Kategori: Uncategorized

  • Türk Güncesi 101: Divanü Lügati’t Türk

    Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır – Mustafa Kemal Atatürk

    Her büyük milletin tarihinin ve milli bilincinin oluşmasını sağlayan kurucu metinler bulunmaktadır. Divanü Lügati’t Türk, dünyanın en köklü milletlerinden biri olan Türklerin tarihini ve hafızasını oluşturan kurucu ve temel metinlerden birisidir. Bu bakımdan Orhun Anıtları (7. yy), Kutadgu Bilig (1069), Atabetü’l-Hakayık (12. yy) ve Divan-ı Hikmet (13. yy) gibi her Türk ferdinin önemini idrak etmesi gereken emsalsiz kaynaklardan birisidir. Türklüğe dair her unsuru ele alma yaklaşımıyla yola çıkan Türk Güncesi olarak, yazılmasının 951. yılında Divanü Lügati’t Türk’ü ayrıntılı biçimde ele almamak mümkün değildir. Divan’ın yazılışının 950. yılı dolayısıyla 2024 yılı UNESCO tarafından “Kaşgarlı Mahmud Yılı” olarak ilan edilmiştir.

    Ben onların (Türklerin) ülkelerini ve bozkırlarını inceledim; Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma ve Kırgızların lehçelerini ve kafiyelerini öğrendim. Zaten ben onların, dilde en doğruyu bilenlerinden, anlatımda en açık olanlarından, akılca en yetkinlerinden, soyca en köklülerinden, mızrakta en iyi atıcılarındanım. Böylece her boyun dili bende en mükemmel şeklini buldu. Sonra bu kitabı en iyi şekilde düzenleyerek yazdım. Yüce Allah’ın yardımına sığınıp kitabımı Dîvânu Lugâti’t-Türk (Türk Lehçelerinin Divanı) diye adlandırarak ortaya koydum. Sonsuza kadar anılsın ve ebedî hazine olsun diye. – Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügati’t Türk [4]

    Kaşgarlı Mahmud’un doğumunun 1000. yılına özel 2008 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası tarafından hatıra parası bastırılmıştır.

    Divanü Lügati’t Türk nedir ve neden önemlidir?

    Kitâbu Divanü Lügati’t Türk (DLT), Kaşgarlı Mahmud tarafından Bağdat’ta 1072-74 yılları arasında yazılan Türkçe-Arapça bir sözlüktür. Bu özelliğiyle Türkçe’nin ilk sözlüğü, ilk ansiklopedisi ve Türk tarihinin yazılı ilk dilbilimsel kaynağı konumundadır. Bununla birlikte DLT’nin kapsamı yalnızca dilbilimsel bir çalışmanın sınırlarını aşmaktadır. DLT, Türk kültüründen folklorik unsurlar ve dilbilgisi kuralları içeren çok boyutlu bir kültür atlası niteliğindedir. Kaşgarlı Mahmud, Türk halklarının dil özelliklerini ve dönemin söz varlığını şiir, atasözü ve efsane gibi türlerle detaylı biçimde ortaya koymuştur. Bu açıdan benzersiz ve paha biçilmez bir eser karakteri taşımaktadır. Kaşgarlı Mahmud, 11. yüzyıl ve öncesindeki Türk dünyasına adeta bir ayna tutmuş ve bu yönüyle tarihin ilk Türkoloğu, ilk kartografı ve ilk Türk dil bilimcisi olmuştur. DLT sonrasında ikinci bir Türkçe dilbilgisi kitabı asırlar sonra Memlükler döneminde yazılmış olup bu durum Kaşgarlı Mahmud’un önemini kat kat artırmaktadır. DLT’de 6689 kelime madde başı olarak yer almaktadır. Kaşgarlı Mahmud’un kendisinin madde başı yapmadığı ara kelimelerle birlikte bu sayı 7000’i aşmaktadır. 1074 yılında yazılmış bir kitaptaki bu yüksek kelime sayısı, Türkçe’nin ne denli zengin ve köklü bir dil olduğunu göstermektedir. DLT, o dönemdeki Türk boylarının lehçelerinin ortak sözlüğü olması bakımından diyalektolojik bir özellik taşımaktadır [9].

    Türk dilinin ilk sözlüğü olan Dîvânü lugāti’t-Türk, çeşitli Türk boylarından derlenmiş bir ağızlar sözlüğü karakterini taşımaktadır. Bununla birlikte eser yalnızca bir sözlük olmayıp Türkçe’nin XI. yüzyıldaki dil özelliklerini belirten, ses ve yapı bilgisine ışık tutan bir gramer kitabı; kişi, boy ve yer adları kaynağı; Türk tarihine, coğrafyasına, mitolojisine, folklor ve halk edebiyatına dair zengin bilgiler ihtiva eden, aynı zamanda döneminin tıbbı ve tedavi usulleri hakkında bilgi veren ansiklopedik bir eser niteliği de taşımaktadır [1].

    Kaşgarlı Mahmud hakkındaki bilgilerimiz kısıtlıdır; bazı araştırmalar onun büyük olasılıkla Karahanlı hanedanına mensup bir şehzade olduğunu ve taht mücadelesi neticesinde hayatını kurtarmak için vatanından ayrılmak zorunda kaldığını, bazıları ise soylu ve yönetici bir aileden geldiğini ileri sürmektedir. Eserdeki “Barsgan: Afrȃsiyȃb’ın bir oğlunun adı. Barsgan’ı o kurmuştur. Mahmud’un babası bu şehirdendir” ifadesinden hareketle Kaşgarlı’nın bugün Kırgızistan sınırları içinde bulunan Barsgan şehrinden olduğu varsayılmaktadır. Kaşgarlı, eserini yıllarca süren kapsamlı bir çalışma ile bütün Türk dünyasını dolaşarak edindiği bilgiler ve gözlemler temelinde kaleme almıştır.

    Müellif, XI. yüzyıl Orta Asya Türk kavimlerini boylarına göre tasnif ettikten sonra bunları konuştukları dil ve ağız farkları yönünden ele almış, Türk boylarının birbirine olan yakınlıkları ve temasları üzerinde de durmuştur. Ayrıca Türk kavimleri içerisinde yabancılar tarafından konuşulan dillere ve onların konuştukları Türk ağızlarına da temas etmiştir [1].

    Eser Karahanlı Türkçesiyle kaleme alınmıştır. Bu Türkçeye Hakaniye lehçesi adı verilmektedir. Hakaniye lehçesi 11. yüzyılın standart Türkçesi konumundadır. O dönemde Oğuzların konuştuğu Oğuz lehçesi henüz yazılı bir dil statüsünde değildir ve Oğuz Türkçesiyle yazılmış ilk yazılı eserleri 13. yüzyılda Yunus Emre ve Sultan Veled gibi şairlerle görmeye başlarız. Kaşgarlı eserinde ağırlıklı olarak bu iki ağız üzerinde durmuştur. Kaşgarlı, Hakaniye Türkçesini “Türk şivelerinin en incesi ve zarifi yani edebisi”, Oğuz Türkçesini ise “Türk şivelerinin en kolayı” şeklinde tanımlamıştır.

    Dîvânü lugāti’t-Türk’te esas itibariyle Karahanlı Türkçesi üzerinde durulmakla birlikte Oğuzlar’a da önemli bir yer verilmiştir. Eserde yalnız Oğuzlar’ın bütün boyları ve damgaları ayrı ayrı zikredilmiş ve sözlükte Hâkāniye Türkçesi’nden sonra en çok Oğuz Türkçesi’ne ait kelimeler yer almıştır. Sözlükte ayrıca ağızların fonetik ve morfolojik değişiklikleri üzerinde de durulmuştur [1].

    Divanü Lügati’t Türk, Türklükle ilgili bilinen birçok konuda en eski kaynak durumundadır. Örneğin, Kaşgarlı Mahmud, Oğuz Türklerini oluşturan 22 Oğuz boyunun tamgalarını kaydetmiş ve Divan bu Türk boylarının alametlerini gösteren en eski kaynaktır. Okuyucularımızdan elimizde bu kitabın ve dolayısıyla bu tamga bilgisinin bulunmadığı durumu biraz düşünmelerini rica ediyorum. Örneğin “Osmanlıların kökeni belirsizdir, geçmişleri uydurma ve değiştirilmiş metinlerden oluşturulmuştur” diyenlere karşı Osmanlı’nın Osman Gazi döneminden itibaren kullandığı Kayı boyu tamgasının 200 küsur yıl önce bir kitapta yer aldığını söyleyemezdik. DLT ile ilgili bu türden sayısız örnek verilebilir ve bu durum Türk tarihini ve kültürünü sağlam bir temele oturtmamızı sağlamıştır. Örneğin Kaşgarlı’nın 12 hayvanlı takvimden söz ederek ejderha yılında bulunduğunu belirtmesi, Türklerin o dönemde bu takvimi kullandığını ortaya koymuştur. Kitapta Uygur harfleri gösterilerek Türk yazısı tanıtılmış ve bundan o tarihlerde Türklerin hala Uygur yazısını kullandığını anlamaktayız. Uygurlar bu alfabeyi doğu İran kavmi olan Soğutlar’dan almış ve Türkler 9. yüzyıldan 11. ve 12. yüzyıllara kadar bunu kullanmış, 12. yüzyılda Arap alfabesine tam geçiş gerçekleşmiştir. Görüldüğü üzere kitapta az veya çok değinilen birçok husus bize Türk kültürüyle ilgili değerli bilgiler sunmuştur.

    Kȃşgarlı Mahmud, gerçek bir bilim insanıdır; “Türklük Bilimi”nin (bilenen ve yaygın terimiyle “Türkoloji”nin) kurucusu ve öncüsüdür. Nitekim Türklerin kökeni, Türklerin yaratılışı, Türklerin tarihi, Türk boyları ve toplulukları, Türk boylarının ve topluluklarının dağılımı, adları, unvanları, yaşadıkları coğrafyalar, sahip oldukları yerler, yer adları (onların köyleri, kasabaları, şehirleri, dağları, gölleri, akarsuları), yaşayışları, inançları, töreleri, hukuk sistemleri, sanat ve estetik anlayışları, mizaçları, birbirleriyle ve başkalarıyla olan ilişkileri, Türkçeyi kullanmadaki farklılıkları, lehçeleri, yazıları, damgaları, sayıları / sayı sistemleri, duaları, bedduaları, övgüleri, yergileri, sövgüleri, deyimleri, vecizeleri, atasözleri, türküleri, şarkıları, koçaklamaları, ağıtları, mitleri, destanları, doğum, düğün, nişan, evlenme, bayram, kutlama, eğlenme, yeme ve içme, yas, ölüm, defin, mezar âdetleri, yemekleri, giyimleri, kuşamları, musikileri ve musiki aletleri, kullanım ve süs eşyaları, hayvanları, alışveriş tarzları… hakkında ilk ayrıntılı bilgileri veren kişi Kȃşgarlı Mahmud’dur [4].

    Kaşgarlı’nın Divan’da Oğuz Boylarının isimlerini ve tamgalarını verdiği kısım. 8. satırın başında Kayı boyunun ünlü tamgası gözükmektedir.

    DLT, Türk ve sözlük olmak üzere iki ana bölüme ayrılmaktadır. Başta 27 sayfa tutan ilk bölümde Türklükle ilgili bilgiler ve bir harita sunulmuştur. Divanü Lügati’t Türk’ü benzersiz kılan unsurlardan biri de bu haritadır. Bu harita Türklerin hazırladığı ilk harita ve Türk coğrafyasını tanıtan ilk harita özelliğini taşımaktadır. Sözlük bölümü isimler ve fiiller şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Bu kısımda Türkçe sözcüklerin Arapça açıklaması, örnek Türkçe cümleler ve bu cümlelerin Arapça karşılıkları yer almaktadır. Hem Türk hem de sözlük bölümünde açıklamalar, kimi zaman rivayetler ve efsanevi bilgilerle kimi zaman da duruma göre dini bilgilerle desteklenmiştir. Fiil bölümünde fiiller belirli geçmiş zaman üçüncü tekil kişi çekimiyle sunulmuş, doğrudan anlamı vermek yerine Türkçe örnek cümleler ve Arapça karşılıkları kullanılmıştır. Fiilleri cümleler içinde göstererek daha kolay öğrenilmesini hedefleyen Kaşgarlı’nın dil öğretimi konusunda da bilgili olduğu açıktır.

    Divanü Lügati’t Türk neden Türklüğün ve Türk milletinin manifestosudur?

    Divanü Lügati’t Türk’ü tam anlamıyla kavrayabilmek için yazıldığı dönemin tarihini ve atmosferini bilmek gerekmektedir. O yıllarda Türkleri, İran ve Irak bölgesinde Oğuz Türklerinin kurduğu Selçuklular ve bunun doğusundaki Karahanlı bölgesi olmak üzere iki ana gruba ayırmak mümkündür. Karahanlılar ve Karahanlı toplumu, Hunlar, Göktürkler ve Uygurlardan gelen köklü Türk devlet düzeninin mirası üzerinde yükselmiştir. Aynı zamanda İslamiyet’i topluca benimseyen ilk Türk topluluğu konumundadırlar. Oğuzlar ise 11. yüzyıl öncesinde çok belirgin olmayan ancak 11. yüzyılda hızla büyük bir güce ulaşan bir Türk boyuydu. Kitabın yazıldığı dönem, İslam dünyasında Oğuz Türklerinin nüfuzunu giderek artırdığı bir dönemdir. 1055 yılında Selçuklu sultanı Tuğrul Bey’in orduları ile Bağdat’a giderek Abbasi Halifesini Şii mezhepli Büveyhilerden kurtarmasıyla Türkler İslam dünyasının en güçlü milleti haline gelmiştir. 1071’de Roma ordularını Malazgirt’te tarihi bir yenilgiye uğratan Oğuz Türkleri, artık tüm dünyanın bir numaralı gücü durumuna gelmiştir. Bu nedenle bir Karahanlı Türkü olan Kaşgarlı Mahmud, Oğuzlar hakkında da çok sayıda bilgi vermiştir.

    [Kâşgarlı] Muhammed oğlu Hüseyn oğlu Mahmud der ki: Gördüm ki Allah devlet güneşini Türk burçlarında doğduruyor, bütün felekleri onların hükümranlığı ile döndürüyor. Onlara Türk adını verip hükümran kılmış ve onları dönemin egemen gücü eylemiş. Dönem insanının idaresini onların eline vermiş ve onları insanların başına getirip hak yolda desteklemiş. Onlara intisap edip yollarında yürüyenleri yüceltiyor, istedikleri her şeye nail eyliyor ve yaramaz insanların eziyetinden koruyor. [O zaman anladım ki] aklı olana yaraşan, oklarına hedef olmaktan korunabilmek için bu insanların tuttuğu yolu tutmaktır. Derdini dinletebilmek ve gönüllerini kazanabilmek için ise onların dilleriyle konuşmaktan daha güzel bir yol yoktur. Bir düşman, korkusundan dolayı gelip onlara sığınınca onu güvende kılarlar. Sonra başkası da ona sığınır ve zararı giderilir. Buhārā’nın sözüne güvenilir bir âliminden ve ayrıca Nîşâburlu bir âlimden duydum. Her ikisi de kendilerine ait rivayet zinciri ile şunu naklediyorlardı: Allah Resulü (s.a.v.); kıyamet alametlerini, ahir zaman karışıklıklarını ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkacağını söylediği sırada “Türk dilini öğreniniz; çünkü onların uzun sürecek egemenlikleri vardır.” buyurdu. Bu hadis doğru ise -ki sorumluluk rivayet edenlere aittir- Türk dilini öğrenmek çok gerekli bir iş olur; yok doğru değilse o zaman da akıl bunu gerektirir [5].

    Bütün bu güce rağmen Türk dili ve Türk kültürü, İran ve Irak bölgesindeki yerleşik halk tarafından hafife alınmaktadır. Afrika’dan Büyük Okyanus’a kadar Türkçe konuşulmasına karşın saraylarda, resmi yazışmalarda ve kitaplarda Türkçe kullanılmamaktadır. Bu nedenle Kaşgarlı Mahmud bu eseri, Türkçenin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu ortaya koymak, Türklüğün ve Türkçenin üstünlüğünü göstermek ve Araplara Türkçe öğretmek amacıyla kaleme almıştır. Bu yönüyle Divanü Lügati’t Türk başlı başına bir manifesto niteliğindedir. Türkçenin ve Türk kültürünün zenginliğini ve köklülüğünü bilimsel açıdan ispatlayan bir eserdir.

    Muhteşem bir isyan örneği veren Kaşgarlı Mahmut, bize, Orta ve Ön Asya’da adım başında Türkçe konuşan kütleleri sayar döker. Her türlü siyaset ve hanedan değişikliğinin üstünde kalan bu büyük Türk halkı, Türkçeyi koruyan mucizedir [9].

    Türk ismiyle alakalı Divan’da “Türklere bu adı yüce Allah verdi” diyen Kaşgarlı, kaynağını bir hadise dayandırarak Allah’ın “Benim kendilerine Türk adını verdiğim ve doğuya yerleştirdiğim bir ordum vardır. Bir kavme kızarsam bu ordumu, onların başına bela ederim.” diye buyurduğunu belirtmiş ve şunları söylemiştir:

    Bu, Türklerin bütün insanlara karşı sahip oldukları bir üstünlüktür çünkü Allah onların adını bizzat kendisi koymuş ve onları yeryüzünün en yüksek, havası en temiz bölgesine yerleştirmiş, üstelik “Benim ordum” diyerek onları kendisine ait kılmıştır. Kaldı ki Türklerin, güzellik, sevimlilik, parlak yüzlülük, edeplilik, büyüklere saygılı davranma, ahde vefa, övünmekten uzak durma ve yiğitlik gibi övülmeğe değer pek çok güzel vasıfları vardır [5].

    Divanü Lügati’t Türk’ün elimizdeki tek nüshası nasıl bulunmuştur?

    DLT’nin bilinen tek yazma nüshası İstanbul Fatih Millet Kütüphanesindedir. Bu nüsha Kaşgarlı’nın yazdığı esas nüshadan 26 Şevval 664’te (1 Temmuz 1266) Muhammed b. Ebû Bekir b. Ebü’l-Feth es-Sâvî tarafından istinsah edilmiştir. Bu nüshanın son sayfasında miladi 25 Ocak 1072 günü Kaşgarlı Mahmud’un eseri yazmaya başladığı ve 12 Şubat 1074’te tamamladığı anlaşılmaktadır. Kaşgarlı eserini muhtemelen 470’te (1077) Bağdat’ta Halife Muktedî-Biemrillâh’ın oğlu Ebü’l-Kāsım Abdullah’a takdim etmiştir.

    Mevcut nüsha, büyük bir cilt halinde olup 319 yaraktır. Kağıdı, vaktiyle Çin, Hint, Afgan gibi Doğu memleketlerinde yapılmış sağlam ve kahn bir kağıttır. Yazısı oldukça kötü, bir nesih bozmasıdır. Kitabın bazı yerleri nem sebebiyle kararmış ise de bozulmamış ve çürümemiştir. Birkaç kelimenin dışında her yeri okunabilmektedir [8].

    Elimizdeki tek nüshanın bulunuşu ise başlı başına bir hikayedir. Şimdi zamanda bir yolculuk yaparak 1914 yılına gidelim. Dîvânü lugāti’t-Türk adında bir kitabın varlığı 15. yüzyıldan itibaren bilinmekte ancak bir nüshası bulunmamaktadır. 14. ve 15. yüzyıllarda yazılmış birkaç eserde DLT’den yararlanıldığı bilinmektedir. Aynı zamanda Katip Çelebi, 17. yüzyılda yazdığı ünlü kaynakça eseri Keşfi Zenun’da DLT’den bahsetmiştir. Bu eser binlerce eserin künyesini içermekte ve eserler hakkında kısa bilgiler vermektedir. Ancak Keşfi Zenun’dan sonra DLT hakkında başka bir kaynağa rastlanmamaktadır. Nihayet 1912 yılında İstanbul’da bir sahafta Ali Emiri Efendi tarafından satın alınmıştır. Ali Emiri Efendi, Osmanlı Devleti’nde çeşitli yerlerde memurluk yapmış ve hayatı boyunca topladığı kitaplarla oldukça değerli bir kütüphane oluşturmuş bir kitap tutkunu ve Millet Kütüphanesi’nin kurucusudur. İstanbul’da sahaflık yapan Burhan Efendi’ye bir hanımefendi tarafından satılması için getirilen DLT nüshası, önce Maarif Nazırı Emrullah Efendi’ye götürülür ancak bakanlık 30 altınlık fiyatı fazla bularak kitabı almaz. Bu arada kitaptan haberi olan Ali Emiri Efendi kitabı inceleyip önemini fark eder ve şöyle anlatır:

    Mevsim kış ve hava soğuk idi. Birde(n) elinde büyük bir kitap olduğu hâlde Burhan Efendi içeriye girmesin mi? Gelip karşımda oturdu. Buyurunuz bakınız dedi. Bir de ne bakayım. Türk lisanına, Türk eş’ârına, Türk darb-ı meseline, Türk illerinin kürre-i haritasına, Türk bayraklarının resmine Türk’ün kadim yazısına dair halife-i Abbasiye zamanında yazılmış bir kitap. Ve hatta Amerika’nın keşfinden dört beş yüz sene kadar evvel telif olunduğu hâlde kitabın haritasında Cabelka namıyla Amerika da mevcut. Sevincimden adeta çıldıracağım. Fakat asla temkinimi bozmuyordum. Bayağı bir kitabı mütalaa ediyorum vaziyetinde bulunuyordum [2].

