“La Méditerranée et le monde méditerranéen à l’époque de Philippe II”: Türkler ile Alakalı İlginç Notlar

Ünlü Fransız Tarihçi ‘’in 1949’de iki cilt olarak yayımladığı doktora tezi olan eseri “İkinci Filip Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası” 16. yy. Türk tarihi ve kültürüyle alakalı Batı bakış açısından değerli fikirler sunmaktadır. Tarih çalışmalarında iktisat, coğrafya, ekoloji, demografi ve sosyoloji gibi birçok sosyal bilim disiplininden ilke ve uygulamaları kullanmıştır ve disiplinler arası bir perspektifle tarihe bakmıştır [1].

Tezin bir bölümünde Arapların ve Türklerin kullandığı iki deve türünden bahseden Braudel, Akdeniz’in doğusu ve güneyinin yaşadığı iki büyük işgal olan 7. yüzyılda başlayan Arap istilaları başarısızlığının ve 11. yüzyılda başlayan Türk istilaları bağlamında bu deve türlerinin farklarını anlatır ve tarihe ekolojik bir yaklaşımda bulunur. Türklerin kullandığı Orta Asya’nın soğuk çölleri doğal habitatı olan çift hörgüçlü deve (camel) soğuk ve irtifadan etkilenmezken habitatı Arabistan olan tek hörgüçlü hecin devesi kumlu çöller ve sıcak bölgelerde yaşayabilir. Hecin develeri dağ yollarını tırmanmak ve düşük sıcaklıklara dayanmak açısından pek işe yaramamaktadır. Hatta Sahra veya Arap çöllerinin serin gecelerinde bile, başlarının çadırın örtüsü altında korunmasına özen gösterilir. Braudel, Arap fetihlerinin Anadolu’daki başarısızlığını ve İran’da tam anlamıyla kalıcı olamamasını büyük ölçüde bu develerin bu coğrafyaların iklimlerindeki yetersizliğine bağlamıştır [2]. Ancak, iklim bu konuda önemli fakat Braudel’in kabul ettiği kadar belirleyici bir faktör olmamıştır [3]. Dolayısıyla, Anadolu’nun Türkler tarafından fethinde Türklerin çift hörgüçlü deveye binmesi bir avantaj olmuştur.

Braudel’in Türklerin Küçük Asya’dan Balkan coğrafyasına yayılmalarıyla alakalı görüşleri oldukça isabetlidir. Küçük Asya’nın kaotik sınırlarında (uç) Osmanlı gibi küçük bir beyliğin hayatta kalmasını adeta bir mucize olarak nitelendiren Braudel, bu coğrafyanın maceracılar ve fanatikler için bir buluşma noktası olduğunu vurguluyor. Bu bölgede mistik bir şevkle din ve savaşın iç içe geçtiğini ve Türk savaşçıların Ahiler ve Bektaşiler gibi güçlü tarikatlara bağlı olduğunu söyleyerek bu koşulların Osmanlının kuruluş aşamasında devletin tarzını belirlediğini ve halk içindeki temellerini attığını, bu sayede devletin özgün yükselişini sağladığını söylüyor. Türkistan’dan gelen sessiz göç dalgalarının istilasına paralel 13. yüzyılda Anadolu’nun Rum ve Ortodoks yapısının tam bir toplumsal çözülme sonucu Türk ve Müslümanlaştırıldığını belirten Braudel, bu iç dönüşümün Osmanlı’nın başarısını sağladığını doğru şekilde tespit ediyor. Bu dönüşümü ayrıca Babailer, Ahiler ve Abdallar gibi “devrimci” ve Mevleviler gibi daha mistik ve barışçıl olan tarikatların olağanüstü propagandasına bağlıyor. Braudel, Balkanlar’daki hızlı ilerlemeyi Bizans, Sırplar, Bulgarlar, Arnavutlar, Venedikliler ve Cenevizler arasındaki siyasi bölünmüşlüğe ve Ortodoks ve Katolik kiliseleri arasındaki çatışmaya ek olarak ilginç bir biçimde “olağandışı bir sosyal devrime” bağlamıştır. Türk fetihleri kendi mülklerinde mutlak hükümdar olan büyük toprak sahiplerinin sonunu getirerek Balkanlar’daki köylüleri sömüren ve zaten çok hassas olan feodal düzenin sonu ve bir anlamda ‘ezilenlerin kurtuluşu’ olmuştur:

Genel kalıp aynıydı: Albert Grenier’in ‘fethedilmek için, bir halkın kendi yenilgisine razı olması gerekir’ görüşünü bir kez daha doğrular gibi Türk ilerleyişinden önce tüm bir toplum yapısı kısmen kendi kendine yıkılmıştır.

Balkanlardaki askeri fetihlerle paralel daha yavaş bir fethin gerçekleştiğini söyleyen Braudel için, bu fetih bir zamanlar şiddet atmosferinin hüküm sürdüğü bölgelerin Türkler tarafından sakinleştirilmesi ve ehlîleştirilmesidir. Yollar ve tahkim edilmiş mevkiler inşa edilmiş, deve kervanları organize edilerek ikmal ve nakliye konvoyları düzenlenmiş, ele geçirilen ve inşa edilen şehirler vasıtasıyla Türk medeniyeti yayılmıştır. Braudel Türklerin Balkanlar ve Orta Avrupa’ya doğru hızla genişlemesi sonucu Batı’nın onları Tanrı tarafından gönderilen bir bela olarak gördüğünü vurgulayarak İsviçre’nin Fransız bölgesinden bir Protestan reformcu Pierre Viret’in 1560’ta yazdığı şu yazıyı örnek vermiştir:

Eğer Tanrı şimdi Hıristiyanları Türkler aracılığıyla cezalandırıyorsa, tıpkı bir zamanlar Yahudileri inançlarını terk ettiklerinde cezalandırdığı gibi, buna şaşırmamalıyız… çünkü Türkler bugün Hıristiyanların Asurluları ve Babillileri, Tanrı’nın sopası, kırbacı ve öfkesidir.

