeniyet ışığı söndü. İbadetler bile teamül haline geldi. Keşke ceddimizin Ramazanına dönsek de Ramazan Türk halkı için her sene tekerrür eden bir tasfiye merhalesi olsa [2].
Kaynakça
[1] Osmanlı İstanbul’unda Ramazan Kültürü ve Ramazan Sofraları, Fadime Aşık
[2] Osmanlı Toplumunda Ramazan Kültürü, Gül Bezci
[3] Arşiv Belgelerinden Hareketle 18. Yüzyıl İstanbul’unda Ramazan, Ertuğrul Yıldırım
[4] OSMANLI’DA RAMAZAN: Tenbihnâmelerden, Davulcu Yasaklarına Eski Ramazanlar, Mustafa Bozkurt Lex Historiae Youtube Kanalı
[5] Ramazan-nâme, Amil Çelebioğlu