    Ali Emiri Efendi, arkadaşı Faik Reşat’tan aldığı borçla hemen kitabı satın alır ve günlerce yastığının altında saklayıp hiç kimseye göstermez. Dünyada eşi benzeri olmayan bu kitabın başına bir iş gelebileceğinden korktuğu için geceleri bile uyuyamaz. Ancak kitabın şöhreti zamanla büyük bir entelektüel insan nüfusuna ev sahipliği yapan İstanbul’da hızla yayılır. Her gittiği yerde kitabı överek göklere çıkaran Ali Emiri kitabı ne birine göstermiş ne de satmıştır.

    Ali Emiri Efendi, kitabı kimselere göstermeden 1.5 yılı aşkın bir süre elinde tutmuş demektir. Bu sürede kitabı Kilisli görmüş, dağınık sayfalarını düzenleyip tanzim etmiştir. Kilisli’nin yazdıklarına göre kitabı herkesin merak etmesi, hatta Ziya Gökalp’in ona “kulaktan âşık olup” “Leyla’sını arayan Kays’a dönmesi” bu sürede olmuş olmalıdır [2].

    Kitabı duyan Ziya Gökalp, Ali Emiri’nin yakın dostlarından Filolog Kilisli Rıfat Efendi aracılığıyla bu kitabın oldukça önemli olduğunu, tek nüshası olması nedeniyle acilen korunması, basılarak çoğaltılması ve Türk milletine kazandırılması gerektiğini ifade etmiş, Gökalp’in araya Talat Paşa’yı da sokmasıyla kitap Maarif Bakanlığı tarafından satın alınmıştır.

    Ramazan ayıdır. Adliye Nazırı İbrahim Efendi’den Ali Emîrî Efendi’yi iftara davet etmesi istenir. Zaten Emîrî Efendi, İbrahim Efendi’nin Koska’daki evine sık sık gidip gelmektedir. İftara gittiği akşam yemekten bir saat sonra hiç haberleri yokmuş gibi Talat Paşa da birkaç arkadaşıyla İbrahim Efendi’nin evine gelecektir. Ali Emîrî Efendi’yi ziyadesiyle övüp edebiyatla ilgili sohbet ederek takdirlerini dile getireceklerdir. Sonra da sohbeti Dîvânu Lugâti’t-Türk’e bağlayıp bu kitabı bastırma talebinde bulunacaklardır [9].

    Eser ilk defa Kilisli Rıfat Bilge tarafından incelenerek Arap harfleriyle üç cilt halinde yayımlanmıştır. Ali Emiri Efendi’nin Divan ile ilgili görüşleri etkileyicidir:

    Bu kitap değil Türkistan ülkesidir. Türkistan değil, bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka revnak kazanacak. Arap dilinde Sibevyhi’nin “el-Kitab”ı ne ise bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bu kitaba hakiki kıymet verilmek lazım gele cihanın hazineleri kâfi gelmez [9].

    Bir diğer ilginç anekdot, DLT nüshasının o sahafa nasıl geldiğidir. Bu nüsha sahaf Burhan Efendi’ye bir hanım tarafından getirilmiştir. Bu hanım, Osmanlı’nın son döneminde Maliye Nazırlığı yapmış Ahmet Nazif Paşa’nın aile eşrafından biridir. Ahmet Bican Ercilasun’a göre Ahmet Nazif Paşa, 17. yüzyılda IV. Mehmed devrinde sultanın has imamlığını yapan Vanî Mehmed Efendi’nin 6. kuşak torunudur. Ercilasun’a göre Mehmed Efendi’nin bir şekilde kitabı Topkapı Saray kütüphanesinden çıkardığı ve kitabın saray kütüphanesine Mısır’ın fethi sonrası Yavuz Sultan Selim tarafından getirilen kitaplardan biri olması muhtemeldir.

    Bulunan nüsha için Talat Paşa, Ali Emiri Efendi’ye 300 altın göndermiş, Ali Emiri ise eserin millete ait olduğunu belirterek paranın sadaka olarak dağıtılmasını, sadakanın da Dîvânü lugāti’t-Türk sadakası adıyla verilmesini istemiştir. O dönemlerde ülkeyi yöneten İttihat ve Terakki’nin önde gelen ismi ve Dahiliye Nazırı olan Talat Paşa gibi bir devlet adamının ve İttihat ve Terakki politbürosunun önemli isimlerinden büyük Türk milliyetçisi Gökalp’ın DLT’yi halka mal etme çabaları, memleketin en zor günlerinde bile Türklüğe verilen önemin göstergesidir. Ali Emiri, “Millet Kütüphanesi Ne Surette Teşekkül Etti?” adlı yazısında şunları söylemiştir:

    Filhakika hemen ertesi günü Ziya Gökalp Bey gelerek kitabı alıp götürdü. Ve basılmaya mübaşeret olundu (başlandı). Ziya Beyle Kıblelizade Fuad Bey (Fuat Köprülü) de birlikte idi. Birkaç gece sonra İbrahim Beyefendi bendenizi gördü. Bize yüz lira ikramiye verileceğini beyan eyledi. Ben simsar değilim, dellâl değilim. Vatan namına bir kitap istenilmiş, vermişim. Buna mukabil para vermenin ne lüzumu vardır, istemem (1. Dipnot) cevabını verdim (2. Dipnot). Ol vakit Talat Paşa ilaveten memuriyet suretiyle maliye nazırı vekili idi. Akrabadan Basri Bey’i (3. Dipnot) görerek Emiri Efendi galiba yüz lirayı az görüyor, üç yüz lira verilmesini emrettim. Kendisine söyle, gidip maariften parayı alsın demiş idi. Üç yüz lira değil bin lira olsa yine kabul etmem. Dokuz yüz seneden beri eslafımız (bizden öncekiler) tarafından kemal-i itina ile muhafaza edilerek bana vâsıl olan bir yegâne nüshanın tab ü ta’did (hazırlanması) ile pençe-i ziyâdan kurtarılmış olması bana mükâfat-ı kâfidir cevabını verdim [2].

    Divanü Lügati’t Türk’ten detaylar

    Kitaptaki dünya haritasından bahsetmiştik. Bu haritada Kaşgarlı taht biçiminde çizdiği Türk ülkesini (Balasagun) dünya haritasının merkezi olarak almış ve diğer yerler buna göre düzenlenmiştir. Haritanın ortasında Yarkent, Kaşgar, Barsgan ve Balasagun gibi birçok Türk şehri yer almıştır. Kaşgarlı Çin Seddi’ni de haritasına dahil etmiş ve bu seddin, yüksek dağların ve denizin Yecüc ve Mecüc’lerin dillerinin öğrenilmesini engellediğini yazmıştır [6]. Haritalarında merkezi Mekke alan Arap haritacıların aksine Balasagun’un merkez olarak alınması hem bir karşı duruş hem de siyasileşmiş bir kültürel revizyonizm olarak ele alınabilir [9].

    Türk boy ve topluluklarının yaşadıkları yerlere, bölgelere, şehirlere ilk kez bu haritada yer verilmiştir. Japonya başta olmak üzere bazı ülkelerin, milletlerin ve toplulukların yaşadıkları yerlerin adları da yine ilk kez bu haritada gösterilmiştir. Kȃşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lugâti’t-Türk’te verdiği harita, bu sebeple hem Türk haritacılık tarihi bakımından hem de dünya haritacılık tarihi bakımından büyük önem taşımaktadır [3].

    Batıda işaret edilen yerler İtil boylarına, yani Kıpçakların ve Frenklerin oturdukları bölgelere kadar uzanır. Güneybatıda Habeşistan’a, güneyde Hint, Sint, doğuda Çin ve Japonya’ya işaret edilmiştir [6].

    Divan’da bulunan dünya haritası

    Harita renkli ve daire şeklindedir. Haritada dağlar kırmızı, denizler yeşil, ırmaklar mavi ve çöller sarı renktedir. Modern haritaların aksine haritanın üst kısmı kuzeyi değil doğuyu göstermektedir. Japonya’dan kuzey Afrika kıyılarına ve İspanya’ya kadar o zaman bilinen dünyanın önemli bir kısmını gösteren harita aynı zamanda Japonya’nın ilk kez görüldüğü haritadır. Cabarka ismiyle haritanın üst kısmında ince bir çizgi olarak gösterilmiştir.

    Zamanımıza kadar gelen ve yaygın olarak kullanılan ilk Japon haritası Kyoto yakınlarındaki Ninna tapınağında bulunan ve dış kaynaklardan etkilenerek hazırlanmış, 1303 tarihini taşıyan haritadır. … İlk Japon haritası bir Japon tarafından 14. yüzyılda çizilmiş, bir dünya haritasında yer alması ise 15. yüzyılda olmuştur. Bütün bu bilgilerin ışığı altında, bir plan biçiminde de olsa, yanlışlarla dolu da olsa ilk Japon haritasının 11. yüzyılda Kȃşgarlı Mahmud tarafından çizildiği bir gerçektir [6].

    Haritayla alakalı Kaşgarlı “Rum ülkesinden Maçin’e dek Türk ellerinin hepsinin boyu beş bin, eni sekiz bin fersah eder. İyice bilinmek için bunların hepsi, yeryüzü biçiminde daire şeklinde gösterilmiştir.” demiştir.

    Divan’da 13 devlet ve ülke, 27 il, 46 şehir, 11 kasaba ve köy, 33 mevki ve yurt adı geçmektedir [7]. Divan’da yer alan 13 ülke ve 27 il şunlardır:

    Ülkeler: Barshan, Çaparka, Çin, Hind, Kıtay, Maçin, Rum, Rus, Tabgaç, Tangut, Tezik, Tübüt Tüpüt (Tibet), Yemen.

    İller: Aramut, Argu, Basmıl, Başkurt ~ Başgırt, Beçenek ~ Peçenek, Bulgar, Çaruk, Çigil, Çumul ~ Kümül, Edgiş ~ Ekdiş (Özçend / Özkent), Harzem, Kalaç, Karluk, Kay, Kençek, Kıpçak, Kırgız, Oğuz, Soğd, Suvar ~ Sabar, Tatar, Toksı, Ugrak, Uygur, Yabaku, Yagma, Yimek.

    Haritada Türk boylarının yerleşimlerine önem verilmiştir. Bu boyların dil ve lehçeleriyle alakalı bilgiler verildikten sonra boylar ve onların komşuları haritada gösterildiği için harita aynı zamanda bir dil haritasıdır. Divanda Türk boyları şöyle izah edilir:

    Türkler aslında yirmi boydur. Bunların hepsi, Nuh peygamberin (Allah’ın duası üzerine olsun) oğlu Yâfes oğlu Türk’e dayanır. Bunlar, İbrâhim (Allah’ın duası üzerine olsun) oğlu İshak oğlu İysû oğlu Rûm oğulları gibidirler. Bu boyların her birinden ayrılmış dallar vardır ki onların sayısını Allah’tan başka kimse bilmez. Ben ana kabileleri saydım; tâli olanları bıraktım. Ancak Oğuz Türkmenlerinin oymaklarını ve hayvanlarının damgalarını, insanların bilmesi gerektiği için, zikrettim. Doğu taraflarındaki Müslüman olan veya olmayan her kabilenin coğrafi mevkiini, Rum yakınlarından doğuya doğru sırasıyla beyan ettim. Rum’a yakın boyların birincisi Beçenek’tir. Sonra sırasıyla Kıfçak, Oguz, Yemek, Başgırt, Basmıl, Kay, Yabaku, Tatar, Kırkız -Bu Çin’e yakındır-. Bu boyların hepsi Rum hizasından doğuya doğru uzanırlar. Daha sonra Çigil, Toḫsı, Yagma, Ugrak, Çaruk, Çomul, Uygur, Taŋut, Ḫıtay -Bu Çin’dir-, sonra Tawgaç -Bu da Mâçin’dir-. Bu boylar da güneyle kuzey ortasındadırlar. Bunların hepsini bu daire (harita) içinde gösterdim [4].

    Divan Türk halk edebiyatı açısından da büyük bir değer taşımaktadır. 250’nin üzerinde atasözü bulunmakta ve atasözü karşılığı olarak sav sözcüğü kullanılmıştır. Küçük değişikliklerle günümüzde hala kullanılan atasözleri vardır. Örneğin, “Tag tagka kavuşmas, kişi kişike kavuşur” bugün “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur” şeklindedir veya “Aç ne yimes, tok ne times” bugün “Aç ne yemez, tok ne demez” şeklindedir. Divan’da şiirler dörtlük ve beyitler olmak üzere ikiye ayrılabilir. 149 adet dörtlük, 79 adet beyit bulunmaktadır. Dörtlüklerde aaab veya aaaa gibi kafiye düzenleri vardır [8]. Divan’ın açık ara en çok bilinen şiiri Alp Er Tunga ağıtıdır:

    Alp Er Tunga öldi mü

    Issız ajun kaldı mu

    Ödlek öçin aldı mu

    Şimdi yürek yırtılur

    Divan’da 4+3 duraklı 7 heceli ölçüyle yazılmış ve aaab şeklinde kafiyelenmiş yedi pastoral şiir vardır. Örneğin:

    Yay baruban erküzi

    Aktı akın mundızı

    Togdı yaruk yılduzı

    Tingle sözüm kelgüsüz

    (Bahar gelirken kar ve buz suları coşkun sellerle aktı.

    Parlak Tan yıldızı doğdu, sözümü gülmeden dinle.)

    Divan’da tedavi amaçlı kullanılan bitki isimleri de yer almaktadır. Örneğin, “yabça.n yavşan otu” günümüz Türkçesinde halen kullanılan bir bitki adıdır. Günümüzde oynanmaya devam eden “Aşık oyunu” (koyun ve keçilerin arka bacaklarındaki dört yüzlü kemikle oynanan geleneksel oyun) Divan’da ayrıntılı şekilde açıklanmaktadır. Bu durum Türk kültürel geleneğinin tarihsel sürekliliğinin somut bir göstergesidir. Divan’da “ütüğ” sözcüğü karşımıza çıkmaktadır. Bu kelime “ütüg mala şeklinde bir demirdir. Kırışıklıkları gidesin diye elbisenin dikiş yerleri onunla kızdırılır” biçiminde tanımlanmış olup, Türklerin giyim kuşam konusundaki hassasiyetini ve tarih boyunca medeni yaşam standartlarına sahip olduklarını ortaya koymaktadır. Medeniyet düzeyinin bir başka göstergesi olan ve günümüzde yeni tanışılan kişilere yöneltilen “nerelisiniz” sorusuna benzer bir tanışma biçimi Divan’da kayıtlıdır:

    bo.y kalınlaştırarak. Cemaat, kabile, aşiret. Oğuzca. Birbirini tanımayan iki kişi selamlaştıktan sonra bo.y kim der; “cemaatin, aşiretin, kavmin kim? demektir. Sorulan kişi Salgur der; yani “benim cemaatim Salgur kabilesidir.” Veya kitabın başında saydığım boylardan birini zikreder ki onlar kabilelerinin atalarının adlarıdır. Sonra konuşmaya başlarlar veya durmaksızın ayrılırlar. Böylece her biri diğerinin grubunu bilmiş olur.”

    Günümüzde hala olan bir nezaket göstergesi olarak “sen” yerine “siz” kullanımı Divan’da açıklanır:

    Sen “sen” anlamında bir kelime. Bu sözü Türkler; çocuklar, hizmetçiler, yaş ve mertebe bakımından küçük olanlar için kullanırlar. Hürmet için ve mertebesi olan için z ile siz derler.”

    Divan’da ayakla oynanan ve “Tepük” isimli bir top oyunundan bahsedilmesi Türklerin futbol benzeri bir oyun oynadığını ortaya çıkarmıştır.

    tepük kurşundan yapılan, iğ başı şeklinde bir şey. Üstüne keçi kılı vb. sarılır; çocuklar ayaklarıyla vurarak onunla oynarlar.”

    Divan doğum, evlilik ve ölüm gibi hayatın en önemli olaylarla ilgili zengin bir Türk folkloru içerir. Örneğin, Türk kültüründe lohusaya özel yapılan yemekler önemli yer tutmuştur. Divan’da yer alan ve Bitlis’te “doğani” adıyla hala yapılan lohusa yemeği şu şekilde açıklanır:

    ka.gut aktarıdan yapılan yemeğin adı. Akdarı kaynatılır, sonra kurutulur, sonra da öğütülür. Yağ ve şekerle karıştırılır. Bu, lohusa yemeklerindendir.” [9]

    Doğum sonrası çocukları nazardan korumak için Türk kültüründe çok sayıda uygulama bulunmaktadır. Divan’da “igit” adlı bir ilaç “nazardan ve cin çarpmasından korunmak için çocukların yüzüne sürülen bir ilaç. Bu ilaç safran ve benzer maddelerle karıştırılarak hazırlanır” şeklinde tanımlanmaktadır. Çocukların yüzlerine nazardan korunması amacıyla çeşitli maddelerin sürülmesi, Anadolu’ya taşınan geleneklerden biridir. Yine Divan’da “(arıt-) ol kozı arıttı o çocuğu sünnet etti” cümlesinden sünnetin günümüzdeki gibi önemli bir yere sahip olduğu anlaşılmaktadır. Divan’da evlilik ile ilgili ifadelerden, günümüzde olduğu gibi o dönemde de evliliğin büyük önem taşıdığını görmekteyiz. Divan’da genç kızları ifade eden yinçü (cariye) sözcüğü kullanılmaktadır. Kızların evde beklemeyip yaşı geldiğinde evlenmesini öğütleyen bir atasözü verilmektedir:

    “(yinçü) cariyeler bununla adlandırılır. Atasözü: ǖtlüg yinçü yi.rde kalma.s. Anlamı: delinmiş inci yerde bırakılmaz; biri gelip onu alır. Bu, cariyelerin bakire olarak, kız kurusu gibi uzun süre evde tutulmaması ve birisinin onunla evlenmesi için söylenir.”

    Evlilik hususuna dair günümüzde hala kullandığımız dünür olmak ifadesi kullanılır:

    “(tüƞürlen-) ol maƞa tüƞürlendi o, kendisini benim dünürüm saydı.”

    Düğünün Türk kültüründe önemli bir yer tuttuğu Divan’da düğünle alakalı birçok kelimenin tanımının verilmesinden anlaşılmaktadır:

    küden düğün yemeği.”

    sep gelinin çeyizi. Onun malıdır.”

    kençliyü bayramlarda ve hükümdarların ziyafetlerinde yağmalanmak için kurulan sofra. Minareye benzer ve göğe doğru 30 arşın yüksekliktedir.”

    tayak değnek. Küde.gü tayak birdi gelin attan inerken güveyi, bir cariye ve köleyi dayanak olsun diye ona (geline) verdi.

    Osmanlı’da han yağması denilen kadim Türk geleneğinin Divan’da kençliyü adıyla verildiğini görmekteyiz. Divan’dan ölü adına yemek verme kültürünün de Türkistan’dan aktarıldığını öğrenmekteyiz:

    basan ölüyü gömdükten sonra yapılan yemek. Buradan yog basan denir.”

    yōg ölüyü gömmekten dönenler için yapılan yemeğin adı. Üç veya yedi gün sürer.”

    “(yogla-) ol ölügke yogla.dı o, ölü için yoğ yaptı; bu Türklerin adetidir. yogla.r, yogla.ma.k.”

    Değişen yaşam şartlarına rağmen, 11. yy’da yazılmış olan eserin içerisinde yer alan geçiş dönemleri ile ilgili uygulamaların günümüzdeki uygulamalarla benzerlik göstermesi dikkat çekici bir noktadır. Buna bağlı olarak da halk kültürüne ait ritüeller ve uygulamalarındaki direncin büyüklüğünü görmekteyiz. Türk kültürü değişen zamana karşı özelliklerini yitirmemiştir. Büyük farklılıklar olmadan, hatta bazen aynı kelimenin kullanılmasıyla devamlılığını sağlayan gelenekler, modern dönemlerde dahi gündelik yaşamda uygulanmaya devam etmiştir [10].

    Divan’da Oğuz Türkçesi olarak belirtilen sözcüklerden 204 tanesi Eski Anadolu Türkçesiyle (XIII-XV. yüzyıllar arası) yazılmış eserlerde de görülmektedir. Bunlardan 45’i Eski Anadolu Türkçesine herhangi bir ses değişimine uğramadan geçmiş, diğerleri ses değişimlerine uğramıştır. Burada belirtmekte yarar var ki Kaşgarlı’nın Oğuz Türkçesi altında sınıflandırdığı sözcükler bu lehçeye özgü olanlardır, yoksa diğer Türk lehçeleriyle çok sayıda ortak sözcük paylaşmaktadır.

