Yazar: Süleyman Armağan Er

  • Türk Güncesi 101: Divanü Lügati’t Türk

    Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır – Mustafa Kemal Atatürk

    Her büyük milletin tarihinin ve milli bilincinin oluşmasını sağlayan kurucu metinler bulunmaktadır. Divanü Lügati’t Türk, dünyanın en köklü milletlerinden biri olan Türklerin tarihini ve hafızasını oluşturan kurucu ve temel metinlerden birisidir. Bu bakımdan Orhun Anıtları (7. yy), Kutadgu Bilig (1069), Atabetü’l-Hakayık (12. yy) ve Divan-ı Hikmet (13. yy) gibi her Türk ferdinin önemini idrak etmesi gereken emsalsiz kaynaklardan birisidir. Türklüğe dair her unsuru ele alma yaklaşımıyla yola çıkan Türk Güncesi olarak, yazılmasının 951. yılında Divanü Lügati’t Türk’ü ayrıntılı biçimde ele almamak mümkün değildir. Divan’ın yazılışının 950. yılı dolayısıyla 2024 yılı UNESCO tarafından “Kaşgarlı Mahmud Yılı” olarak ilan edilmiştir.

    Ben onların (Türklerin) ülkelerini ve bozkırlarını inceledim; Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma ve Kırgızların lehçelerini ve kafiyelerini öğrendim. Zaten ben onların, dilde en doğruyu bilenlerinden, anlatımda en açık olanlarından, akılca en yetkinlerinden, soyca en köklülerinden, mızrakta en iyi atıcılarındanım. Böylece her boyun dili bende en mükemmel şeklini buldu. Sonra bu kitabı en iyi şekilde düzenleyerek yazdım. Yüce Allah’ın yardımına sığınıp kitabımı Dîvânu Lugâti’t-Türk (Türk Lehçelerinin Divanı) diye adlandırarak ortaya koydum. Sonsuza kadar anılsın ve ebedî hazine olsun diye. – Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügati’t Türk [4]

    Kaşgarlı Mahmud’un doğumunun 1000. yılına özel 2008 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası tarafından hatıra parası bastırılmıştır.

    Divanü Lügati’t Türk nedir ve neden önemlidir?

    Kitâbu Divanü Lügati’t Türk (DLT), Kaşgarlı Mahmud tarafından Bağdat’ta 1072-74 yılları arasında yazılan Türkçe-Arapça bir sözlüktür. Bu özelliğiyle Türkçe’nin ilk sözlüğü, ilk ansiklopedisi ve Türk tarihinin yazılı ilk dilbilimsel kaynağı konumundadır. Bununla birlikte DLT’nin kapsamı yalnızca dilbilimsel bir çalışmanın sınırlarını aşmaktadır. DLT, Türk kültüründen folklorik unsurlar ve dilbilgisi kuralları içeren çok boyutlu bir kültür atlası niteliğindedir. Kaşgarlı Mahmud, Türk halklarının dil özelliklerini ve dönemin söz varlığını şiir, atasözü ve efsane gibi türlerle detaylı biçimde ortaya koymuştur. Bu açıdan benzersiz ve paha biçilmez bir eser karakteri taşımaktadır. Kaşgarlı Mahmud, 11. yüzyıl ve öncesindeki Türk dünyasına adeta bir ayna tutmuş ve bu yönüyle tarihin ilk Türkoloğu, ilk kartografı ve ilk Türk dil bilimcisi olmuştur. DLT sonrasında ikinci bir Türkçe dilbilgisi kitabı asırlar sonra Memlükler döneminde yazılmış olup bu durum Kaşgarlı Mahmud’un önemini kat kat artırmaktadır. DLT’de 6689 kelime madde başı olarak yer almaktadır. Kaşgarlı Mahmud’un kendisinin madde başı yapmadığı ara kelimelerle birlikte bu sayı 7000’i aşmaktadır. 1074 yılında yazılmış bir kitaptaki bu yüksek kelime sayısı, Türkçe’nin ne denli zengin ve köklü bir dil olduğunu göstermektedir. DLT, o dönemdeki Türk boylarının lehçelerinin ortak sözlüğü olması bakımından diyalektolojik bir özellik taşımaktadır [9].