16. yüzyılın sonlarında Osmanlı devletinin yaşadığı ekonomik kriz tezin bir diğer ilginç kısmıdır. Çünkü imparatorluktaki yapısal sorunlar devletin en geniş sınırlarına ulaştığı dönemde ciddi şekilde hissedilmeye başlamıştır. İlk kez 1584’te paranın % 50 değer kaybettiği büyük bir devalüasyon yaşanırken ileriki 20 senede Venedik altın sikkesinin karşılığı 60 akçeden 220 akçeye çıkmıştır. Osmanlı topraklarının standart para birimi ve asker maaşlarının ödemesinde kullanılan küçük gümüş sikkeler olan akçeler eritilip yeniden basılmış ve zamanla artan oranda bakır içererek ve daha ince şekilde piyasaya sürülmüştür. Dönemin bir Osmanlı tarihçisi bu akçeler için şöyle demiştir: “Badem ağacının yaprakları kadar hafif, çiy damlası kadar değersiz”. Ulufelerin değeri düşürülmüş akçelerle verilmesi sonucu 1589 yılında tarihe Beylerbeyi vakası olarak geçen bir Yeniçeri isyanına sebep olmuştur. Bu hadiseye bazı tarihçiler hanedanın otoritesinin ilk defa ciddi şekilde sorgulandığı isyan demişlerdir. Bu isyan sonucunda Padişah geri adım atmak zorunda kalmış, Rumeli beylerbeyinin ve baş defterdarın kellesi alınmış, vezir-i azam ve şeyhülislam azledilmiştir ve isyan yatışmıştır. İsyan süresince çıkan yangın ve yaşanan yağmalar ise payitahta büyük zarar vermiştir. 1590’da Venedik’teki İspanyol büyükelçisi, “İmparatorluk o kadar fakir ve o kadar tükenmiş ki, şu anda dolaşımda olan tek para tamamen demirden yapılmış akçeler“ diyerek II. Filip’e Osmanlı’nın finansal durumunu anlatmıştır. Braudel’a göre, belirli bir zaman gecikmesiyle Akdeniz’in doğu yarısı batıda yaşanmış olan zorluklarla karşılaşıyordu. İberya Güney Amerika’dan gelen gümüşle bu problemi çözerken Türklerin böyle bir taze gelir kaynadığı yoktu.

Türkiye’nin iflası ve ekonomik zayıflığı, 1590 civarında hem ordunun ödeme alamaması hem de merkezi gücün azalan otoritesi nedeniyle hızla yayılan bir kriz doğurdu. Sallantılı ve yer yer kırılmış bariyerlerden siyasi, dini, etnik ve hatta toplumsal birçok memnuniyetsizlik belirtileri ortaya çıktı. Türk İmparatorluğu’nda para biriminin çöküşünü bir dizi isyan ve karışıklık izledi.

Türklerin 15. Yüzyılda gelen görkemli zaferlerini, Arapların öncülüğünde İspanya’ya kadar ulamış ilk İslam serüveninin aksine toprağa, atlılara ve askerlere bağlı ikinci bir İslam dalgası olarak tanımlayan yazar, Anadolu’dan çıkan ve Balkanlar’da yayılan bu yeni düzenin İslam’ın ilk merkezleri olan Arabistan, İran ve Kuzey Afrika’dan uzak olması dolayısıyla kuzeyli İslam’ı olarak adlandırıyor ve Türklerin Balkanlara sahip olmasıyla bu ikinci İslam’ın Avrupa’nın içlerine ilerlediğini belirtiyor. Yazara göre devletin örgütlenme, planlama ve yerleşim konusundaki kararlılığı Avrupa tarzındaydı ve bu durum sultanları gerçek sorunlardan uzaklaştırıp miadını doldurmuş çatışmalara sürüklemişti. Osmanlı, Akdeniz ve Orta Doğu’da tarihsel çatışmalarla meşgulken keşfedilen yeni yerler ve ticaret rotalarıyla dünya hızlı bir biçimde değişiyordu. Dolayısıyla 16. yy. aynı zamanda Türkler için kaçan fırsatlar yüzyılıydı. 1529’da Türklerin, başlanmış olmasına rağmen Süveyş Kanalı projesinin sonunu getirememeleri, İran’la savaşırken 1538’de Portekizlilere karşı mücadeleye tamamen kendilerini adamamaları ve Akdeniz’deki beyhude savaşlarda kaynaklarını tüketirken 1569’daki başarısız Don-Volga kanalı girişimi sonucu ipek yolunu yeniden açamamaları kaybedilen büyük fırsatlardı [4].

Kaynakça

[1] Braudel’s Ecological Perspective, James R. Hudson

[2] The Mediterranean and the Mediterranean World in the Age of Philip II, Fernand Braudel

[3] Review: Braudel’s Mediterranean: Un Défi Latin, John A. Armstrong

[4] Problems of Turkish Power in the Sixteenth Century, W. E. D. Allen