    45 ismin (aġıl, armaġan, aşlıḳ, av, bal, bayıḳ, bayram, borsuḳ, boḳ, boy “Oğuz lehçesi cemaat, kabile, aşiret”, boy “Oğuzca yenen çemenotu”, çekürge, çil, dede, ebe, ḳat, ḳayın, ḳayır, kend, ḳırnaḳ, ḳoç, kök, köpen, köpçük, ḳuşluḳ, oba, öŋ, ören, öyle, ṣaġ “Oğuz lehçesinde sağlık ve esenlik, sağlıklı”, ṣaġ “Oğuzcada sağ (taraf)”, seŋek, siz, sökel, tamaḳ, tamar, us, ūç, üyez, yāġ, yās, yeŋgeç, yöre, yügrük, yüzerlik) Eski Anadolu Türkçesine herhangi bir ses değişimine uğramadan geçtiği saptanmıştır [11].

    Divan bu yönüyle Anadolu Türklerinin konuştuğu Türkçenin aradan geçen yüzyıllarda nasıl farklılaştığını incelememize olanak sağlayan ve Türkistan’dan getirdiğimiz dilimizdeki sürekliliği gösteren kıymetli bir metindir.

    Sonuç

    Divanü Lügati’t Türk, Türk kültürünün ve düşünce yapısının tarihsel sürekliliği bağlamında elimizdeki en kritik kaynaklardan biridir. 21. yüzyıl Anadolu Türkleri, bin yılı aşan zaman dilimi öncesinde atalarının ifade ettiği atasözlerini halen kullanmakta, söz varlığının önemli bir kısmını muhafaza etmekte, benzer dilbilgisiyle Türkçeyi konuşmakta ve aynı yer-boy adlandırmalarını sürdürmektedir. Bu özelliğiyle DLT, Anadolu Türklüğü ile Türkistan coğrafyasındaki İslam öncesi Türk kültürel mirası arasında organik bir köprü oluşturmaktadır. Bizi biz yapan ve ayakta tutan köklerimiz, Türk kimlik bilincinin güçlenmesini sağlamaktadır. Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı eserler arasında “Kitabu Cevahiri’n-Nahv fi Lȗgat’it-Türk” adlı dilbilgisi çalışmasının da bulunduğu bilinmektedir; ancak söz konusu eser henüz ele geçirilememiştir. DLT’nin 110 yıl önce keşfedilmesi ve Dede Korkut’un 13. hikayesinin yakın dönemde bulunması, benzer eserlerin de gün yüzüne çıkabileceği yönünde umut vermektedir. Belki bir gün söz konusu eser de Türk milletiyle yeniden buluşacaktır. Kaşgarlı Mahmud gibi dehalar yetiştirmiş bir milletin mensubu olmak ne büyük onurdur!

    Kaynakça

    [1] İslam Ansiklopedisi

    [2] Feyzi Ersoy, DÎVÂNU LUGÂTİ’T-TÜRK, ALİ EMİRİ EFENDİ’Yİ NASIL BULDU?

    [3] Cengiz Alyılmaz ve Semra Alyılmaz, Kȃşgarlı Mahmud, Dîvânu Lugâti’t-Türk ve Dîvânu Lugâti’t-Türk’teki haritanın önemi

    [4] Ercilasun ve Akkoyunlu, Kâşgarlı Mahmud Dîvânu Lugâti’t-Türk (Giriş – Metin – Çeviri – Notlar – Dizin)

    [5] Mustafa S. Kaçalin, Kaşgarlı Mahmud Dîvânu Lugâti’t-Türk: Türk dilinin ilk sözlüğü

    [6] Sevim Tekeli, İLK JAPON HARİTASINI ÇÎZEN TÜRK KAŞGARLI MAHMUD

    [7] Saadettin GÖMEÇ, Divanü Lûgat-İt-Türk’de Geçen Yer Adları

    [8] Saim Sakaoğlu, DİVÂNÜ LÜGAT-ÎT-TÜRK’ÜN HALK EDEBİYATI AÇISINDAN TAŞIDIĞI DEĞER

    [9] Nalan Emektar, TÜRK FELSEFESİNİN OLUŞUM SÜRECİNDE KÂŞGARLI MAHMUD VE DÎVÂNU LUGÂTİ’T-TÜRK ADLI ESERİNİN YERİ (Yüksek Lisans Tezi)

    [10] Düriye Özdemir, DÎVÂNU LUGÂTİ’T-TÜRK’TE GEÇİŞ DÖNEMLERİ: DOĞUM-EVLENME-ÖLÜM (Yüksek Lisans Tezi)

    [11] Murat Denizhan Kakaç, Dîvânu Lugâti’t-Türk’teki Oğuzca Kayıtlı İsimlerin Eski Anadolu Türkçesindeki Durumu

  • Emine Işınsu’nun Kaleminden Dış Türkler

    Emine Işınsu

    Emine Işınsu (1938-2021), Türk Edebiyatı’nın en güçlü kalemlerinden biri olan şair ve yazardır. Şiir, hikâye, deneme, tiyatro ve roman gibi çok sayıda türde eserler ortaya koymuştur. Dost, Hisar, Bozkurt, Devlet, Kadın, Ayşe, Töre ve Türk Edebiyatı gibi dergilerde yazılarını ve eserlerini yayımlayan Işınsu, özellikle dış Türklerin sesi olarak öne çıkmış, Türk gençlerinin millî bilincinin ve vatan sevgisinin gelişmesine katkı sağlamış, yaşamı boyunca ülküsünün ardından giderek Türk milliyetçiliğine değerli katkılarda bulunmuştur.

    Geçmişi olmayan bir millet gerek siyasi gerekse kültür açısından köksüz bitkilere benzer. Ben, bizim milletimizin böyle olmasını istemediğim için kendi ufak çapımda bir hizmet verebilmek adına gerçekten gurur duyulacak tarihimizden bazı parçaları anlatmayı seviyorum – Emine Işınsu [2]

    Emine Işınsu, 1960 sonrası Türk romancılığının önemli isimlerinden biridir. Onun oyun ve gazete yazarlığı da olmakla birlikte ilk akla gelen hiç şüphe yok ki romancılığıdır. Bir de Töre dergisi yöneticiliği. Özellikle milliyetçi çevreler için Töre dergisi önemlidir. Çünkü 1970’lerdeki milliyetçi fikir hareketinin merkezinde bu dergi vardır [3].

    Dış Türkler, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sonucunda Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan soydaşlarımızı ifade etmektedir. Annesi İstiklal Harbi dönemi şairlerinden Halide Nusret Zorlutuna ve babası Bulgaristan Türklerinden Tümgeneral Aziz Vecihi Zorlutuna olan Emine Işınsu, millî bir şuurla yetişmiştir. Işınsu, Türk Edebiyatı’nda “Dış Türkler” konusunun öncüsü konumuna gelmiş, büyük bir acı ve hezimet içinde kaybedilen anavatan Rumeli’de Türkiye’den uzakta yaşayan soydaşlarımızın baskı altındaki dramatik yaşamları ilk kez edebiyatımızda ele alınmıştır.

    Azap Toprakları Yunan egemenliği altındaki Batı Trakya Türklerini, Tutsak Kerkük Türklerinin yaşadığı zulümleri, Çiçekler Büyür ise Bulgaristan Türklerinin çektiği çileleri anlatmaktadır. Romanları, gerçekten yaşanmış olayların kurgu içerisine dahil edilmesiyle kaleme alınmıştır. Eserlerinde tarihi, dili, dini ve kültürü yönetici güç tarafından silinmeye çalışılarak Ruslaştırılmak, Rumlaştırılmak veya Bulgarlaştırılmak istenen Türklerin acı hikâyeleri işlenmektedir. Gerçek yaşamla iç içe olan romanlarında Türk millî kimliğinin eğitim-öğretim, dil, din, ekonomi gibi araçlarla asimile edilmesi sosyalizm ve komünizm eleştirisi çerçevesinde ele alınmaktadır.

    Her gün yeni bir zulmün görüldüğü, türlü acılara şahitlik eden bu azap toprakları kimi zaman Batı Trakya kimi zaman Bulgaristan kimi zaman da Kerkük olarak karşımıza çıkar. Mücadeleci ruhların kanıyla ıslanan tutsak topraklardan çiçekler büyür yeniden. Dış Türklerin çektiği sıkıntıları kendi öz yüreğinde derinden duyan Emine Işınsu, eser müessir ilişkisi bağlamında yüreğinde taşıdığı hissiyatı kalemiyle güçlü, sade ve akıcı bir şekilde okuruna sunmuş kıymetli bir sanatçıdır [2].

    Kendisine Kıbrıs Türklerini konu alan bir roman yazıp yazmayacağı sorulduğunda “Artık acı çekmeye tahammülüm kalmadı” yanıtını vererek, romanlarını yazarken yalnızca soydaşları hakkında bilgi aktarmadığını ve bunun ötesinde kendisini soydaşlarıyla nasıl özdeşleştirdiğini ortaya koymaktadır [2]. Emine Işınsu’nun eşi olan ve Türk milliyetçiliğinin önde gelen isimlerinden biri olan İskender Öksüz, Işınsu hakkında şu değerlendirmelerde bulunmaktadır:

    “Işınsu yaşamadan yazmazdı. Bu nasıl olur? Bir insan hem Alparslan’ın ordusunda hem Yunus’un, Mısrî’nin, Hacı Bektaş’ın dergâhında hem Nur’un Urfa’da, İlay’ın Bulgaristan’daki aşkında hem Batı Trakya’nın hem Kerkük’ün tutsaklığında nasıl yaşar? Yaşar… Tayyi-mekân eder, tayyi-zaman eder ve en önemlisi tayyi-insan eder ve yaşar.” [1]

    Kaynakça

    [1] Emine Işınsu’nun gidişi

    [2] Emine Işınsu’nun Romanlarında Dış Türkler Meselesi, Zeynep Tatlısu (Yüksek Lisans Tezi)

    [3] Emine Işınsu ve Cumhuriyet Türküsü, Ahmet Bican Ercilasun

  • İstanbul’un Fethinde Gemilerin Karadan Yürütülmesi Hadisesi

    Yakın geçmişte bir 29 Mayıs daha geride kaldı. Grand Turco, Grande Aquila, Kayser-i Rum, Sultanü’l-Berreyn ve Hakanü’l-Bahreyn unvanlarına sahip Fatih Sultan Mehmed’in komutasındaki Türk ordusunun Konstantinopolis’i fethederek kadim Roma İmparatorluğu’nu tarih sahnesinden silişinin üzerinden 572 yıl geçmiş bulunmaktadır. Fetih sürecinde akıllarda yer eden en önemli olaylardan biri olan gemilerin karadan taşınması hadisesi, dönemin kaynaklarınca teyit edilmiş olmakla birlikte, nasıl gerçekleştirildiği konusu tartışma konusudur.

    Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek

    Dağlardan çektirilen kalyonlar çekilecek.

    Gemilerin karadan taşınarak bir su kütlesinden diğerine nakledilmesinin İstanbul’un fethine özgü bir hadise olmadığını vurgulamak gerekmektedir. Tarih boyunca sıklıkla karşılaşılmayan bu uygulama, 1453 öncesinde birkaç defa gerçekleştirilmiştir. İlginç bir şekilde, bu örneklerden biri yine Konstantinopolis’e yönelik bir kuşatma sırasında yaşanmıştır. 626 yılında Sasani ve Avar ittifakının şehri kuşatması esnasında, monoxyla adı verilen kano benzeri kayıkların karadan taşınarak Haliç’e indirildiği nakledilmektedir [1].

    I. Haçlı Seferi sürecinde Haçlıların Selçuklu başkenti İznik’i kuşatmaları sırasında da Bizans’ın gönderdiği gemiler karadan nakledilmiştir. İznik Gölü kıyısında konumlanan İznik kalesinin batı surları göl içerisinden yükselirken, kuzey, doğu ve güney surları karadan inşa edilmiştir. Kuşatma süresince kaleyi kara tarafından üç yönden çeviren Haçlılar, gölden gelen yardımları engelleyemedikleri için kaleyi ele geçirememişler ve Bizans’tan destek talep etmişlerdir. Bu duruma karşılık Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos’un gönderdiği küçük gemiler, Marmara Denizi’nden İznik Gölü’ne kara yoluyla taşınmıştır.

    Kaynaklar değerlendirildiğinde gemilerin taşınabileceği en uygun güzergâhın Kios (Gemlik)-İznik Gölü olması gerekmektedir. Keza kaynakların verdiği tkr. 11 km. mesafe ve bir gecelik zamana en uygun güzergâh da burasıdır [1].

    Aydınoğulları Beyliği’nin ikinci beyi olan Gazi Umur Bey, 14. yüzyılda Ege’de gerçekleştirdiği deniz seferleriyle büyük şöhret kazanmış bir figürdür. 15. yüzyıl Osmanlı şairi ve tarihçisi Enverî tarafından kaleme alınan ve Umur Bey’in yaşamını destansı bir üslupla ele alan “Düstûr-Nâme” adlı eser, beyin seferlerinden birinde gemilerini karadan taşıttığını kaydetmektedir.

    Buna göre, Umur Bey’in donanması İzmir’den 350 gemi ile yola çıkmış ve on dokuz gündüz-gece yol almış ve yirminci gün karaya ulaşmıştır. Germe adı verilen bir yerde 50 gemi bırakılıp diğer 300 gemi tahtaları sabun ile kayganlaştırılıp muhtemelen halatlarla çekilerek karadan yürütülmüş ve Karadeniz’e atlatılmıştır. Gazi Umur Bey, İstanbul’da tekfur tarafından misafir edilmiş ve sonrasında Eflak bölgesindeki Kili’ye ulaşmıştır. Orada birçok kaleye akınlar yaparak yüklü bir ganimetle tekrar aynı yoldan geri dönmüştür.

    Bu hadise Enverî dışında başka bir çağdaş kaynakta yer almadığından, gemilerin nerede ve hangi sefer kapsamında taşındığına dair kesin bir değerlendirme yapmak mümkün değildir. Ancak bu konuda iki temel görüş bulunmaktadır: Bunlardan ilki Adriyatik Denizi’ndeki Epir’e yönelik sefer, diğeri ise Karadeniz’deki Kili’ye düzenlenen seferdir:

    Şu hâlde elimizde Gazi Umur Bey’in gemileri karadan yürüttüğü yer ile ilgili iki görüş ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birisi Yunanistan ve Mora arasındaki Korinth kıstağı; diğeri ise Ege ve Marmara arasındaki Gelibolu kıstağıdır. Şu anki verilere göre iki yer arasında seçim yapmak zor olsa da Gelibolu kıstağı Enverî’nin verdiği bilgilerin coğrafyaya yerleştirilmesi hususunda daha uygundur. Her ne olursa olsun burada bizim ilgilendiğimiz asıl mesele karadan bir gemi yürütülme hadisesinin varlığıdır. Ancak ne yazık ki bu konu hakkında Enverî dışında çağdaş bir kaynağa vâkıf değiliz [1].

    1453 kuşatması sırasında Haliç’in girişine gerilen zincir nedeniyle Türk gemileri Haliç’e girememişler, bu durum Bizans’a savunulması zor olan Haliç surlarını korumamasından dolayı bütün gücünü ana surlarda yoğunlaştırma imkanı sağlamıştır. Bu sebeple gemiler karadan kaydırılarak, Osmanlı, Bizans ve Latin kaynaklarının ittifak ettiği 21-22 Nisan tarihinde Haliç’e indirilmiştir. Kaynaklardan edinilen bilgilere göre, donanmanın Haliç’e nakledilmesi projesinin hazırlıklarının Rumeli Hisarı’nın inşası döneminde başlatıldığı anlaşılmaktadır.

    Aslında daha Rumelihisarı’nın inşası sırasında Haliç ile İstanbul Boğazı arasındaki arazinin etüdü yapılmıştı. Osmanlı donanmasına ait gemiler Beşiktaş sahilindeki koylarda üsleniyorlardı. Hatta bu koylarda küçük çaplı gemilerin inşası için hazırlıklar bile yapılmıştı [3].

    Kaynakların görüş ayrılığına düştüğü konular, gemilerin çekildiği güzergah ve gemilerin denizden karaya çıkarılıp çıkarılmadığı meselesidir. Bir görüşe göre gemiler denizden karaya çekilmemiş, karada inşa edildikten sonra denize indirilmiştir. Kuşatma sırasında Fatih’in ordusunda bulunan ve Rumeli Hisarı’nın yapımında bizzat görev alan Sırp kökenli bir yeniçerinin anıları, gemilerin Okmeydanı’nda inşa edilerek Haliç’e indirildiğini kaydetmektedir. Mahmud Paşa Menakıbnâmesi’nde Mahmud Paşa’nın Gedik Ahmed Paşa ile birlikte Okmeydanı’na giderek kadırga yapımını denetlemesi ve kadırgaların taşınmasından söz edilmektedir. Fatih döneminin tarihçisi Kritovulos’a göre ise gemiler denizden karaya Kabataş çevresinde Diplos Kion adlı bir mevkiden çıkarılmıştır [2]. Taşınan gemilerin çoğunluğunun küçük boyutlu ve yapımı fazla ustalık gerektirmeyen türden olduğu, bunların birbirine bağlanarak Haliç üzerinde kurulacak seyyar köprülerin inşasında kullanıldığı ifade edilebilir [3].

    Barbaro, Dukas, Kritovulos gibi kaynaklar gemi sayısı hususunda farklı bilgiler vermekle birlikte gemilerin çekilme süreçlerini birbirine benzer şekilde ifade etmektedirler. Buna göre takriben 50-60 gemi altlarına yuvarlak kalaslar konularak ve kayganlaştırılarak insan gücü ile halatlar ve makaralar yardımıyla çekilmiştir [1].

    Bütün bu bilgiler topluca değerlendirildiğinde şöyle bir tablo ortaya çıkar: Bir kısım gemiler çok önceden donanmanın açıklarında demirlediği Beşiktaş koyunun ilerisinde muhtemelen dere yatağının içinde inşa edilmiş, daha sonra limandaki diğer daha küçük çaplı gemilerle birlikte etap etap daha önce hazırlanmış yoldan çekilip bugünkü üçüncü Haliç köprüsü civarında Eyüp karşısındaki bir mevkide surların karşısında denize indirilmiştir. Nitekim gemilerin karadan çekilmeyip Okmeydanı’nda inşa edilmiş olduğu bilgileri de buradan kaynaklanmış olmalıdır [3].

    Kaynaklardaki görüş ayrılığına rağmen, tümü karadan denize gemi indirildiği hususunda mutabıktır. Anonim Tevarih-i Âl-i Osman’da “…gayretle Galata yüzinden kurıdan gemiler çekdürüb…” ifadesi yer almaktadır. Bertrandon de la Broquière’nin 1455 tarihli Le Voyage d’Outre-Mer adlı eserinin el yazmasında bulunan minyatürde İstanbul’un fethi sırasında Kasımpaşa sırtlarından indirilen gemiler tasvir edilmektedir.

    Gemilerin Haliç’e indirilmesi doğrudan fethin gerçekleşmesini sağlamamış olmakla birlikte, halihazırda yetersiz asker sayısına sahip olan Bizans’ın görece zayıf olan Haliç surlarını savunmak amacıyla askeri gücünün bir bölümünü bu alana kaydırması zorunluluğu, şehrin ana surlarının savunma kapasitesini zayıflatmıştır. Bunun yanı sıra, bir sabah uyandıklarında Haliç’te Türk gemilerini gören Romalılar açısından bu durum büyük bir psikolojik çöküntü yaratmış ve savunma direncini düşürmüş olması kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca Haliç’e gemilerle hakimiyet kurulmasının ardından yüzen dubalarla bir köprü inşa edilerek bu köprü üzerinden Haliç surlarına saldırı düzenlenmesi mümkün hale gelmiştir.

    II. Mehmed’in zekası ve tarihe olan ilgisi göz önünde bulundurulduğunda, Fatih’in yakın dönem örnekleri olan İznik kuşatması ve Gazi Umur Bey’in seferinden haberdar olarak gemileri karadan taşıma projesini tasarlamış olması muhtemeldir [3]. Grekçe kaynakları okuyan Fatih’in Milattan Önce Yunanistan’da gerçekleşmiş birkaç gemi taşıma olayından da haberdar olmuş bulunması ihtimal dahilindedir. Bu durum “neden tarih bilmeliyiz” sorusuna verilebilecek en iyi yanıtlardan birini teşkil etmektedir.

    Kaynakça

    [1] TURAN, R., ALTINKAYNAK, S. (2023). “İstanbul’un Fethinde Gemilerin Karadan Yürütülmesinin Arka Planı”. Gazi Türkiyat, 32: 1-11.