    Türk dilinin ilk sözlüğü olan Dîvânü lugāti’t-Türk, çeşitli Türk boylarından derlenmiş bir ağızlar sözlüğü karakterini taşımaktadır. Bununla birlikte eser yalnızca bir sözlük olmayıp Türkçe’nin XI. yüzyıldaki dil özelliklerini belirten, ses ve yapı bilgisine ışık tutan bir gramer kitabı; kişi, boy ve yer adları kaynağı; Türk tarihine, coğrafyasına, mitolojisine, folklor ve halk edebiyatına dair zengin bilgiler ihtiva eden, aynı zamanda döneminin tıbbı ve tedavi usulleri hakkında bilgi veren ansiklopedik bir eser niteliği de taşımaktadır [1].

    Kaşgarlı Mahmud hakkındaki bilgilerimiz kısıtlıdır; bazı araştırmalar onun büyük olasılıkla Karahanlı hanedanına mensup bir şehzade olduğunu ve taht mücadelesi neticesinde hayatını kurtarmak için vatanından ayrılmak zorunda kaldığını, bazıları ise soylu ve yönetici bir aileden geldiğini ileri sürmektedir. Eserdeki “Barsgan: Afrȃsiyȃb’ın bir oğlunun adı. Barsgan’ı o kurmuştur. Mahmud’un babası bu şehirdendir” ifadesinden hareketle Kaşgarlı’nın bugün Kırgızistan sınırları içinde bulunan Barsgan şehrinden olduğu varsayılmaktadır. Kaşgarlı, eserini yıllarca süren kapsamlı bir çalışma ile bütün Türk dünyasını dolaşarak edindiği bilgiler ve gözlemler temelinde kaleme almıştır.

    Müellif, XI. yüzyıl Orta Asya Türk kavimlerini boylarına göre tasnif ettikten sonra bunları konuştukları dil ve ağız farkları yönünden ele almış, Türk boylarının birbirine olan yakınlıkları ve temasları üzerinde de durmuştur. Ayrıca Türk kavimleri içerisinde yabancılar tarafından konuşulan dillere ve onların konuştukları Türk ağızlarına da temas etmiştir [1].

    Eser Karahanlı Türkçesiyle kaleme alınmıştır. Bu Türkçeye Hakaniye lehçesi adı verilmektedir. Hakaniye lehçesi 11. yüzyılın standart Türkçesi konumundadır. O dönemde Oğuzların konuştuğu Oğuz lehçesi henüz yazılı bir dil statüsünde değildir ve Oğuz Türkçesiyle yazılmış ilk yazılı eserleri 13. yüzyılda Yunus Emre ve Sultan Veled gibi şairlerle görmeye başlarız. Kaşgarlı eserinde ağırlıklı olarak bu iki ağız üzerinde durmuştur. Kaşgarlı, Hakaniye Türkçesini “Türk şivelerinin en incesi ve zarifi yani edebisi”, Oğuz Türkçesini ise “Türk şivelerinin en kolayı” şeklinde tanımlamıştır.

    Dîvânü lugāti’t-Türk’te esas itibariyle Karahanlı Türkçesi üzerinde durulmakla birlikte Oğuzlar’a da önemli bir yer verilmiştir. Eserde yalnız Oğuzlar’ın bütün boyları ve damgaları ayrı ayrı zikredilmiş ve sözlükte Hâkāniye Türkçesi’nden sonra en çok Oğuz Türkçesi’ne ait kelimeler yer almıştır. Sözlükte ayrıca ağızların fonetik ve morfolojik değişiklikleri üzerinde de durulmuştur [1].