    [2] İstanbul’un Fethi ve İmam-Zâde Mehemmed Es’ad Efendi’nin Târîh-İ Feth-İ Kostantîniyye’si, Ahmet Sefa ÖZKAYA (Yüksek Lisans Tezi)

    [3] Fetih ve Kıyamet 1453, Feridun M. Emecen

  • Anadolu’daki Genetik Türk Mirası: DNA Verileri Işığında Bir İnceleme

    Bu yazıda günümüzde bazı çevrelerin Anadolu’daki Türk varlığının meşruluğunu sorgulamak için öne sürdüğü “Türk diye bir etnisite yoktur” veya “Türkler aslında Müslüman olmuş Rumlardır” gibi bilimsel dayanaktan yoksun iddiaları, DNA testi verilerini kullanarak çürüteceğiz. Türkiye’de millet, ulus, etnisite ve ırk kavramlarının sıkça birbirinin yerine kullanılması konuyu anlamayı zorlaştırmaktadır. Oxford sözlüğün etnisite tanımı şöyledir:

    Genellikle kültür, din, gelenek ve göreneklere dayalı grup kimliğini ifade eder. Bazı bağlamlarda, aşağılayıcı çağrışımları olabilen “ırk” kelimesine eşdeğer “politik olarak doğru” bir terimdir [1].

    Etnisite kavramının bu tanımı doğrultusunda, bu olgu çok boyutlu bir yapıya sahiptir. Etnisite; din, dil ve kültürel pratikler gibi sosyal unsurların yanı sıra genetik mirası da kapsayan bir bütündür. Her ne kadar “etnisite” ve biyolojik anlamdaki “ırk” terimleri birebir aynı anlama gelmese de bu iki kavram arasında belirli bir kesişim alanı mevcuttur. 20. yüzyılın başlarında Türkçülük hareketinin önde gelen düşünürleri Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi isimler, “ırk” terimini bugünkü “etnisite” kavramına benzer bir anlamda kullanmışlardır.

    Sayısal veriler ve DNA testlerinin incelenmesine geçmeden önce altı çizilmesi gereken en temel husus, dünya üzerindeki hiçbir milletin genetik açıdan homojen veya “saf” olmadığı gerçeğidir. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan göçler, savaşlar, kültürlerarası evlilikler, ticaret ilişkileri ve diğer sosyal etkileşimler neticesinde tüm insan toplulukları genetik olarak sürekli bir karışım sürecine tabi olmuştur. Evrimsel perspektiften bakıldığında, bir insan topluluğunun gen havuzundaki çeşitlilik, o topluluğun hayatta kalma potansiyelini ve değişen çevresel koşullara adaptasyon yeteneğini artırmış, aynı zamanda zararlı genetik mutasyonların olumsuz etkilerini sınırlandırmıştır. Bu bağlamda genetik çeşitlilik, toplumların evrimsel süreçteki dayanıklılığına katkı sağlayan bir avantaj olarak değerlendirilmelidir. Günümüzde varlığını sürdüren dünya milletlerinin tamamı, istisnasız olarak belirli bir etnogenez süreci sonucunda şekillenmiştir. Bu noktada “etnogenez” kavramının tanımlanması, konunun daha iyi anlaşılması açısından önem taşımaktadır:

    Etnogenez, yeni etnik grupların nasıl oluştuğunu araştırır. Göç, evlilik, kültürel değişim ve dil kullanımı gibi çeşitli faktörleri içeren karmaşık bir süreçtir [2].

    Alman, İngiliz veya Rus gibi bütün büyük milletlerin tarihi, etnogenez süreçleri neticesinde şekillenmiştir. Bu gerçek, hiçbir modern milleti “devşirme” veya “yapay” kılmaz. Etnik grupların oluşumunda fetih dinamikleri önemli bir rol oynamıştır. Bu tür durumlarda, egemen/fatih grubun diğer topluluklara uyguladığı siyasi veya ekonomik güç, genellikle fatihlerin kültürel norm ve değerlerinin fethedilen grup tarafından benimsenmesiyle sonuçlanmıştır. Türkler, tarih boyunca “fatih” bir millet olarak öne çıkmıştır. Oğuz Türkmenlerinin 11. yüzyılda Malazgirt Savaşı’yla Anadolu coğrafyasına girmeleri, bu türden bir etnogenez sürecini başlatmıştır. “Anadolu’nun Türkleşmesi” başlıklı 10 yazılık serimizde detaylı olarak incelediğimiz üzere, Anadolu’daki Bizans tebaası Rumlar hızla Türkleşmiş ve Müslümanlaşmıştır. Dolayısıyla bu etnogenez süreci, Türk kimliği ekseninde gerçekleşmiştir. Burada açıklığa kavuşturulması gereken önemli bir nokta, Türkiye’de sıklıkla karıştırılan Rum ve Yunan/Grek kavramlarıdır. “Rum” kelimesi “Romalı” anlamına gelir ve Türkler Anadolu’ya gelmeden önce Doğu Roma’nın (Bizans) tebaasını ifade eder. Ancak Rum, Helen/Grek anlamına gelmez. “Rum” olarak tanımladığımız ve Yunanca konuşan yerli Anadolu halkının büyük çoğunluğu genetik olarak Yunan/Grek değildir. Bu topluluklar, Doğu Roma etkisiyle kültürel olarak Helenleşen ve ana dillerini unutarak Yunanca konuşmaya başlayan, Hattiler, Hititler, Palalar ve Truvalılar gibi kadim Anadolu uygarlıklarının mirasçıları olan topluluklardır. Anadolu Türkleri, Orta Çağ Oğuz Türkmenleri ile Roma vatandaşı olan Anadolu yerlileri arasında 11. ve 15. yüzyıllar arasında tamamlanmış bir etnogenez süreci sonucunda oluşan bir etnik gruptur. Dolayısıyla, günümüzde Anadolu’da yaşayan etnik Türkler üç ana etnogenez süreci sonucunda ortaya çıkmıştır:

    Asya Hunları = Ön Türkler + Sibirya Sakaları

    Orta Çağ Türkleri = Asya Hunları + Orta Asya İranileri

    Anadolu Türkleri = Orta Çağ Türkleri + Anadolu Yerlileri

    Aslında bu üç etnogenez süreci, “Madem siz Türk’sünüz, neden gözleriniz çekik değil?” şeklindeki basitleştirici argümanları temelden çürütmektedir. Geniş Avrasya bozkırlarına yayılmış Türk halklarının batıda kalan bir kolu olan Oğuzlar, Anadolu ve İran’a yerleşmeden önce Hazar Denizi ile Aral Gölü arasındaki bölgede yaşamakta ve burada Oğuz Yabgu Devleti’ni kurmuşlardır. Bu Orta Çağ Türkleri, Asya Hunları ve Orta Asya bölgesindeki İrani halkların bir etnogenezi sonucunda şekillenmişti. Bu durum, onların halihazırda önemli ölçüde Batı Avrasya genetik mirasını taşıdıklarını göstermektedir. Dolayısıyla, Oğuzların yaklaşık bin yıl önce Anadolu’ya geldiklerinde, Yakutlar veya Sakalar gibi belirgin Doğu Asya fenotipine sahip Türk halklarından ziyade, günümüzdeki Özbek veya Türkmenlere benzer fiziksel özellikler taşıdıkları tahmin edilebilir. Oğuzların ataları olan Hunların, Orta Asya’daki Hint-Avrupa topluluklarıyla etkileşime girerek milattan önce bile Batı Avrasya genetik mirasını taşıdıkları genetik verilerle desteklenmektedir. Nitekim II. Murad döneminde yaşamış olan Yazıcıoğlu Ali’nin 15. yüzyılda kaleme aldığı, Oğuz boyları, Selçuklular, İlhanlılar ve Osmanlıların kuruluşunu anlatan “Tevarih-i Ali Selçuk” (Selçukname ya da Oğuzname) adlı eserinde şu ifadeler yer almaktadır:

    “…..ravîler rivayet ederler ki, Oğuz kavmi Türkistan’dayken şekilleri Moğol çehre idi ve lehçeleri dahi onlara yakın idi, çün İran zemin ve Rûm ve Şama geldiler şekiller Tacik çehre ve dilleri revân ve yumuşak oldı idiler.” [3]

    Görüldüğü üzere Oğuzların fenotipleri ve konuştukları Türkçe Horasan ve Anadolu’ya girişle beraber değişmiştir. Öncesinde Moğollara benzetilmeleri daha çekik gözlere sahip olduklarını göstermektedir.

    DNA Testi Nasıl Yaptırılır?

    Günümüzde MyHeritage, 23andMe veya FamilyTreeDNA gibi şirketler aracılığıyla DNA testi yaptırabilir ve elde ettiğiniz ham DNA verilerinizi ikincil analiz platformlarına yükleyerek genetik haritanızı çıkarabilirsiniz. (Not: Şu an Türkiye’den küresel çapta DNA testi hizmeti alabileceğiniz tek şirket, mevcut gümrük düzenlemeleri nedeniyle FamilyTreeDNA’dır.)

    Ham DNA verilerinizi IllustrativeDNA sitesine yüklediğinizde, “periodical ancient ancestry breakdown” (dönemsel antik soy dökümü) metoduyla farklı tarihsel dönemlerdeki insan topluluklarını referans alarak genetik yapınızı modelleyebilirsiniz. Alternatif olarak, verilerinizi GEDmatch platformuna aktarırsanız, “admixture analysis” (karışım analizi) yöntemiyle DNA’nızı dünyanın çeşitli bölgelerindeki referans popülasyonlarıyla karşılaştırarak genetik kökeninizi analiz edebilirsiniz. Bu süreci, bileşenleri farklı ata popülasyonları olan genetik yapımızın bir tarifini oluşturmak olarak düşünebiliriz. Türk genetik yapısının analizi için en uygun hesaplama yöntemi, GEDmatch platformunda bulunan Dodecad K12b testidir. Bu hesaplayıcı, genetik mirasınızın detaylı bir şekilde incelenebilmesi amacıyla seçilmiş 12 modern popülasyonu referans olarak kullanmaktadır. DNA’nız bu 12 referans popülasyonla karşılaştırılır ve değerlendirme yapılır. Bu 12 referans popülasyon şunlardır:

    1) Sibiryalı (Siberian): Sibirya’ya özgü yerli halkları kapsar.

    2) Kuzeybatı Afrikalı (Northwest African): Mağrip bölgesindeki Berberiler, Araplar ve Tuareg halkları bu gruba dahildir.

    3) Güneydoğu Asyalı (Southeast Asian): Tayland, Vietnam, Malezya ve çevre ülkelerden gelen çeşitli halkları içerir.

    4) Atlantik Akdenizli (Atlantic Med): Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’nun harmanlandığı Akdeniz çevresindeki nüfusları kapsar.

    5) Kuzey Avrupalı (North European): İskandinavya, Britanya Adaları ve Orta Avrupa’nın bazı bölgelerini kapsar.

    6) Güney Asyalı (South Asian): Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve çevre ülkelerin halklarını içerir.

    7) Doğu Afrikalı (East African): Kenya, Tanzanya ve Etiyopya gibi ülkelerin halklarını kapsar.

    8) Güneybatı Asyalı (Southwest Asian): Arap Yarımadası ve çevresindeki bölgelerden gelen halkları içerir.

    9) Doğu Asyalı (East Asian): Çin, Japonya, Kore ve Moğolistan’ı kapsar.

    10) Kafkasyalı (Caucasus): Kafkasya bölgesinden çeşitli halkları içerir. Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan bu gruba dahildir.

    11) Sahra Altı Afrikalı (Sub-Saharan): Sahra Çölü’nün güneyindeki Afrika nüfuslarını temsil eder. Kuzey Afrika hariç tutulur.

    12) Gedrosia: Günümüz İran ve Pakistan’ının bazı bölgelerini kapsayan antik bir bölgedir.

    En ekonomik DNA testleri genellikle otozomal DNA verisi sağlarken, daha detaylı bilgiler için Y-DNA ve mtDNA (mitokondriyal DNA) analizlerini içeren daha kapsamlı testler tercih edilebilir. Otozomal DNA hem anne hem de baba tarafından gelen tüm ataların genetik bilgisini taşıdığından, eğer kişinin soyunda çok farklı coğrafyalardan gelen atalar varsa, tek başına fazla bilgi vermeyebilir. Kromozomlarla aktarılan otozomal DNA ve Y-DNA’nın aksine, mtDNA annenin mitokondrisinden çocuğa geçtiği için, yalnızca anne soyunun (anne, annenin annesi, annenin annesinin annesi gibi) takip edilmesine olanak tanır. Ancak mtDNA sonuçlarının sağlıklı yorumlanabilmesi için bu alanda daha fazla bilimsel araştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Sadece baba soyundan (baba, babanın babası, babanın babasının babası şeklinde) aktarılan Y-DNA ise bize daha spesifik ve önemli bilgiler sunar. Y-DNA, nesiller boyunca daha az değişime uğrayan, uzun soluklu ata bağlantılarını ortaya çıkarabilmektedir. Örneğin, günümüz Anadolu gen havuzunu incelediğimizde, Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya daha önce bu bölgede hiç görülmemiş veya çok nadir rastlanan Y-DNA haplogruplarını getirdiklerini görmekteyiz. Bu Türklerin Anadolu’daki yerli nüfustan ayrı bir etnik grup olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

    Figür 1: Otozomal DNA, Y-DNA ve mtDNA karşılaştırması

    Günümüz DNA test şirketlerinin karşılaştığı en büyük eksiği, Türkiye Türklerini doğru bir şekilde modelleyecek yeterli kategori ve referans popülasyonu sunamamalarıdır. Ancak son yıllarda bu alandaki eksikliklerin giderilmesi yönünde ilerlemeler kaydedilmektedir. Bilimsel çalışmalar sonucu elimizde Hun, Göktürk ve Karahanlı dönemlerine ait önemli DNA örnekleri bulunmasına rağmen, Türkiye Türklerinin doğrudan ataları olan Oğuz Türkmenlerine ait yeterli genetik veri henüz mevcut değildir. Gelecekte Oğuz Yabgu Devleti, Selçuklular ve Beylikler döneminden Oğuz Türkmen DNA örneklerinin bulunması durumunda, Anadolu’daki etnik Türk varlığının genetik temelleri daha kapsamlı ve anlamlı bir şekilde açıklanabilecektir.

    Anadolu’daki Genetik Türk Mirası

    Daha önce belirttiğimiz gibi, etnisite yalnızca genetik temellere dayanmamakta, aynı zamanda dil, kültür ve din gibi çeşitli faktörlerle de şekillenmektedir. Türklük kimliği, tüm bu faktörlerin tamamen veya büyük ölçüde kesiştiği bir bütünlüğü temsil etmektedir. Etnik Türklük, özünde ananevi bir bilinç meselesidir. Bu bilinç, kişinin aile ve ata mirası üzerinden kendisini Türk olarak bilmesi ve Yörük, Manav, Çepni, Türkmen, Avşar gibi Türklüğün çeşitli alt kollarından birine ait olduğunu bilmesi şeklinde tezahür eder.

    Genetik veriler incelendiğinde, DNA test sonuçları Anadolu Türklerinin genetik profilinin kendine özgü olduğunu ve Anadolu ile İran’da bulunan diğer yerli etnik gruplardan belirgin şekilde ayrıldığını göstermektedir. Türkleri diğer etnik gruplardan ayıran en önemli genetik bileşen, Türkistan’dan getirilen Doğu Avrasya (DA) mirasıdır. Daha önce bahsettiğim GEDmatch Dodecad K12b testinde 12 referans popülasyon bulunmaktadır. Doğu Avrasya mirası, bu 12 popülasyonun 3’ünü oluşturan Doğu Asya, Güneydoğu Asya ve Sibirya oranlarının toplamından elde edilir. Türkiye’deki diğer etnik gruplarda Doğu Avrasya mirası neredeyse sıfıra yakın değerler gösterirken, etnik Türklerde bu oran ortalama olarak %10 civarında seyretmektedir. Ancak bu değer, bölgesel olarak belirgin farklılıklar gösterebilmektedir. 1500 yılına tarihlenen iki Osmanlı Türkü’nün DNA analizi sonucunda, Doğu Avrasya oranı ortalama %32.5 olarak tespit edilmiştir [5]. DA oranının yaklaşık üç katının, Orta Çağ Oğuz mirasını yansıttığı kabul edilirse, günümüz Türkiye Türklerinin ortalama %30 civarında Malazgirt’te zafer kazanmış atalarının genetik mirasını taşıdığı söylenebilir. Türkiye’de kendini atadan dededen Türk bilen neredeyse herkesin genetik kalıtımında, az ya da çok orta çağ Türk mirası görülmektedir. Ortalama değerler göz önüne alındığında, Anadolu Türklerinin taşıdığı Orta Asya Türk mirası, modern Avrupa milletlerinin Orta Çağ’daki atalarından taşıdıkları mirastan daha fazladır. Figür 2’deki verilere göre, bir Aydın Türkü Orta Çağ Türk atalarından %35.4 oranında genetik miras taşırken, bir İngiliz Batı Germen Anglosakson atalarından %24.8, bir Alman ise Germen atalarından %30.2 oranında genetik miras taşımaktadır.

    Figür 2: Türk, Alman ve İngiliz örneklerinde orta çağ ata mirası

    “Turkish DNA Project” girişiminin topladığı DNA test sonuçlarını temel alan Figür 3, Türkiye’deki etnik Türklerin il bazında ortalama Doğu Avrasya genetik mirası yüzdelerini ve bu hesaplamalarda kullanılan örnek sayılarını göstermektedir. Bazı illerde sınırlı sayıda örnek bulunmasına rağmen, toplam örnek sayısı (977) bilimsel bir yayında kullanılabilecek yeterlikte bir veri setidir. Burada önemli bir ayrıma dikkat çekmek gerekir: Doğu Avrasya oranı, Orta Asya oranıyla karıştırılmamalıdır. Orta Asya’daki Orta Çağ Türk örnekleri, Batı Avrasyalı ve Doğu Avrasyalı bileşenlerden oluşan karma bir genetik yapıya sahiptir. Verilere göre, Akdeniz ve Ege kıyısındaki illerde Doğu Avrasya genetik katkısı yaklaşık %15 seviyesindeyken, Anadolu’nun iç kesimlerine doğru ilerledikçe bu oran %8’e kadar gerilemektedir. Doğu Karadeniz bölgesi özelinde ise daha belirgin bir farklılaşma gözlemlenmektedir. Giresun’un kuzeyinde bu oran yaklaşık %15 civarındayken, Trabzon, Rize ve Artvin illerinde dikkat çekici bir azalma görülmekte ve oran %1’in altına kadar düşmektedir. Bu genetik veriler, bölgede açık bir sınır hattının varlığını ortaya koymaktadır: Bu sınır Gümüşhane’nin Kürtün ilçesinden başlayarak Trabzon’un Şalpazarı ve Beşikdüzü ilçelerine kadar uzanmaktadır.

    Figür 3: Türkiye’deki etnik Türklerde Doğu Avrasya (DA) oranı

    Karşılaştırma yapmak için Figür 3’e Karahanlı, Hun ve Göktürkler gibi eski Türklerden alınmış verilerin eklenmesiyle Figür 4 hazırlanmıştır. 5. yüzyıldan bir Avrupa Hun örneği %23 Doğu Avrasya genetik bileşenine sahipken, Göktürk örneklerinde bu oran %40’a, 10. yüzyıl Karahanlı örneğinde ise %50’ye yaklaşmaktadır. Günümüzde Türkistan bölgesinde yaşayan Türkmen topluluklarının örnekleri de Türkiye ortalamasından daha yüksek Doğu Avrasya oranları sergilemektedir. Bu karşılaştırmalar açıkça göstermektedir ki, Oğuz Türklerinin Anadolu’daki Roma tebaasıyla gerçekleştirdiği etnogenez süreci sonucunda, Doğu Avrasya genetik miraslarında belirli bir azalma meydana gelmiştir. Bu genetik değişim, tarihsel göç ve kültürel etkileşim süreçlerini destekleyen biyolojik kanıtlar sunmaktadır.

    Figür 4: Türkiye’deki etnik Türklerde Doğu Avrasya (DA) oranı ve orta çağ Türkleriyle kıyaslaması

    Figür 5, Balkan, Anadolu ve Azerbaycan Türklerini kapsayan tahmini Orta Çağ Oğuz mirası oranlarını gösteren bir çalışmayı temsil etmektedir. Bu genetik veriler, bölgesel dağılım açısından önemli bilgiler sunmaktadır. Verilere göre, Anadolu genelinde ortalama %30 civarında bir Oğuz Türkmen genetik mirası tespit edilirken, belirli bölgelerde bu oran çok daha yüksek seviyelere ulaşmaktadır. Özellikle Bolu’da, Giresun’daki Çepni Türkmenleri arasında, Güney Toroslar’da ve Menteşe yöresindeki Yörük topluluklarında bu oran %50’nin üzerine çıkmaktadır. Bu genetik bulgular aynı zamanda, Ermeniler ve Farslar tarafından sıklıkla Türk kimliği sorgulanan Azerbaycan Türklerinin, Kafkasya ve İran’daki diğer etnik gruplardan genetik olarak ayrı bir topluluk olduğunu bilimsel verilerle teyit etmektedir. Bu durum, Azerbaycan Türklerinin özgün etnik kimliklerini destekleyen önemli bir kanıt niteliğindedir.

    Figür 5: Tahmini orta çap Oğuz Mirası Haritası

    Figür 6, 7 ve 8, Mersin, Antalya ve Giresun illerinden alınan üç Türk DNA örneğinin genetik analizini göstermektedir. Analiz, bu örneklerin hangi referans popülasyonlara genetik yakınlık gösterdiğini, taşıdıkları Doğu Avrasya mirası oranlarını ve hangi Orta Çağ topluluklarıyla modellendiğini ortaya koymaktadır. Verilere göre, Mersin, Antalya ve Giresun’dan alınan Türk örnekleri Anadolu’daki diğer Türk popülasyonlarına genetik yakınlık göstermektedir. Bu örnekler sırasıyla %15.8, %14.2 ve %15.8 oranlarında Doğu Avrasya genetik mirası taşımaktadır. Bu üç örneğin genetik yapısı, yaklaşık %40 Orta Çağ Türk ve %60 Orta Çağ Roma (Doğu Roma/Bizans) tebaası şeklinde modellenmiştir. Bu modelleme, Anadolu’da gerçekleşen tarihi etnogenez sürecinin genetik düzeyde somut bir örneğini sunmaktadır. Bu bulgular, Anadolu Türklerinin genetik yapısının, Orta Çağ’da Orta Asya’dan gelen Oğuz Türkleri ile bölgedeki yerli Doğu Roma tebaası arasındaki etkileşimin bir sonucu olduğunu, bilimsel verilerle desteklemektedir.

    Figür 6: Mersin Türk’ü genetik karışım ve yakınlık örneği
    Figür 7: Antalya Türk’ü genetik karışım ve yakınlık örneği
    Figür 8: Giresun Türk’ü genetik karışım ve yakınlık örneği

    Anadolu’daki Rumların Helen/Grek kökenli olmadığı, aksine Helenleşmiş yerli Anadolu nüfusu olduğu iddiasını destekleyen güçlü genetik kanıtlar, Figür 9’da üç Anadolu Rum’unun DNA analizinde açıkça görülmektedir.

    Figür: 9 Anadolu Rum DNA modellemesi [4]

    Orta Anadolu, Kapadokya ve Pontus bölgelerinden alınan üç Rum DNA örneği modellendiğinde, genetik yapılarında “Antik Yunan” bileşeni hiç referans alınmamıştır. Bu Rum örnekleri, ağırlıklı olarak Bronz Çağı yerli Anadolu ve Kura-Araxes (Kafkasya) örnekleriyle modellenmiştir. Orta Anadolu ve Kapadokya Rumlarında tespit edilen yaklaşık %9’luk bozkır genetik mirasının, Anadolu’ya Uzak Asya’dan gelen ve “Ön-Helenler” olarak nitelendirebileceğimiz Hint-Avrupa halklarının etkisinden kaynaklanması muhtemeldir. Figür 10’da gösterilen, Bizans döneminde Çorum bölgesinden alınan bir Rum DNA örneği, anakara Yunanistan’daki Yunanlara genetik olarak daha uzak, buna karşılık Anadolu’daki diğer Rum ve Ermeni örneklerine daha yakın bir profil sergilemektedir. Bu örneğin genetik modellemesinde sadece %0.4 gibi çok düşük bir oranda antik Yunan bileşeni tespit edilmiştir. Bu genetik bulgular, Anadolu Rumlarının çok az miktarda Grek genetik mirası taşıdıklarını ve esasen kültürel olarak Helenleşmiş/Grekleşmiş Anadolu yerlileri olduklarını bilimsel olarak doğrulamaktadır.

    Figür 10: Bizans dönemi Çorum Rum’u genetik karışım ve yakınlık örneği

    Figür 11’daki PCA grafiği Türklerin genetik profilinin nasıl Orta Çağ Türkleri ile Anadolu yerlileri arasında bir kümelenme oluşturduğunu açıkça göstermektedir. Grafikte, Türkistan Türkmenlerinin genetik olarak Anadolu Türkleri ile Orta Çağ Türkleri arasında bir konumda yer aldığı, Özbeklerin ise Orta Çağ Türklerine biraz daha yakın bir genetik profil sergilediği görülmektedir. Dikkat çeken önemli bir bulgu, Türkiye Türkleri ile Azerbaycan Türklerinin genetik yakınlığının bir kesişim oluşturacak kadar fazla olmasıdır. Bu genetik yakınlık, bu iki Türk topluluğu arasındaki tarihsel ve kültürel bağları destekleyen biyolojik bir kanıt sunmaktadır. PCA grafiğinde ayrıca, Trabzon bölgesindeki Türklerin Laz, Ermeni ve Rum popülasyonlarıyla, Erzurum bölgesindeki Türklerin ise Ermeni, Kürt ve Azerbaycan Türkleriyle yakın genetik kümelenmeler gösterdiği tespit edilmiştir. Bu genetik kümelenmeler, coğrafi komşuluk ilişkileri ve tarihsel etkileşimlerle tutarlılık göstermektedir.

    Figür 11: Genetik olarak farklı etnik grupların nasıl kümelendiğini gösteren PCA grafiği [6]

    Sonuç olarak, Türkiye Türklerinin ortaya çıkışı, bir “elit yönetici sınıfın” baskınlığıyla açıklanamaz. Anadolu’daki Türk varlığı, yalnızca küçük bir savaşçı zümrenin gelip tüm bölgeye kendi dilini ve kültürünü dayatması şeklinde basitleştirilemez. Tarihsel kayıtların, özellikle Roma/Bizans kaynaklarının da doğruladığı üzere, Malazgirt Zaferi sonrasında Anadolu’ya önemli miktarda Türkmen nüfusu göç etmiştir. Bu Oğuz toplulukları hem kültürel ve dilsel açıdan hem de genetik bakımdan bölgeyi derinden etkilemiş ve dönüştürmüştür. Güncel genetik araştırmalardan elde edilen veriler, günümüz Anadolu Türklerinin kayda değer bir oranda Orta Asya kökenli Oğuz Türkmen genetik mirası taşıdıklarını bilimsel olarak ortaya koymaktadır. Bu genetik bulgular, Anadolu Türklerinin tartışmasız bir şekilde etnik olarak Türk kimliğine sahip olduklarını doğrulamaktadır. Anadolu’daki Türk varlığı hem kültürel hem de biyolojik sürekliliği olan, tarihsel temellere dayanan bir gerçektir.

    Kaynakça

    [1] Oxford Sözlük

    [2] https://anthropologyreview.org/anthropology-glossary-of-terms/ethnogenesis-the-formation-of-new-ethnic-groups/

    [3] Tarih Objektifinde Hz. Peygamberin Hadisleri ve Türkler, Zekeriya Kitapçı https://belleten.gov.tr/tam-metin/1843/tur

    [4] https://x.com/denizcan_dede/status/1359070324348887042 (Turkish DNA project üyesi)

    [5] The first horse herders and the impact of early Bronze Age steppe expansions into Asia

    [6] https://x.com/denizcan_dede/status/1892883196431224998 (Turkish DNA project üyesi)

  • Orta Anadolu’da bir Yörük Türkmen Aşireti: Boynuinceliler

    Günümüzde bir kısmı Kırşehir ve Aksaray’da Kızılırmak çevresindeki köylerde yasayan Boynuinceli Yörüklerinin Danişmentli cemaatine bağlı Devedamı köyünden biri olarak, bu yazıda hem anne hem baba tarafından nesillerdir mensubu olduğum bu Türkmen aşiretinden ve köyümden bahsetmek istedim.

    1500 yılına ait belgelerde Karaman Vilayetinin Aksaray kazasına bağlı bir mezra olarak gecen Devedamı, Heydenle Yörüklerinin yurdu olarak belirtilmiştir [4]. 1521 yılında ise Dündarlı Yörüklerinin yurdudur.

    Devedamı köyünde, Aksaray Sancağı Eyyüb-ili Nâhiyesi’ne bağlı şekilde 1584 yılında belgelerdeki “Yörük Dündarlu cemaati temekkün itmekle (yerleşmek) karye (köy) olmuştur” ifadesinden de anlaşıldığı gibi yarı göçebe Dündarlı Yörüklerinin iskânıyla mezradan köy statüsüne kavuşmuştur [2, 4]. Dündarlı Yörükleri, Oğuzların Eymür boyundandır [4].

    Aynı yılın belgelerinde, Devedamı’nda Eymür boyundan Yüzdeciyan Yörüklerinin de olduğu gözükmektedir. İsimlerindeki “yüz” kelimesi, ödedikleri ağnam (koyun) vergisine bir gönderme olup, her yüz koyun için bir koyun vergisi anlamına geliyordu [5]. 

    Günümüzde Anadolu’da başlıca İç Anadolu ile Güney Anadolu’da dağınık şekilde yasayan Boynuinceli Yörüklerinin, hala yaylak ve kışlak kullanarak yarı konar göçer hayata devam eden ve Mersin Erdemli bölgesinde (özellikle Narlıkuyu-Arpaçbahşiş kasabaları arasındaki sahil kesiminde) yaşayan kısmı dışında tamamen yerleşik olduğunu görmekteyiz. Bu bölgede yaşayanlar Orta Anadolu’dan göçmüşlerdir.

    Boynuinceliler, Kızılırmak’ın her iki tarafında, Seyfe Gölü ile Tuz Gölü arasındaki sahada meskun bir aşirettir [1]. 19. yüzyılda Aksaray ve Kırşehir sahasında en fazla nüfusa sahip konar-göçer menşeli aşirettir. Aşiret, 18 cemaatten oluşmaktaydı. Aşirete ismini veren Danişmentli Beyliği, 1071 Malazgirt zaferi sonrası Sultan Alparslan’ın komutanlarından biri olan Danişment Gazi tarafından kurulmuş ve 1071-1178 yılları arasında Sivas-Tokat-Kayseri-Malatya sahasında hakimiyet kurmuştur. Beyliğin Anadolu Selçuklu hakimiyetine girmesiyle beyliğin bakiyeleri olan Danişmentli Aşireti Anadolu’nun farklı yerlerine yayılmıştır. Kaynaklar Danişmentli Türkmenlerinin 16. yy. sonlarına doğru Orta Anadolu’ya kaydıklarını göstermektedir:

    1582 tahririnde Kayseri’de görülmektedirler. Kayseri’de görülen bu tayfa, buraya şark tarafından gelmiş olup, Suriye’de kışlamakta, Kayseri dolaylarında da yaylamaktaydı. Vergi veren 2673 kişi ile Danişmendli Cemaati önemli bir nüfus büyüklüğüne sahiptir [1].

    1582’de Bozulus, Dulkadirli, Yeniil ve Bozok Türkmenlerinden birçok aşiret mensubu, Danişmentli Türkmenleri çatısı altında toplanmış ve bu yapı “Danışmendli Kazası” olarak anılmaya başlamıştır. 1600’lerin başında ise, Danışmendli toplulukları Suriye’de kışlamayı bırakarak Anadolu’da kışlamaya başlamışlardır:

    “Danişmendli ve Boynuinceli ve Kürd Mihmadlı ve Kulak nam cemaat ve sairleri kadimü’l-eyyamdan yazın Rum’da yaylayıp ve eyyam-ı şita irişdikde Şam Eyaletlerinde vâki olan mahallerde kışlayub reaya ve berayaya ta’addi itmezler iken birkaç seneden berü olıgelene muhalif ve eyalet-i Rum’da kışlayıp…” [1] – Orijinal kaynak

    “Danışmendli, Boynuinceli, Kürd Mihmadlı ve Kulak adındaki cemaatler ve diğerleri, eski zamanlardan beri yazın Rum (Anadolu) bölgesinde yaylaya çıkarlar, kış mevsimi geldiğinde Şam Eyaleti’nde bulunan yerlerde kışlar ve reaya (köylüler) ile halka zarar vermezlerdi. Ancak birkaç yıldır bu düzene aykırı olarak Rum Eyaleti’nde kışlamaya başlamışlardır.” – Günümüz Türkçe karşılığı

    Danışmendli Kazası altında bulunan aşiret ve cemaatler, 1650’lerde henüz Boynuinceli Aşireti adı altında birleşmemişti ve genellikle Kayseri ile Kırşehir arasındaki bölgede yaşamaktaydılar. Örneğin, Danişmentli Türkmenleri arasında yer alan Boynuinceli Aşireti, Develi ve Erciyes kazalarında yaz aylarında yaylamış, Aksaray ve Kırşehir sancaklarında ise kışlamıştır.

    İç Anadolu’da Kırşehir ve Aksaray Sancaklarında yaşayanlar, Kızılırmak’ın sağ ve sol kıyılarına yerleşmişlerdi. Bilhassa Ekecek Dağı’nın kuzey ve doğu yönlerindeki yaylalara yerleşenler, Aksaray Sancağı Eyübeli Kazası’nın sakinlerini oluşturmakla beraber şeri işlerde Danişmentli kadılığına bağlıydılar [3].

    Nihayetinde 1580’lerde Kayseri ve Bozok’ta, 1600’lerin başlarında Ankara bölgesinde görülen Danişmentli Kazası oluşumları, özellikle 1600’lerin ortalarından 1700’lerin ilk çeyreğine kadar olan dönemde, Kırşehir bölgesi üzerinden Aksaray’a kadar yayılma sürecini tamamlamışlardır. Bu dönemlerde Danişmentli konar-göçer teşekkülleri, boy beyi Boynuinceli Aşiretinden çıktığı için Boynuinceli Aşireti adı ile anılmaya başlanmıştır. 1746 tarihli bir belgede gecen cümleler, o tarihte aşiretin hala yaylak kışlak hayatı yaşadığını göstermektedir:

    Türkman taifesinden Danişmendlü ve Hacıahmedlü maa Şeyhlü ve Şereflü ve Boynuincelü cemaatleri reâyâsı öteden berü kışlaklarından yaylaklarına ve yaylaklarından kışlaklarına mürûr u ubûr andan Kesikköprü ve Acıöz ve Divleöyüğü ve Malyanlı mahallerinden mürûr u ubûr idegelmişler iken birkaç seneden berü Kesikköbrü harab bahanesiyle… [1] – Orijinal kaynak

    Türkmen taifesinden Danışmendlü, Hacıahmedlü, Şeyhlü, Şereflü ve Boynuincelü cemaatlerinin reâyâsı (köylüleri), uzun zamandan beri kışlaklarından yaylaklarına, yaylaklarından da kışlaklarına giderken Kesikköprü, Acıöz, Divleöyüğü ve Malyanlı bölgelerinden geçmekteydiler. Ancak birkaç yıldır Kesikköprü’nün harap olduğu bahanesiyle… [1] – Günümüz Türkçe karşılığı

    Boynuinceli Aşireti 1834 yılı ait nüfus defterinde 18 cemaati kapsayan bir cemaat birliğidir. Bu cemaatler nüfus defterindeki sıralamaya göre şunlardır: Büyüksaları, Hacıahmedli, Karacakürd, Kurutlu, Herikli, Boynuinceli, Savcılu, Sıdıklı, Kürdmahmadlı, Küçüksaları, Harbendeli, Kütüklü, Danişmendli, Camili, Bekdik, Dumanlı, Durmuşlu ve Delüler.

    Danışmendli Cemaati: Toplam iki köy (Devedamı ile Çiftevi) ve bu köylerde meskûn olan 99 erkek (198 kişilik) nüfusa sahiptir. Cemaate ait köyler günümüzde Ortaköy İlçesi’ne bağlı olup, Ortaköy İlçesi’nin kuzeyinden Kızılırmak’a doğru art arda sıralanmaktadır. Devedamı Köyü’nün doğu sınırlarını Kırşehir ili sınırı oluşturmaktadır. [1]

    Osmanlı nüfus ve vergi defterleri, köyüm vasıtasıyla soyumu nasıl 11.yy’da kurulmuş Danişmentli Beyliğinin tebaası olan Danişmentli Türkmenlerine dayandırdığımı göstermektedir. İlginç şekilde, aşirete ismini veren Danişmentli ve Boynuinceli cemaatleri zamanla epey küçülerek birkaç köy kadar kalmıştır. Bunun sebebi devletin iskan politikaları, sürekli göçlerle olan ayrılmalar ve aşiretin bölünerek farklı cemaatlere ayrılmasıdır ve bu cemaatler isimlerini kendilerini yöneten beylerden aldıkları için 1582’de 40 cemaatten oluşan bir ana çatı olan Danişmentli Aşireti 1834’te iki köy kadar kalmıştır.

    Bu minvalde meselâ Boynuinceli, Karacakürd ve Hasanlı gibi aşiretlerin eski dönemlerde, meselâ 1500’lerde kendi adları ile mevcut olmadıkları, aksine Danişmendli Türkmenleri içerisinden çıktıkları kabul edilmektedir [1].

    Zamanla (1870’ler civarı) devlet bu konar-göçer menşeli aşiretleri iskân ettirip yerleşik yaşama ve tarıma alıştırarak onları tamamıyla yerleşik halk haline getirmiş, aşiret idari olarak müstakil olma durumunu kaybetmiş ve Boynuinceli ismi Orta Anadolu’da tarihe karışmıştır.

    1725 yılında sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, doğum yeri olan ve küçük bir köy olan Muşkara’nın adını “Yenişehir” anlamına gelen “Nevşehir” olarak değiştirmiş ve çeşitli politikalarla burayı büyütmek istemiştir. Bu nedenle bölgede yasayan aşiretleri oraya iskan ettirmiştir ve Boynuincelilere bağlı bazı oymaklar Nevşehir’e yerleşmiştir. Yıllar içerisinde çeşitli sebeplerden yapılan göçlerle aşiretin bir kısmı Mersin’e kadar inmiştir. Günümüzde Erdemli bölgesinde yasayan ve hala Boynuinceli ismini taşıyan Yörüklerin hikayesi bu şekildedir.

    Kaynakça

    [1] Nüfus Defterleri’ne Göre Boynuincelü Aşireti (1830-1845), Necmettin Aygün

    [2] XVI. Yüzyılda Aksaray Sancağı (1500-1584), Doğan Yörük

    [3] Arpaçbahşiş Kasabası (Mersin-Erdemli) Boynuinceli Yörükleri Ağzı, Halil İbrahim Özden

    [4] Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650) I, Yusuf Halaçoğlu

    [5] The Oghuz Turks Of Anatolia, İlhan Şahin

  • Mistik Rüzgarlar II: Tasavvuf Akımlarının Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasına Etkisi

    Mistik Rüzgarlar II: Tasavvuf Akımlarının Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasına Etkisi

    Hacı Bektaşi Veli

    Hacı Bektaşi Veli El Horasani, 13. yüzyılda yaşamış bir Türk mutasavvıfı ve Anadolu’da Bektaşi tarikatının kurucusudur. Aynı zamanda bir Türkmen babasıdır yani kendisine bağlı Türkmen aşiretinin manevi lideridir. Babailer isyanı sürerken aşiretiyle Horasan’dan Anadolu’ya geldiği bilinen Hacı Bektaşi Veli’nin o dönemde Moğol istilası sebebiyle Anadolu’ya gelen Yesevi veya Haydari dervişlerinden biri olması kuvvetle muhtemeldir. Ahmet Yesevi geleneğini Anadolu’da devam ettirmiştir. Anadolu’daki Ahi teşkilatı ile yakın ilişkide olan Hacı Bektaşi Veli’nin Ahilerin piri Ahi Evran’la da yakın olduğu kaynaklarda geçmektedir. Hacı Bektaş Veli’nin öğretilerinin sade, anlaşılır ve halka yakın olması, öğretilerinin geniş Türkmen kitleleri tarafından benimsenmesini sağlamıştır ve bu öğretiler Türkmenlerin sosyal ve dini yapısını şekillendirmede önemli bir rol oynamıştır. Bazı kaynaklar Hacı Bektaşi Veli’nin kardeşi Menteş ile Babai isyanının lideri Baba İlyas-ı Horasani’ye biat edip Vefâiyye tarikatına bağlandıklarını ve Menteş’in Babailer İsyanına bizzat katılıp öldürüldüğünü söyler. Bektaşi tarikatı, Osmanlı Devleti’nin askeri yapılanması içinde önemli bir yer tutan Yeniçeri Ocağı ile yakın ilişkiler geliştirmiştir. Yeniçeriler Bektaşi inançlarına göre yetiştirildikleri için, Bektaşiler Osmanlı’nın savaşçı sınıfının dini ve kültürel kimliğini şekillendirmede etkili olmuştur.

    Derviş-i dervişan, makbul-ü makbulan
    Baş üryan, sine püryan, dide al kan
    Yezid’e kan kusturan göğüs kalkan
    Arslan pençesinden kelle kurtaran
    Bu meydanda nice başlar kesilir, olmaz soran
    Mucizat-ı fahr-i cihan
    Kerem-i şah-ı merdan
    Bi-hürmeti abdalan
    Pirimiz, hünkarımız, Hacı Bektâş-ı Velî Şah-ı Horasan
    Demine devranına huuu diyelim

    Yeniçeri Gülbank’ı

    Yunus Emre

    Yunus Emre, Türk-İslam kültüründe önemli bir yere sahip bir ozan ve tasavvuf ehlidir. Doğum ve ölüm tarihleri net olarak bilinmemekle beraber 13. yy. ortaları ve 14. yy. ilk çeyreği arasında yaşadığı ve Eskişehir Sarıköy’de doğduğu bilinmektedir. Yaşadığı dönem itibariyle Anadolu Türkleri, taht kavgaları, Türkmen isyanları ve Moğol istilası sebebiyle çok zor günler geçirmekteydi. Bütün bu karmaşada halk ahiler, tekkeler ve tarikatların maddi ve manevi yardımına sığınmıştır. Devletin çözülüp dağılmaya başladığı bu dönemde, uç bölgelerinde Moğol baskısından kurtulmuş Türkmenler gaza ve cihat aşkıyla Orta ve Batı Anadolu’da kendi beyliklerini kurup tekrardan teşkilatlanırken, dedeler, alpler, gaziler, Abdalan-ı Rum, Baciyan-ı Rum ve Ahiler, Osmanlı Devleti’nin kurulup büyümesinde öncü olmuşlardır. Yunus Emre, Kelimetullah ve Nizam-ı Alem için hayatlarını adamış bu gruplara manevi gücü veren ve samimi ve sade Türkçesiyle rehberlik eden en önemli figürlerden birisidir. Evliya Çelebi, Ahmet Yesevi’nin Anadolu’da birçok müridi olduğunu kaydetmiştir. Fuat Köprülü’ye göre, Hoca Ahmet Yesevi’nin Anadolu ve Balkanlar’daki en tanınmış müritleri Hacı Bektaş-ı Veli ve Saltuk Baba/Sarı Saltuk’tur. Yunus Emre, bir şiirinde;

    Yunus’a Tapduk’dan oldu, hem Barak’dan Saltuk’a
    Bu nasib çün cûş kıldı ben nice pinhân olam

    diyerek şeyhinin Baba Tapduk olduğunu, Tapduk’un Barak Baba’nın halifesi olduğunu ve Barak Baba’nın da Baba Saltuk’un halifesi olduğunu belirtmektedir. Bu silsileyle Yunus Emre’nin Yesevi öğretisinden etkilendiği kesindir. Türk-İslam tasavvufunun fikir olarak öncüsü Pir-i Horasan Yesevi, edebi olarak öncüsü Türkmenlerin onu çağırdığı gibi “Bizim Yunus”tur.

    Türkçe’nin edebi bir dil olarak tercih edilmediği bir dönemde şiirlerini sade ve halkın anlayabileceği bir Oğuz Türkçesi ile yazarak geniş Türkmen kitleleri tarafından sevilmiş ve günümüze kadar Türk halkındaki teveccühünü korumuştur. Anadolu’nun birçok yerinde mezarlarının olması onun yüzyıllar sonra bile Türklerin kalbindeki yerini koruduğunu göstermektedir. Şiirlerini Türkçe yazması, tasavvufi öğretileri geniş kitlelere ulaştırmıştır. Eserleri, Türkçe’nin bölgede edebi yazı dili olarak benimsenmesine katkıda bulunmuştur. Şiirlerinin ana temaları ilahi aşk, dünya faniliği, tevazu ve hoşgörüdür ve bunlar Risaletü’n-Nushiye ve Divan isimli iki eserde toplanmıştır [20].

    Okursun tasrif kitab nice binâ vü irâb
    Havf u recâ sende yok eyle kim bir Tatarsın

    Yunus Emre

    Ahilik ve Ahi Evran

    13.yy’dan beri Türk milletinde toplumsal dayanışma, ekonomik kalkınma ve siyasi istikrarın temel taşlarından biri olarak kabul edilen ahilik teşkilatının kökeni, İslam coğrafyasında ortaya çıkan fütüvvet teşkilatına dayanır. Bu yönüyle sadece iş hayatının belli standartlar ve ahlaki esaslar çerçevesinde olmasını sağlayan bir meslek teşkilatı olmayıp, mistik ve tasavvufi bir kökü vardır. Günümüz esnaf teşkilatlarının öncülü olan bu teşkilat, dini, sosyal, kültürel, iktisadi ve siyasi boyutları olan bir organizasyon olup, Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasında ve Anadolu’nun bize yurt olmasında büyük rol oynamıştır. Ahilik teşkilatı, Türkmenlerin aşiret hayatından yerleşik hayata geçmelerini, İslam’a uygun yaşamalarını ve şehir yaşamına uyum sağlamalarını kolaylaştırmıştır. Türklerin üretken ve eğitimli bireyler olmalarını ve meslek edinmelerini sağlayarak tarımsal, ekonomik, sosyal güvenlik ve eğitim sistemlerinin oluşmasına katkı sağlamışlardır. Ahiler, savaş ve devletin yetersiz kaldığı zamanlarda ise asker olarak hizmet etmişlerdir. Daha önceki yazılarımda vurguladığım gibi, 1240’taki Babai İsyanı ve 1243’teki Kösedağ bozgunu sonrasında Anadolu’nun kasaba ve köylerinde merkezi otorite kaybolmuştur. Devletin dağıldığı bu kaos ortamında oluşan boşluğu bir sivil/sosyal/iktisadi toplum kuruluşu gibi çalışan Ahiler doldurmuştur. Ahiler Selçuklunun dağılmasıyla ortaya çıkan Türk beyliklerinde etki sahibi olmuşlardır. Çoğunluğu Moğol istilasından kaçarak Anadolu’ya yerleşen ve daha önce Harezm, Horasan, Rey ve Buhara gibi şehirlerde esnaf ve zanaatkarlıkla uğraşan Ahiler, kurdukları zaviyeler aracılığıyla fikirlerini yaymışlardır.

    Anadolu’da Ahi Evran’dan önce de Ahi ismiyle anılan zanaatkarlar bulunmasına rağmen, Ahi Evran, Ahilikle bağlantılı en çok tanınan şahsiyet olup, Moğol istilasından kaçarak Anadolu’ya gelmiş ve burada Ahilik teşkilatının kurulup yapılandırılmasında büyük rol oynamıştır. Azerbaycan’ın Hoy kasabasından ünlü bir Türkmen babası olan Ahi Evran’ın asil ismi Şeyh Nasirüddin Mahmud el-Hoyî olup daha sonraları Ahilikle özdeşleşmiş ve Ahi Evran adıyla anılmıştır. İlk olarak 1205 yılında Kayseri’ye yerleşip o bölgede dericilik yapmış ve orada Ahilik teşkilatının temellerini atmıştır. 1227’de ulu hakan Aladdin Keykubad’ın ricasıyla Konya’ya yerleşmiştir. Ahilerin en büyük destekçilerinden olan sultanın ölümü sonrası tahta geçen II. Gıyasettin Keyhüsrev, vezir Saadettin Köpek’le beraber Türkmen güç odakları üzerinde baskı kurmak istemiş ve bu sebeple Ahi Evran ve çevresini tutuklatmıştır. Babai İsyanına Ahilerin de katıldığı ve hatta isyanın bastırılmasından sonra birçok ahinin yakalanarak cezalandırıldığı, bazı ahilerin de uç bölgelerine kaçtıkları birtakım kaynaklarda geçmektedir. Bu olay da Ahiler/Türkmenler ve devlet arasındaki sürtüşmeyi açıkça göstermektedir. Halil İnalcık, Mevlana’nın Moğollarla iş birliği yapan ve Fars kültürüne tutkun Selçuklu seçkin sınıfına hitap ettiğini ve dolayısıyla Türkmen merkezi Ahi Evran’la arasının iyi olmadığını belirtir ve bu düşmanlığı Mevlana’nın şeyhi Şems-i Tebrizi’nin 1247’te öldürülmesine bağlar.

    Sultanın ölümü sonrası Konya’dan ayrılıp en sonunda Kırşehir’e yerleşen Ahi Evran ölene kadar burada yasamış ve Ahiyân-ı Rum adli teşkilatın temellerini atmıştır. Bu teşkilat Kayseri’deki teşkilatın daha sistemli bir halidir. Kırşehir Ahiyân-ı Rum merkezi olmuş ve kurucu piri olarak Ahi Evran kabul edilmiştir. Bu dönemde Kırşehir Sulucakarahöyük’te yaşayan Hacı Bektaş-ı Veli ile yakın bir dostluk kurmuştur. Alevi-Bektaşi geleneğinde, Ahi Evran’ın hanımı Fatma Bacı Hacı Bektaş-ı Veli’nin tek müridi olarak kabul edilmesi bu yakınlığı açık şekilde göstermektedir. Bazı kaynaklara göre, Fatma Bacı önderliğinde Bacıyan-ı Rum olarak adlandırılan bir kadın teşkilatı kurulmuş, bu teşkilat kadınlara dini ve mesleki eğitim vererek sosyal hayata aktif katılımlarını sağlamıştır [21]. Ahi Evran tarafından Kayseri, Konya ve Kırşehir’de temeli atılan teşkilat hızlıca başta Osmanlı Beyliği toprakları olmak üzere Anadolu’nun her köşesine yayılmıştır.

    1482 yılında inşa edilmiş Ahi Evran Camii ve Türbesi, Kırşehir

    Ahiler Osmanlı devletinin kuruluş döneminde önemli katkılarda bulunmuştur. Bir uç beyliği olan Osmanlı, Ahilerin yoğun olarak bulunduğu topraklar olmuştur. Köylerde ve uç bölgelerinde teşkilatlanan Ahiler hem mevcut yerleşimleri geliştirmiş hem de yeni köylerin kurulması ve iskan edilmesine yardım ederek uç bölgelerinin hızlıca Türkleşmesi ve İslamlaşmasını sağlamışlardır. Devletin kurulusunda önemli bir yere sahip Şeyh Edebali Ahilerle çok yakın ilişkilere sahiptir. Kuruluş döneminde devlet tarafından verilen vakıf arazileriyle direkt olarak desteklenmişlerdir. Osmanlı’nın daha sonraki dönemlerinde devletin güçlenmesiyle etkileri azalmasına rağmen esnaf teşkilatı olarak var olmaya devam etmişlerdir. Anadolu ve Rumeli’de zaviyeler inşa etmişler, büyük şehirlerde mahalleler, çeşmeler, hanlar, camiler ve mescitler kurarak toplumun huzuru ve birliği için çalışmışlardır. Bu imar faaliyetleriyle sosyal hayatı canlı tutarak dayanışmayı sağlamışlardır. Ahiler ayni zamanda Bektaşilik, Melamilik ve Halvetilik gibi birçok tarikatta bulunmuşlardır [22].

    Vefâiyye Tarikatı

    11. yüzyılda Irak’ta kurulan Vefâiyye Tarikatı, Türkiye Selçuklu ve erken Osmanlı dönemlerinde önemli bir rol oynamıştır. Anadolu Selçukluları devrinde Vefâiyye dervişleri tekke ve zaviyelerini Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen göç yolu üzerinde kurarak iskan ve kolonizasyon faaliyetlerini hızlandırmışlar ve güvenlik sağlamışlardır. Türkmen babası Dede Garkın, tarikatı özellikle Güneydoğu Anadolu’daki Türkmen kitleleri arasında popüler hale getirmiştir. Babailer İsyanının liderlerinden ve Türkmen kitleleri arasında çok popüler bir figür olan Baba İlyas el-Horasani Dede Garkın’ın halifelerinden birisidir. İsyanın bastırılmasından sonra Babai şeyhleri ve dervişleri merkezi otoritenin zayıf olduğu uç Türkmen bölgelerine kaçmışlardır. Kösedağ savaşı sonrası devletin dağılma sürecinde bağımsız olan beyliklerde faaliyetlerine devam etmişlerdir.

    Babai isyanı sonrası bir kısım Vefâî dervişi bir uç beyliği olan Osmanlı Beyliği topraklarına yerleşmiştir. Vefâiyye tarikatını 14. yüzyıldan itibaren Osmanlı topraklarında tarikatın ilk temsilcisi olan ve aynı zamanda Osman Gazi’nin kayınbabası olan Şeyh Edebali’yle görmekteyiz. Şeyh Edebali Osman ve Orhan Gazi döneminde devlete kuruluş aşamasında büyük destek vermiş

    ve bazı politikalarda söz sahibi olmuştur. Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinde Vefâîyye tarikatına mensup olan bir diğer önemli kişi Geyikli Baba’dır. Geyikli Baba, Bursa’nın fethine katılıp sağladığı katkılarla Orhan Gazi’nin takdirini kazanmıştır. Orhan Gazi tarafından kendisi için bir zaviye yaptırılmıştır. Çünkü Osman Gazi’nin silah arkadaşlarından biri olan Turgud Alp’in, Geyikli Baba’nın müritlerinden biri olması da tarikatın dönemin gazileri arasında önemli bir konuma sahip olduğunu göstermektedir. Tarikat daha sonra ünlü Osmanlı tarihçisi Aşıkpaşazâde gibi önemli şahsiyetler tarafından Osmanlı topraklarında temsil edilmiştir. Tarikatın Anadolu’da hatırı sayılır bir nüfuza sahip olması Türk tasavvuf anlayış ve Sufi akımlarının sadece Türkistan/Orta Asya ve Yesevi tarikatı kökenli olmadığını ve Arap coğrafyasındaki akımlardan da etkilendiğini göstermektedir [23].

    Fransız seyyah Nicolas de Nicolay’ın tasviri ile Geyikli Baba

    Anadolu’nun Türkleşmesine etki etmiş tasavvuf akımları ve figürlerinden bahsettiğim bu yazımı bizzat kaleme aldığım “Türk Tasavvuf/Tekke Edebiyatına Saygı” isimli şiirimle sonlandırmak istiyorum.

    Başında altın tac olsa ne fayda imiş
    Saltanat bir selâyla toprak altında biter
    Derviş yollarda meşk edip tutuşmuş
    Mâşukun elinden bir damla su ister
     
    Gâfil mâl ü dünyâyı dâim sanmış
    Son nefesle dâru’l-bekâ bizi bekler
    Şu fânî gök kubbe erenlere dar gelmiş
    Ruh Hak deryâsında ferahlamak ister
     
    Divane derviş gam-ı aşkınla kavrulmuş
    Abdal gibi cânân peşinde koşmak ister
    Hüda emâneti gövdemde durmaz olmuş
    Mecnûn gibi çöllerde teslim olmak ister
     
    Deli gönlüm cihandan âzâde olmuş
    Han-ı dünyada kervân-ı mevti bekler
    Mâşukumu ararken yolum kaybolmuş
    Bu âciz kul Yunus gibi yanmak ister
     
    Âşık dünyevi hevesten âmâ olmuş
    Gül bahçesinde derdine dermân ister
    Vusladı ararken cânı terk etmiş
    Süleyman hayâlden uyanıp şaraptan ister

    Süleyman Armağan Er

    [20] Yunus Emre Devrinde Türkiye’nin Sosyal Durumu, Faruk Sümer

    [21] Anadolu Selçukluları Devrinde Anadolu Bacıları (Bacıyan-ı Rum) Örgütünün Kurucusu Fatma Bacı Kimdir, Mikail Bayram

    [22] Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Dinî Zümreler, Haşim Şahin

    [23] Selçuklu ve Erken Osmanlı Döneminde Vefâiyye Tarikatı, Haşim Şahin

  • Mistik Rüzgarlar I: Tasavvuf Akımlarının Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasına Etkisi

    Mistik Rüzgarlar I: Tasavvuf Akımlarının Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasına Etkisi

    Tasavvuf, temelinde bireyin nefsini aşarak Allah’ın varlığına ulaşma çabasının yattığı, İslam’ın mistik ve spiritüel bir yorumudur. Müslümanların Allah’a daha derin bir yakınlık kazanmalarını amaçlayan bu yorum zaman içinde çeşitli tarikatlarla örgütlenmiştir. Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşması sürecini hızlandıran etkenlerden birisi tasavvuf akımlarının aktif faaliyetleridir. Tasavvuf akımları, maddi olarak fethedilmiş Anadolu topraklarını tabiri caizse manevi yönden fethederek Anadolu’nun kalıcı bir Türk ve Müslüman yurdu olmasını sağlamışlardır. Malazgirt Savaşı sonrası Anadolu’ya gelen Türkmen kitleleri arasında dervişler, alimler ve sanatkarlar da bulunmaktaydı. Bu sayede kadim Orta Asya Türk kültürü ve Türk-İslam sentezi fikirleri Anadolu’ya taşınmıştır. Şeyhler ve dervişler Anadolu’da hızlı bir biçimde tekkelerini ve zaviyelerini kurarak teşkilatlanmaya başlamışlardır. Tasavvuf akımlarının özellikle manevi desteği, fethedilen bölgelere yerleşen Türkmen kitleleri arasında milli birlik ve bütünlüğün oluşmasında etkin rol oynamıştır. Törelerine sıkı sıkıya bağlı ve dini bilgileri zayıf olan Türkmenler arasında tasavvuf fikriyatını yaymak amacıyla birçok Türkçe eser yazılmış ve bunlar Türk tekke/tasavvuf edebiyatının temellerini oluşturmuş ve Türkçe’nin edebi bir dil olarak kalıcılaşmasını sağlamıştır. Özellikle 12-13. yüzyıllarda tasavvuf zümreleri sayesinde Anadolu hızlı bir biçimde Müslümanlaşmıştır. Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Ahi Evran ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi Türk-İslam tarihinin önemli şahsiyetleri bu asırlarda yasamış ve Anadolu Türklerini etkilemişlerdir. Mevlevi, Vefâiyye ve Kalenderi gibi tarikatlar Haçlı seferleri ve Moğol istilası gibi sıkıntılı ve buhranlı zamanlarda halkın direncini koruyarak Türk toplumunu bir arada tutmuşlardır.
     
    Horasan ve Türkistan bölgesi, İslam’ın erken dönemlerinden itibaren Türk-İslam kültür ve tarihinde önemli bir yer tutmuştur. Türklerin İslam’la tanışması ve kitlesel halde İslam’ı kabulleri bu bölgede gerçekleşmiştir. Her yönüyle ilk Türk tarikatı olan Yesevilik burada kurulmuş, Türk Tasavvuf kültürü burada ortaya çıkmıştır. Burada yetişen birçok derviş ve şeyh, Anadolu’daki tasavvufi hareketlerin şekillenmesinde büyük rol oynamışlardır. Horasan bölgesinden Anadolu’ya gelen bu şahsiyetler “Horasan Erenleri” veya “Rum Abdalları/Abdalan-ı Rum” olarak adlandırılmışlardır. Abdalan-ı Rum’un kökenlerini Türklerin İslamiyetle ilk tanıştıkları zamanlara götürebiliriz. Türk tarihi boyunca, merkezi devlet otoritesinin kanatları altındaki Ortodoks Sünni anlayışa zıt olarak göçebe Türkmen kitleleri arasında Heterodoks bir İslam anlayışı gelişmiştir. 751 yılındaki Talas savaşından sonra Türkler İslam’a küçük gruplar halinde girmeye başlamışlardır. Daha sonra, Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular İslam dinini kabul ederek İslami geniş bir coğrafyaya yayıp en büyük koruyucusu olmuşlardır. Selçuklu döneminde, Nizamiye Medreseleri ve Anadolu Selçuklu sarayı ve çevresi tarafından desteklenen Sünni İslam anlayışı, göçebe geleneğini sürdüren Türkmen toplulukları arasında devletin resmi politikasından ayrı olarak halk arasında benimsenen farklı İslam yorumunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. İslam’ın bu heterodoks yorumu ve Rum Abdallarının inanç ve yaşam tarzının temeli, yarı göçebe Türk kültürüne dayanmaktadır. Orta Asya’nın bozkırlarında göçebe bir yaşam tarzı benimsemiş Türkler, İslam’a geçtiklerinde yüzyıllardır sürdürdükleri inançlarının birçok öğesini yeni dinlerine eklemişlerdir [17].
     
    Babai, Kalenderi, Cavlaki veya Haydari gibi isimlerle adlandırılan Rum Abdalları Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde önemli bir unsur olarak kabul edilir. Bu dervişler genellikle tahta kılıçlarıyla savaşlara katılan, savaş dışında ise din propagandası yapan ve ellerindeki malları yoksullara dağıtan dağınık giyimli ve ürkütücü görünen meczup kişilerdi. Bu kişiler sadece alim ve şeyh olarak değil, aynı zamanda toplum içinde manevi rehber ve önder olarak rol almışlar, alp ve gazi olarak bizzat fetihlere katılmışlar ve ahi olarak iktisadi hayata yön vererek fethedilen bölgelerin maddi ve manevi olarak ihyasına katkı sağlamışlardır. Fethedilen bölgelere yerleşerek bu bölgelerin Osmanlı toprağı olmasına katkı sağlamışlar ve çevredeki müritleriyle küçük yerleşim birimleri kurmuşlardır, böylece göçebe yaşam tarzından yerleşik hayata geçişi desteklemişlerdir. Abdal Musa, Geyikli Baba ve Karaca Ahmet gibi dervişler aynı zamanda kendi aşiretlerinin liderleri olarak Türkmen babası olarak anılmışlardır. Saçları, kaşları ve sakalları tıraşlı, ancak bıyıkları uzun olan Horasan Erenleri, halkı etkilemek için bazı kerametler gösteren kişilerdi. İslam öncesi Türk dini geleneğinde önemli bir yere sahip olan Orta Asya Şaman teamülleriyle birçok ortak noktaya sahiptiler. Örneğin, halk arasındaki inanışa göre, Geyikli Baba ve Abdal Musa vahşi hayvanları kontrol edebiliyor, Hacı Bektaş şekil değiştirip hayvan şekline girebiliyor ve Abdal Musa ateşi kontrol edebiliyorlardı.

    Ahmet Yesevi

    Türklerin Müslümanlaşması deyince akla ilk gelen önemli figür Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’dir. Hanefi mezhebine mensup Ahmet Yesevi, 12. yüzyılda Horasan/Türkistan’da yaşayan tarihin ilk büyük Türk tasavvuf ehlidir. Orta Asya Türkleri arasında İslam’ın yayılmasında kilit bir rol oynamıştır. Fikirleri temel alınarak kurulmuş, ilahi aşkı, hoşgörü ve insan sevgisini vurgulayan Yesevi tarikatı Türk-İslam dünyasını yüzyıllar boyunda derinden etkilemiş ve Sufi geleneklerini önemli ölçüde etkilemiştir. Anadolu’nun manevi fatihi olarak da anılan Hoca Ahmet Yesevi’nin, Anadolu’ya hiç gelmemiş olmamasına rağmen Anadolu’da 800 yıl sonra bile tanınan ve sevilen bir figür olması onun fikirlerinin etkisini çarpıcı bir şekilde göstermektedir. Ahmet Yesevi eserlerinin çoğunu Türk toplumunun anlayabileceği sade ve açık bir dille Türkçe yazarak İslam’ı anlatmıştır. Yesevi’nin en ünlü eseri Türkçe yazılmış Divan-ı Hikmet’tir. Eser, Yesevi’nin manevi öğretilerini ve düşüncelerini içeren ve Türklere İslamiyet’i öğretmek için yazdığı “hikmet” adı verilmiş şiirlerden oluşur. Bu eserinde Yesevi’nin öğretileri, İslam inancını Türk gelenekleri, inançları ve yaşam tarzıyla uyumlu bir şekilde sentezleyerek göçebe nüfuslar arasında erişilebilir ve cazip bir İslam formu yaratmıştır. Bu sentez içerisinde Orta Asya’ya özgü inanç unsurları bulundurmuştur. Örneğin, Yeseviler’in kadın ve erkek beraber zikir yaptıkları rivayet edilmektedir. Divan-ı Hikmet eseri sayesinde, İslamiyet göçebe Türk toplulukları arasında daha hızlı yayılmaya başlamıştır. Yesevi aynı zamanda Türk edebiyatı içinde tekke edebiyatı olarak adlandırılan dini edebiyatın da kurucusu kabul edilir [18].

    Ahmed-i Yesevî’nin Türk tarihindeki önemi, yalnız beş-on parça veya birkaç cilt tasavvufî manzumeler yazmış eski bir şair olmasından değil, İslâmiyet’in Türkler arasında yayılmaya başladığı asırlarda, Türkler arasında ilk defa tasavvuf mesleği vücuda getirerek ruhlar üzerinde asırlarca hüküm sürmüş olmasındandır. Ahmed-i Yesevî, kuvvetli şahsiyeti ile, Türkler arasında asırlarca yaşayan büyük bir tarikat kurdu. Yeseviyye, bir Türk tarafından ve Türkler arasında kurulmuş ilk tarikattır.

    Fuat Köprülü, [19]

    Hoca Ahmet Yesevi, oluşturduğu Türk -İslam senteziyle Abdalan-ı Rum’un fikri ve manevi temellerini atmıştır. Yesevi, göçebe Türkmen toplulukları arasında İslam’ı yaymıştır ve birçok halife yetiştirerek onları dört bir yana tebliğ için göndermiştir. Yesevi ekolüyle yetişen birçok derviş özellikle 13. Yüzyılda Moğol istilası neticesinde büyük kalabalıklar halinde Anadolu’ya gelerek medreseler ve tekkeler açarak fikirlerini Anadolu’ya taşımışlar ve tebliğ faaliyetleriyle İslamiyet’i yayarak dinin burada yerleşmesini sağlamışlardır ve Türkiye Selçuklu ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde önemli bir rol oynamışlardır. Bu dervişler Anadolu’da Vefâiyye ve Haydarîlik tarikatlarıyla yakın ilişkide olmuşlardır. Yesevi öğretileri, Anadolu’daki tasavvuf kültürünün temel taşlarını oluşturmuştur. Yaygın kanaate göre, Ahmet Yesevi’nin görüşleri, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli ve Hacı Bayram Veli gibi sonraki Türk mutasavvıflarının düşünceleri üzerinde büyük etki bırakmıştır. Bu büyük şair ve düşünürler, Yesevi’nin eserlerinden ilham alarak Anadolu’yu Türkleştiren ve Müslümanlaştıran kendi tasavvufi öğretilerini geliştirmişlerdir. Fuat Köprülü’ye göre, Yesevi’nin Anadolu’ya gönderdiği halifeler, burada Babailik ve Bektaşilik gibi Anadolu’nun düşünsel yapısını derinden etkileyen iki tarikatın oluşmasına yol açmıştır.

    “Adım sanım kalmadı ben bir hiç oldum
    Allah’ı yâd eyleyerek yüce oldum
    Pak yürekle O’na bağlanıp, gör nice oldum
     Fenâfi’llâh makamına geçtim işte”

    Ahmet Yesevi, Divan-ı Hikmet

    Yesevi öğretilerinin etkisiyle Müslüman olan birçok Türkmen babası Moğol istilası sonucu Anadolu’ya gelmiştir. Başlangıçta Büyük Selçuklu ve daha sonra Anadolu Selçuklu sultanları, bu Türkmen aşiretlerini Anadolu’nun çeşitli bölgelerine ve özellikle sınır bölgelerine yerleştirdiler. Selçuklu Sultanları, bu yerleştirme politikasını kendi hükümdarlıklarını ve devletlerini güvence altına almak amacıyla uyguluyorlardı. Çünkü, İslam’ı tam anlamıyla benimsememiş olan ve aşiretlerinde dini otoriteyi temsil eden Türkmen liderleri, dini ve siyasi otorite olarak kabul ediliyordu. Babai isyanına aktif olarak katılmış Rum Abdalları isyanların ardından Anadolu’nun sınır bölgelerine ve uçta en güçlü beylik olan Osmanlı Beyliği topraklarına girmek zorunda kalmış ve kuruluş aşamasında etkili olmuşlardır.

    [17] Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Abdalân-I Rum (1300-1400), Haşim Şahin

    [18] Türklerin ve Anadolu’nun İslamlaşmasında Yesevi hareketi ve Ahmed Yesevi, Ömer Altun

    [19] Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Fuat Köprülü

  • Yeniden Gelen Bahar: İkinci Beylikler Döneminin Anadolu’nun Türkleşmesine Etkisi

    Yeniden Gelen Bahar: İkinci Beylikler Döneminin Anadolu’nun Türkleşmesine Etkisi

    Kösedağ Savaşı’nın belki de en olumlu sonucu, son döneminde büyük Fars etkisinde olan Selçuklu merkezi otoritesinin zayıflaması sonucunda Anadolu’da çeşitli boyutlarda birçok beyliğin ortaya çıkması olmuştur. Merkezi yönetimin çöküşüyle Anadolu’da egemen olan Türk kültürü daha da öne çıkarak gelişme fırsatı bulmuştur, çünkü iktisadi olarak artık güçlenmiş Türkmen beyleri alim ve sanatçıları himaye etmeye başlayacak kadar zenginleşmiştir ve beylerin bu teşvikiyle Türkmen beylerinin sanatsal zevklerine hitap edecek Türkçe eserler yazılmıştır [24]. Selçuklu saraylarında kullanılan Arapça ve Farsça yerini beylik saraylarında Türkçe’ye bırakmıştır. Bu beylikler, imar faaliyetlerini sürdürürken aynı zamanda Türk kültürünün daha da yerleşmesine ve gelişmesine olanak sağlamıştır. Son Moğol-İlhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadır Han’ın ölmesi ile Moğollar arasında çıkan iç savaş, Moğol etkisini iyice zayıflatarak Türk beylerinin tam anlamıyla bağımsızlığını kazanmasını sağlamış ve Anadolu Türkleri uzun yıllar sonra rahat bir nefes almıştır. Türk beylerinin yani sıra, tarikatlar ve Ahiler de bu otorite boşluğundan faydalanıp güç kazanmış ve beyliklerle beraber çalışarak konar göçer Oğuzların Anadolu’da yeni bir kimlik oluşturmalarını sağlamışlardır.
     
    Devlet otoritesinin sarsılması ve Moğol baskından dolayı Türkmen aşiretleri uç bölgelere yerleşerek Karamanoğulları, Germiyanoğulları, Saruhanoğulları, Karasioğulları, Menteşeoğulları, Candaroğulları, Ramazanoğulları ve Dulkadiroğulları gibi beylikler kurmuşlardır. Bu beylikler, camiler, vakıflar, hanlar, hamamlar, kervansaraylar ve medreseler inşa ederek uzun bir süredir kesintiye uğramış Anadolu’nun imar sürecini tekrardan başlatmışlardır. Beylikler, Anadolu Selçuklu devletinin iskan politikalarını devam ettirerek yeni yerleşimler oluşturarak buralara Türkmenleri yerleştirmişlerdir. Ek olarak, mimari, edebi ve süsleme sanatlarında Türk geleneğini devam ettirip geliştirmişler ve bu dönemde Türkçe’ye kazandırdıkları yeni eserlerle Türk dilinin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Bu dönemde Farsça ve Arapça önemli eserler Türkçe’ye çevrilmiş, Türkçe yazılmış eserler önemli şekilde artmış ve bu eserlerde Türkçe yazmanın önemine de değinilmiştir. Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türkçeyi “Bugünden sonra divanda, dergahta, bargahta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil konuşulmayacaktır” fermanı bu dönemin özellikle dilimiz açısından ne kadar önemli olduğunun bir diğer örneğidir [15]. Türk edebiyatının ilk Fabl örneği olarak kabul edilen “Harname”, Germiyanoğulları sarayında yetişen Şeyhi tarafından yazılmıştır. İnançoğulları Beyliği vasıtasıyla Fatiha ve İhlas surelerinin Türkçe tefsirleri yapılmıştır. Menteşe beyi İlyas Bey döneminde İlyasiyye adlı bir tıp kitabı Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Ahiliğin temelini oluşturan Fütüvvetnameler’in ilk Türkçe örneği Menteşeoğulları bölgesinde yazılmıştır. Candaroğulları beyi Kasım Bey’e ithafen “Hulasatu’t-Tıbb” adlı bir tıp kitabı yazılmıştır. Çobanoğulları beyliği tarafından himaye edilen Şirazi “İhtiyarat-ı Muzafferi” adlı bir astronomi kitabı yazmıştır. Dulkadiroğlu Alaüddevle Bozkurt Bey şeri ve örfi kurallardan oluşan Türkçe bir kanunname hazırlatmıştır. Türkçe’nin edebi bir dil olarak güç kazanmasının bir diğer nedeni Moğol istilası sonucu Anadolu’ya yerleşen Tatar ve Türklerin ortak anlaşma dilinin Türkçe olmasıdır [24].
    Karamanoğulları tarafından 1409 yılında inşa edilmiş Aksaray Ulu Camii

    Beyliklerin Anadolu Türklüğüne en büyük hizmetlerinden birisi vakıflar olmuştur. Beylikler dönemi Anadolu boydan boya vakıflarla dolmuştur. Vakıfların nasıl idare edileceğinin sınırlarını çizen belgelere vakfiye denir ve beylikler dönemi sayıları hızlıca artan vakıflara ait vakfiyeler o dönemin siyasi, sosyal, dini, ekonomik ve kültürel atmosferini anlamak için değerli kaynaklardır [16]. Vakfı kuran kişinin ismi, vakfedilen malların veya paranın miktarı ve türü, bu malların veya paranın gelirleriyle yapılacak işler ve benzeri önemli konular vakfiyelerde belirtilmiştir. Dönemin vakfiyelerine göre, Kösedağ savaşı ve Moğol istilası sonucu bazı vakıflar kapanmış ve yeni açılan vakıf sayısında düşüş olmuştur ancak beyliklerin çabalarıyla hızlıca yeni vakıflar açılmaya başlanmıştır. Vakfiye kayıtlarına göre, bu zor dönemde vakıflar beslenme, barınma, temizlik, eğitim gibi temel konularda halka rahat bir nefes aldırmıştır. Bu yönüyle vakıfların şehirlerde, kırsaldaki tekke ve zaviyelerin karşılığı olduğu söylenebilir. Vakfiyelerde Anadolu’daki birçok yer adının Türkçe olması beylikler dönemine gelindiğinde Anadolu’nun ciddi şekilde bir Türk yurdu olduğunun apaçık göstergesidir. Kandil geceleri ve bayram gibi özel günlerde vakıfların helva pişirdiği ve pide dağıttığı kaynaklarda geçmektedir ve bu geleneğin günümüzde hala Anadolu’da devam etmesi beylikler döneminin sosyokültürel olarak günümüz Anadolu Türklüğüyle direk bağlantısını göstermektedir. Ek olarak, bazı vakıf kurucularının kadın olması onların özgür ve sosyal hayat içinde saygın ve özgür olduklarını göstermekte ve kadim Türk töresinin Anadolu’ya taşındığının bir diğer göstergesidir. Vakıflar aynı zamanda tekkeler ve zaviyeler için bir gelir kaynağı olarak dini yönden de önemli rol oynamışlardır ve köy yerleşimlerini destekleyerek tarım faaliyetlerinin gelişmesine ön ayak olmuşlardır. Vakıflar kendilerine tahsis edilen arazi ve diğer taşınmazların geliriyle ekonomik olarak bağımsız hareket etmişler ve mescit, medrese, kütüphane, han, kervansaray, hamam, çeşme, köprü ve suyolları yaptırarak Anadolu’yu bayındır hale getirmişlerdir. Dolayısıyla, beyliklerin vakıflar vasıtasıyla istihdam ve hızlı kalkınma sağladığı ve sağlık ve eğitim gibi hizmetlerle toplum huzurunu sağladığı söylenebilir. Beylikler, bulundukları bölgeleri düşmanlara karşı savunarak Türk varlığını korumuş, böylece Anadolu’nun bugünkü demografik yapısının şekillenmesinde önemli bir rol oynamışlardır. İnşa ettikleri eserlerle Türk milletinin en zor dönemlerinden birinde, Anadolu’daki yüksek Türk kültürünü muhafaza etmişlerdir. Vakıflar vasıtasıyla Türk toplumundaki birçok güzel gelenek ve değer canlı tutularak milli sosyal kültürümüzün bugüne taşınmasını sağlamışlardır.

    [15] Beylikler Döneminin Anadolu’nun Türkleşmesine Katkıları, Kader Altin Ve Elif Kömürcü

    [16] Vakfiyelere Göre Anadolu Beyliklerinde Sosyal ve Kültürel Hayat, A. İstemi Saylam

    [24] Kösedağ Savaşı’ndan Beylikler Dönemine Anadolu’da Sosyal ve Kültürel Yapı, Seher Karadağ

  • Yarım Asır Süren Kabus: Kösedağ Savaşı ve Moğol İstilası

    Yarım Asır Süren Kabus: Kösedağ Savaşı ve Moğol İstilası

    Moğolların kendilerini seçilmiş bir millet olarak görmeleri ve cihangirlik, yani tüm dünyayı ele geçirme idealleri onların yayılmacı politikalarını ateşleyen en önemli etken olmuştur. Kendisini Tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak gören Cengiz Han ve ailesi, bu cihangirlik felsefesi altında Orta Asya’daki birçok Moğol ve Türk boylarını ilahi bir vazife için tek bir çatı altında birleştirmiştir. Orta Asya’da büyük bir güç olmamasından faydalanıp kısa sürede bozkırlara hakim olan Moğollar, yönlerini ön Asya, Anadolu ve İslam coğrafyasına çevirmişlerdir. O dönemlerde İslam coğrafyası, zenginlik ve yüksek refah düzeyi ile Moğolların dikkatini çekmiştir. Maveraünnehir, İran, Irak ve Anadolu verimli topraklara sahipti ve önemli ticaret yollarının üzerinde bulunuyorlardı. Moğollar kısa sürede Kafkaslara kadar gelip Anadolu’nun kapılarına dayanmış, Anadolu ve Hilafetin başkenti Bağdat Moğolların korkunç gazabıyla ezilmiştir. Moğollar, ön Asya ve Ortadoğu’daki Hristiyan ve İslam dünyasına büyük korku salmış, kitleler yenilmez denilen Moğol ordusunu yenen Memlüklü Sultanı Baybars’a kadar Moğolların asla durulamayacağına inanmıştır. 
     
    Orta Asya’dan çıkarak Anadolu’ya kadar büyük bir coğrafyayı kısa surede tabiri caizse tepeleyen ve önüne çıkan her kuvveti mağlup eden Moğolların Anadolu’ya saldırmak için 1241-42 yıllarına kadar beklemeleri tesadüf değildir. Anadolu’yu kısa sürede iskân edip büyük Haçlı Seferleri’ne karşı koyabilmiş Türklerden çekindikleri aşikardır. Moğollar, 1240 yılında Babailer isyanını güçlükle bastırabilen Anadolu Selçuklu devletinin zafiyetini fark edip yönlerini ancak o zaman Anadolu’ya çevirmişlerdir.

    “Moğol sürüleri tarihin eski ve yeni dönemlerinde benzeri görülmemiş büyük bir istila gerçekleştirdiler. Bir ordu ta Çin sınırlarından kalkacak ve kısa süre içinde Armenia bölgesine kadar uzanıp, diğer taraftan Irak’ın yakınlarına Hemadan bölgesine gelerek bütün buraları kısa bir müddet içinde istila edecek, inanılacak gibi bir hadise olarak görülmüyor.”

    İbnü’l Esir [12]

    Birçok tarihçiye göre, Moğolların o tarihlerde Anadolu’yu istila planlarını yürürlüğe koymalarının bir diğer sebebi daha vardır. Moğolların İran istilasını komuta eden Cormagon Noyan’ın felç olup sağlığının bozulmasından sonra 1241’te Moğol hanı tarafından görevlendirilen Baycu Noyan, kendini ispatlamak ve hanın gözüne girebilmek için bölgede ciddi bir kuvvet toplayarak o tarihlerde henüz tam olarak tabiiyete alınamayan Anadolu’yu ele geçirmek için sefere çıkmıştır. 1242 yılında 30-40 bin civarı askerden oluşan birliği ile Erzurum’a yönelmiştir. Erzurum, Anadolu’nun doğusunda, giriş noktası ve transit ticaret yolları üzerinde kurulmuş, sağlam kaleye ve iyi donanımlara sahip bir şehirdi. Moğol kuşatmasına karşı büyük bir dayanaklık gösteren şehir, emirlerin aralarındaki anlaşmazlıklar sonucu düşmüştür. Moğollar şehre girdiğinde büyük bir katliam yaparak, şehri ateşe vermişler ve yağmalamışlardır. Yağma sonrasında sanat yeteneklerine sahip olanları hayatta bırakıp, diğerlerini ise kılıçtan geçirmişlerdir. Moğolların ele geçirdikleri şehirlerde kafatasları kule olacak kadar katliam yapıp sadece sanatkârları sağ bırakmaları ve onları Moğolistan’a göndermeleri de ilginç bir nottur. Kışın yaklaşması sonucu, Moğol ordusu kışlakları olan Azerbaycan’ın Mugan bölgesine çekilmişlerdir. Bu Selçuklulara büyük bir fırsat vermiştir. Erzurum’un dehşet verici akıbeti sonrası devlet hızlı bir şekilde yaklaşan Moğol tehlikesine karşı hazırlanmaya başlamıştır. Sultan, devlet ve ordunun ileri gelenlerini Kayseri’de alınacak karar ve tedbirleri konuşmak üzere toplamıştır. Toplantı sonrası savaş hazırlıkları başlatılmış, komşu ülkelere elçiler gönderilerek yaklaşan Moğol tehlikesine karşı beraber hareket etme teklifi yapılmıştır. Ayrıca, Selçuklu ordusunu desteklemek üzere ücretli askerler toplanmıştır. İznik Rum İmparatorluğu ve Eyyübiler gibi komşu ülkelerden ve Çukurova Ermeni Krallığı, Trabzon Rum İmparatorluğu ve Halep Eyyübiler gibi Selçuklulara bağlı yerlerden destek istenmiş, para ve toprak bağışıyla hükümdarlar ortak hareket etmeye teşvik edilmeye çalışılmıştır. Sadece Halep Eyyübiler 2-3 bin civarı bir destek kuvvet göndermişlerdir.

    70-80 bin askerden oluşun Selçuklu ordusu 1243 ilkbaharında Kayseri’de toplanmıştır ve Sivas’a hareket etmiştir. Ordu Sivas’ta beklerken Baycu Noyan’ın 30-40 bin kişilik tamamen atlı birliklerden oluşan Moğol ordusuyla harekete geçtiği haber alınmıştır. Bu orduda önemli miktarda Kıpçak Türkü de vardır. Tecrübeli komutanların iyi tahkim edilmiş, silah ve erzak bakımından zengin bir şehir olan ve güçlü surlara sahip Sivas’ta kalınmasını ve Moğolların burada karşılanmasını teklif etmelerine rağmen, genç ve tecrübesiz komutanların etkisiyle liyakatsiz ve yeteneksiz Sultan ikna edilerek ordu Erzincan’a doğru hareket etmiştir. Sivas ve Erzincan arasındaki Kösedağ’da savaş için elverişli ve çevreye hakim bir tepede ordugah kurulurken Moğollar da bölgeye yakın Erzincan’ın Akşehir ovasına gelmişlerdir. Ordunun bulunduğu konumda hayvanlar için otun ve suyun bol olmasının avantajını ve yamaç olan bu mevkiinin kolay savunulabilir olduğunu bilen deneyimli devlet adamları, manası olmayan bir maceraya atılarak risk alınmamasını ve bekleyerek Moğolların burada karşılanması gerektiğini savunmuştur. Aksi şekilde, genç ve deneyimsiz komutanlar hızla saldırıya geçilmesini isteyerek, gerçeklikten uzak planlarıyla tecrübesiz Sultanı ikna etmişlerdir. Savaş, kaynaklarda 3 bin ile 20 bin civarı arasında gösterilen Rum, Frank, Gürcü ve seçme Selçuklu askerinden oluşan bir öncü birliğin Kösedağ platosunun sarp geçitlerinden aşağı doğru inmesiyle başlamıştır. Yüksek bir mevkideki ordugahtan aşağı inen bu birlikler aşağı inene kadar yorulmuştur.

    “Bunlar kaçmaktan başka iş yapmazlar. Bugün kılıcımın altında kelle görüyorum”

    Baycu Noyan [12]

    Şiddetli çarpışmalardan sonra Moğollar kadim Bozkır taktiği olan sahte ricat taktiğini uygulamaya başlayarak geri çekilmişler ve bunu bir zafer olarak gören Selçuklu birliğini hilal şeklinde kıskaca alarak imha etmişlerdir. Bu çok ilginç bir olaydır, çünkü bu taktiği Türkler yüzyıllarca kullanmışlardır ve hatta Anadolu Selçukluların atası Sultan Alparslan 172 sene önce bu taktikle Malazgirt ovasında Türk tarihinin en büyük zaferlerinden birisini kazanmıştır. Selçuklu ordusunun bu taktiği unutmuş veya düşünememiş olması gerçekten tuhaftır. Moğollar Selçuklu öncü birliğini imha ederken ordunun büyük bir kısmı Kösedağ yamacından bunu maalesef seyretmiştir. Burada Moğolların nasıl bir korku yaydığını ve psikolojik üstünlüklerini görmekteyiz. Moğollardan kaçmayı başarıp sultanın huzuruna çıkan tecrübeli komutanlardan Nasuheddin Farsi, sultana ağır sözler sarf edip, adamlarını alıp Halep’e gitmiştir. Sultan, Moğollardan kaçabilmiş bir diğer bey olan Çaşnigir Çavlı’yi beylerbeyi tayin ederek ülkenin yönetimini ve idaresini ona bıraktığını söylemiştir. Büyük bir panik, korku ve acizlik içerisindeki tecrübesiz Sultan, Türk tarihinin en utanç verici olaylarından birine imza atarak kaçmıştır. Başsız kalan ordu dağılarak kaçmıştır. Sabah olduğunda Moğol ordusu, Selçuklu kampının hala çadırlarla kurulu olduğunu görünce pusu kurulduğunu düşünüp temkinli davranarak iki gün boyunca ordugaha girmemişlerdir. İki gün sonra çadırlara girip büyük miktarda eşya, silah ve ganimet bulmuşlardır.

    “Böyle bir görüş ve önlemle, böyle uğursuz çalışma arkadaşlarıyla nasıl cihangirlikten dem vurur, düşmanın karşısına çıkarsın? Ülkeyi, millet ve devleti yok edip Müslümanları ve bütün insanları acılara boğdun”

    Nasuheddin Farsi’nin Sultan’a söylediği sözler [12]

    Sultanın kaçması ve ordunun dağılması sonucu Anadolu’da Moğollara direnç gösterebilecek bir güç kalmamıştır. Baycu Noyan, hızlıca batıya ilerleyerek Sivas’a gelmiştir. Onu orada şehrin ileri gelenlerini toplayan Kırşehirli Kadı Necmeddin karşılamıştır. Kadı Necmeddin, daha önce Cengiz Han’ın hizmetinde bulunmuş ve ondan bir güven belgesi almış bir insandı. Bunun sayesinde Baycu Noyan’ı ikna ederek şehir halkının kılıçtan geçirilmesini ve esir alınmasını önlemiştir ve şehir sadece yağmalanarak kurtulmuştur. Daha sonra, Selçukluların en önemli ve zengin şehirlerinden birisi olan Kayseri’ye yönelen Moğollar, şehri kuşatmıştır. Başlangıçta büyük mukavemet gösterilmesine rağmen, şehirdeki bazı yetkililerin can ve mal güvenceleri karşılığında şehirden ayrılıp Noyan’ın yanına gitmeleriyle direnç azalarak şehir düşmüştür. Moğollar, şehrin önemli binalarını yakmış, birçok kadını esir olarak yanlarında götürmüş ve büyük bir katliam yapmışlardır.

    Kösedağ bozgununun faturası çok ağır olmuştur. Ulu Sultan Alaeddin Keykubad döneminde devlet doğal sınırlarına ulaşarak en parlak dönemini yaşarken, sultanın zehirlenmesiyle tahta çocuk yaşta tecrübesiz bir sultanın geçmesiyle devlet uçuruma sürüklenmiştir. Savaş sonrası, Sultan Antalya’ya çekilmiş, devlet siyasi ve ekonomik olarak bir Moğol vassalı haline gelmiş, Anadolu’da otorite büyük ölçüde sarsılmış ve düzensizlik baş göstermiştir. Selçuklu devletine bağlı vassal devletler (örneğin Çukurova Ermenileri) Moğol zulmünden korktukları için Moğollara bağlanmışlardır. Anadolu’da düzen bozulmuş, eşkıyalık her tarafa yayılmış ve devlet zamanla parçalanarak irili ufaklı birçok beyliğin ortaya çıkışına sebep olmuştur. Anadolu halkı uzun bir süre boyunca Moğollar tarafından acımasızca zulüm görmüş, talan edilmiş ve sömürülmüştür. Moğollardan kaçanlar köy ve kasabaları terk etmiş, tarlalar başıboş bırakılmış ve 1243 yılında memlekette büyük bir kıtlık yaşanmıştır [13]. Anadolu’nun kültürel ve ekonomik merkezleri olan yerlerde halk kılıçtan geçirilmiş, esnaf ve sanatkârlar Türkistan’ın iç kesimlerine sürülmüş ve halka ağır vergiler yüklenmiştir. Ülkeyi üç ay boyunca tahrip eden Moğollar, kışı geçirmek üzere Azerbaycan’a çekilmişlerdir. Vezir Mühezzibeddin Ali, bu büyük istila ve vahşeti durdurabilmek için Baycu Noyan’ın pesinden Mugan’a kadar giderek uzun görüşmeler yapmıştır. Bu görüşmeler sonucunda, Moğollara yıllık vergi olarak para, hayvan ve çeşitli değerli hediyeler karşılığında bir barış antlaşması yapılmıştır. Moğollar, devletin yıkılışına kadar tahta geçecek sultanları ve önemli görevlere atanacak devlet adamlarını belirlemiştir. Daha sonraki dönemlerde Moğolların Anadolu’ya tahttaki Selçuklu Sultanlarından daha fazla yetkiye sahip olan valiler ve komutanlar atamaları, devletin hükümranlık döneminin bittiğini açıkça göstermektedir. Dönemin önemli olaylarından birisi de 1277 yılında I. Baybars komutasındaki Memlük ordusunun Anadolu’yu girerek Elbistan’da Moğolların Anadolu’daki kuvvetlerini mağlup etmesidir. Moğollar Memluk zaferinin öcünü Anadolu Türklerinden alarak geniş çaplı katliamlar yapmışlardır. Bu katliamlarda yaklaşık iki yüz bin Türk hayatını kaybetmiştir [14]. Anadolu’daki Moğol istilası süresince, Türkiye’yi Moğol istilasından kurtarmak için bazı devlet adamları tarafından başlatılan girişimler başarısız olmuştur. Halk, ağır vergilerle ve bazen de canlarıyla bu başarısız çabaların bedelini çok ağır bir şekilde ödemiştir. Devletin son döneminde merkezden atanan Moğol vali ve yöneticileri halka zulmetmiştir. Bu büyük Moğol felaketi Anadolu’nun hızlı bir şekilde Türkleşmesini ciddi şekilde sekteye uğratmıştır, ancak bu süreç geçici olacaktır. Moğol kabusunun en karanlık olduğu zamanlarda bile, Selçuklu’nun dağılmasıyla düşen Türk sancağını kısa bir süre sonra devralacak Türk beyliklerinin ortaya çıkışı, 200 yıllık süreç sonrası Anadolu’da artık Türklerin kalıcı olduğunu ve Türk kültürünün hakim kültür olduğunu göstermektedir. Tüm bu kötü yıllara, eziyetlere ve aşağılanmalara rağmen milletimiz dimdik ayakta kalmıştır. Moğol istilasından dolayı Orta Asya ve İran’dan göçen büyük Türkmen kitleleri Malazgirt sonrası göçte olduğu gibi kültürlerini Anadolu’ya getirmiş, aynı şekilde Anadolu’ya gelmiş alimler, dervişler, Türkmen babaları bu toprakların Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasında büyük rol oynamıştır ki bundan ayrıntılı şekilde bu yazı serimin devamında bahsedeceğiz. Hoca Ahmet Yesevi yolundaki Horasan Erenleri, Moğol zulmü altında inim inim inleyen Türk milletinin arkasında adeta manevi bir duvar gibi durarak topluma can suyu olmuş ve Ahiler şehirlerde ticari hayatin tekrar düzene oturması, şehirlerin imarı ve toplumun huzurunun sağlanması için büyük hizmetler yapmıştır. Tasavvufi akımlar ve Ahiler gibi teşkilatlar Türk milli kültürünü muhafaza etmiştir. Kösedağ savaşı sonrası Anadolu’ya iskan ettirilen Moğollar bu sayede dillerini ve kültürlerini Türklere empoze edememişlerdir.

    [12] İslam Tarihi El-Kamil Fi’t-Tarih Tercümesi, İbnü’l Esir, Çeviren: Ahmet Ağırakça, Abdülkerim Özaydın

    [13] Kösedağ Savaşı’ndan sonra Anadolu’da Moğol hakimiyeti ve tesiri, İsmail Yıldırım

    [14] Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, Faruk Sümer

  • Anadolu’yu Yakan Ateş: Babailer İsyanı

    Anadolu’yu Yakan Ateş: Babailer İsyanı

    Anadolu’da asıl nüfus değişimi 13. yüzyılda Moğol istilasından kaçan Türklerin Anadolu’ya girişidir. Azerbaycan, İran ve Maveraünnehir büyük oranda boşalmış, Moğollardan kaçan milyonlarca Türkmen Anadolu’ya göç etmiştir. Moğol istilası Anadolu’da büyük bir dehşete ve yıkıma sebep olmasına rağmen bir bakıma Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşması daha da hızlanmış ve Türklerin demografik üstünlüğü perçinlenmiştir. 1243 yılında Kösedağ savaşında Moğollara karşı büyük bir hezimet yasayan Anadolu Selçuklu Devleti dağılma sürecine girmiş, Moğollar Anadolu’yu yakıp yıkmış ve büyük katliamlar yapmışlardır. Anadolu’da tüm düzen bozulmuş, merkezi siyasi iradenin yok olmasıyla ortaya çıkan otorite boşluğunu doldurmak için irili ufaklı birçok Türk beyliği kurulmuştur. Artan Moğol baskısı Bizans’a karşı batı ucuna doğru Türklerin yönelmesine sebep olmuştur. Türklerin Moğollardan kaçtığı gibi Bizanslılar da Türklerden kaçmışlar ve boşalan bu bölgelere ilk büyük Türk göçünde olduğu gibi Türkmenler dolmuşlardır. Anadolu’nun henüz fethedilmemiş/iskân edilmemiş batı, güney ve kuzey uçlarının fethi ve Türkleşmesi bu sürecin sonucunda olmuştur [11]. Orta Asya’da tarih sahnesine çıkan Türkler, binlerce yıl boyunca iklim ve coğrafi zorluklar nedeniyle atlı-göçebe bir yaşam tarzını benimsemişlerdir. Dünyanın en sert ve çorak coğrafyalarından biri olan Orta Asya bozkırlarında hayatta kalmak için hayvancılık yapan Türkler, at kullanımında ve savaşmakta ustalaşmıştır. Göktürk Devletinin dağılması sonucu görülen göç gibi, tarihin çeşitli dönemlerinde Orta Asya’daki iklim ve siyasi krizlerden dolayı bölgeden dört bir yana büyük göçler olmuştur. Göç ettikleri yere bu yaşam tarzını götüren Türkler, Selçuklu Devleti’nin kuruluş dönemi olan 935-1040 yılları arasında, bu yaşam tarzından faydalanarak Maveraünnehir gibi çok karışık bir bölgede güçlü devletlerle mücadele edip kendi devletlerini kurmuşlardır. Türkmenlerin göçebe kültürü göçtükleri yerlerdeki yerli halkla aralarında sıkıntılara neden olmuştur. Özellikle Maveraünnehir ve Mezopotamya gibi eski yerleşik bölgelerde yeni fethedilen topraklar, Türkmenler için ideal alanlar olarak görülmüş ancak tarım yapan yerli halkla problemlere yol açmıştır. Türkmenlerin yerleşik siyasi otoriteyle yasadığı sürtüşmelerin sebeplerinden birisi de İslam dinini Ortodoks Sünni İslam anlayışından farklı şekilde yorumlamaları ve yaşamalarıydı. Şehirlerdeki yerleşik nüfus, medreselerde eğitim görüp geleneksel İslami prensiplere bağlı bir Sünni Müslümanlık anlayışını benimsemiştir. Buna karşın, Türkmen kitleleri, İran ve Türk tasavvuf akımlarından oldukça etkilenmiş ve daha mistik bir İslam anlayışına sahip olmuşlardır. Bu heterodoks İslam anlayışı, binlerce yıllık Orta Asya inanç ve gelenekleriyle karışınca, Sünni İslam’dan önemli ölçüde farklılaşmıştır. Türkmenlerin göçebe yaşam tarzlarından dolayı medreselerden uzak kalması dini kavramları anlamalarını zorlaştırmış ve eski Türk gelenekleriyle harmanlanmış farklı bir İslam anlayışı ortaya çıkarmıştır. Göçebe Türkmen topluluklarına İslam’ın katı bir şekilde Türklerin törelerini, gelenek ve göreneklerini birçok yönden değiştirilecek şekilde dayatılması kitlelerde tepkiye sebep olmuştur. Devlet tarafından hissettikleri dışlanmışlıkla birleşen bu anlayış din motivasyonlu isyanlara zemin hazırlamıştır. Türk tarihi boyunca yerleşik Türk devlet otoritesiyle, devletlerin kurucu ana unsurunu oluşturmuş göçebe Türkmen kitleleri bu nedenlerle sıklıkla karşı karşıya gelmiştir. Türkmenler, Anadolu Selçuklular dönemi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik döneminde farklı nedenlerle birçok kez isyan etmişlerdir.
     
    Babailer İsyanı, Vefaiyye tarikatına bağlı Baba İlyas Horasani ve müridi Baba İshak’ın 1240 yılında Anadolu Selçuklu Devleti topraklarında çıkardığı ve kısa sürede büyük Türkmen kitleleri tarafından desteklenmiş bir ayaklanmadır. Bu isyanın temel sebebi yukarda belirtildiği gibi Türkmenler ve Selçuklu iktidarı arasındaki siyasi ve din kaynaklı anlaşmazlıklardır. Türkiye Selçuklu Devleti kuruluş dönemi ve Haçlı Seferleri boyunca Türkmenleri yakınında tutarak sürekli bir askeri güç olarak değerlendirmiştir. Bu strateji, savaşlarla dolu dönemlerde devlete büyük avantajlar sağlamıştır. Haçlı Seferlerinin sona ermesi ve devletin yerleşik bir düzen kurma sürecine girmesiyle, yerleşik halk ile göçebe Türkmenler arasında çatışmalar yaşanmıştır. Dolayısıyla Büyük Selçuklu devletinin teşkilatlanmaya başladıktan sonra devletin kurucu unsuru Türkmenleri ikinci plana atması sonucu oluşan ikiliklerin aynısını Anadolu Selçuklu Devleti’nde görmekteyiz. Aynı zamanda devletin azalan otoritesinden faydalanarak başına buyruk hareket eden valilerin, yüksek vergilerle Türkmenleri ezmesi göçebe Türkmen kitlelerinde büyük bir memnuniyetsizlik yaratmaktaydı. O dönemde Moğollar ile Anadolu Selçuklular arasında doğal bir tampon oluşturan Harzemşahlar’ın Alaeddin Keykubat tarafından 1230 yılında Yassıçemen savaşında yenilmeleriyle dağılmaları sonucunda, Moğollardan kaçan Harzemşah Türkmenleri Anadolu’ya gelip yurt aramaya başlamışlar ve devlet bu kitleleri yönetmekte zorlanmıştır. Bu göçler daha önce de bahsedildiği gibi sadece Harzemşahlarla sınırlı değildir. Moğol istilası bütün Orta Asya ve İran’ı adete ezip geçerken Türkistan’dan Azerbaycan’a geniş bir coğrafyada yaşayan Türkmen kitlelerinin akın akın Anadolu’ya sığınmasına sebep olmuştur. Türkler, mallarını ve eşyalarını geride bırakmak zorunda kalmışlardır ve Anadolu’ya ulaştıklarında hem fiziksel hem de ekonomik olarak epey yıpranmış ve zarar görmüşlerdir. Ek olarak, Anadolu’ya geldiklerinde Anadolu, Malazgirt sonrası gelmiş büyük Türkmen kitleleriyle dolu vaziyettedir. Daha önce gelmiş Türkmenler kışlak ve yaylakları ele geçirdikleri için yeni gelenler için yeterli yaşam alanı yoktur. Bu nedenle, daha önceden yerleşmiş ve yeni gelen Türkmen grupları arasında kışlak ve yaylaklar için sürekli çatışmalar ve ekonomik zorluklar yaşanmıştır ve devlet bu sorunları çözmekte yetersiz kalmıştır. Selçuklu devletinin kurulusunda asli unsur olan Türkmenlerin bu şekilde devlet tarafından dışlanmaları, onları haklarını aramaya itmiştir. Selçuklu dönemindeki Babai İsyanı ve Osmanlı klasik döneminde gördüğümüz isyanların temeli buraya dayanmaktadır.
     
    Baba İlyas Amasya’da yasayan, karizmatik ve kendisine bağlı sıkı bir kitlesi olan bir Türkmen babasıydı. Çevresinde ne kadar güçlü bir figür olarak görüldüğünü müritlerinden bazılarının onu bir peygamber olarak görmesinden ve büyük Türkmen kitlelerinin onu “Baba Resullullah” diye çağırmasından anlamaktayız. Takipçilerinden bazıları onun ölümsüz olduğunu düşünecek kadar fanatiklerdir. İsyan, Adıyaman Kefersud bölgesinde Baba İlyas’ın önde gelen müritlerinden biri olan Baba İshak tarafından başlatılmıştır. Baba İlyas, Türkmenlerin içinde yıllardır birikmiş devlete öfke ve kırgınlığı kullanmış ve aslında bardağı taşıran son damla olarak işlev görmüştür. Türkmenleri silahlandırarak topladığı güçle harekete gecen Baba İshak ve kuvvetleri, Malatya üzerine yürümüş ve Malatya subaşısı Alişiroğlu Muzaffereddin’i mağlup etmişlerdir. Daha sonra Elbistan ve Sivas’ı ele geçirip yağmalamışlar ve yönlerini Amasya’ya çevirmişlerdir. Babailerin kuvvetlerinin günden günde artması üzerine, Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev, Kubadabad Adası’na çekilmiş ve komutanı Hacı Armağanşah’ı isyancıların üzerine Amasya’ya yollamıştır. Armağanşah Baba İlyas’ı Amasya Kalesi’nde kuşatmış ve yanındaki adamlarıyla birlikte asmıştır. Bölgeye ulasan Babai kuvvetleriyle savaşan Armağanşah yaşamını yitirmiştir. İsyanın giderek büyümesi ve Babailerin artık başkent Konya’yı tehdit edecek güce ulaşması üzerine Sultan’ın emriyle Gürcü, Rum, Ermeni askerleri ve Frank şövalyelerinin de bulunduğu bir birlik kurulmuş ve isyancılar Kırşehir’in Malya Ovası’nda mağlup edilmişlerdir. Bu savaşta çocuklar hariç isyancılar tamamen kılıçtan geçirilmiştir. Bu savaşta ordudaki zırhlı Frenk paralı askerlerinin etkisi önemlidir. İsyan Anadolu’yu kasıp kavurmuş, birçok şehir talan ve yağma edilmiş, devlet ve ordu yıpranmıştır.

    [11] Anadolu’nun Türkleşmesi ve Türk Vatanı Haline Gelmesi Meselesi, Sinan Tarifci