    Divanü Lügati’t Türk, Türklükle ilgili bilinen birçok konuda en eski kaynak durumundadır. Örneğin, Kaşgarlı Mahmud, Oğuz Türklerini oluşturan 22 Oğuz boyunun tamgalarını kaydetmiş ve Divan bu Türk boylarının alametlerini gösteren en eski kaynaktır. Okuyucularımızdan elimizde bu kitabın ve dolayısıyla bu tamga bilgisinin bulunmadığı durumu biraz düşünmelerini rica ediyorum. Örneğin “Osmanlıların kökeni belirsizdir, geçmişleri uydurma ve değiştirilmiş metinlerden oluşturulmuştur” diyenlere karşı Osmanlı’nın Osman Gazi döneminden itibaren kullandığı Kayı boyu tamgasının 200 küsur yıl önce bir kitapta yer aldığını söyleyemezdik. DLT ile ilgili bu türden sayısız örnek verilebilir ve bu durum Türk tarihini ve kültürünü sağlam bir temele oturtmamızı sağlamıştır. Örneğin Kaşgarlı’nın 12 hayvanlı takvimden söz ederek ejderha yılında bulunduğunu belirtmesi, Türklerin o dönemde bu takvimi kullandığını ortaya koymuştur. Kitapta Uygur harfleri gösterilerek Türk yazısı tanıtılmış ve bundan o tarihlerde Türklerin hala Uygur yazısını kullandığını anlamaktayız. Uygurlar bu alfabeyi doğu İran kavmi olan Soğutlar’dan almış ve Türkler 9. yüzyıldan 11. ve 12. yüzyıllara kadar bunu kullanmış, 12. yüzyılda Arap alfabesine tam geçiş gerçekleşmiştir. Görüldüğü üzere kitapta az veya çok değinilen birçok husus bize Türk kültürüyle ilgili değerli bilgiler sunmuştur.

    Kȃşgarlı Mahmud, gerçek bir bilim insanıdır; “Türklük Bilimi”nin (bilenen ve yaygın terimiyle “Türkoloji”nin) kurucusu ve öncüsüdür. Nitekim Türklerin kökeni, Türklerin yaratılışı, Türklerin tarihi, Türk boyları ve toplulukları, Türk boylarının ve topluluklarının dağılımı, adları, unvanları, yaşadıkları coğrafyalar, sahip oldukları yerler, yer adları (onların köyleri, kasabaları, şehirleri, dağları, gölleri, akarsuları), yaşayışları, inançları, töreleri, hukuk sistemleri, sanat ve estetik anlayışları, mizaçları, birbirleriyle ve başkalarıyla olan ilişkileri, Türkçeyi kullanmadaki farklılıkları, lehçeleri, yazıları, damgaları, sayıları / sayı sistemleri, duaları, bedduaları, övgüleri, yergileri, sövgüleri, deyimleri, vecizeleri, atasözleri, türküleri, şarkıları, koçaklamaları, ağıtları, mitleri, destanları, doğum, düğün, nişan, evlenme, bayram, kutlama, eğlenme, yeme ve içme, yas, ölüm, defin, mezar âdetleri, yemekleri, giyimleri, kuşamları, musikileri ve musiki aletleri, kullanım ve süs eşyaları, hayvanları, alışveriş tarzları… hakkında ilk ayrıntılı bilgileri veren kişi Kȃşgarlı Mahmud’dur [4].

    Kaşgarlı’nın Divan’da Oğuz Boylarının isimlerini ve tamgalarını verdiği kısım. 8. satırın başında Kayı boyunun ünlü tamgası gözükmektedir.

    DLT, Türk ve sözlük olmak üzere iki ana bölüme ayrılmaktadır. Başta 27 sayfa tutan ilk bölümde Türklükle ilgili bilgiler ve bir harita sunulmuştur. Divanü Lügati’t Türk’ü benzersiz kılan unsurlardan biri de bu haritadır. Bu harita Türklerin hazırladığı ilk harita ve Türk coğrafyasını tanıtan ilk harita özelliğini taşımaktadır. Sözlük bölümü isimler ve fiiller şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Bu kısımda Türkçe sözcüklerin Arapça açıklaması, örnek Türkçe cümleler ve bu cümlelerin Arapça karşılıkları yer almaktadır. Hem Türk hem de sözlük bölümünde açıklamalar, kimi zaman rivayetler ve efsanevi bilgilerle kimi zaman da duruma göre dini bilgilerle desteklenmiştir. Fiil bölümünde fiiller belirli geçmiş zaman üçüncü tekil kişi çekimiyle sunulmuş, doğrudan anlamı vermek yerine Türkçe örnek cümleler ve Arapça karşılıkları kullanılmıştır. Fiilleri cümleler içinde göstererek daha kolay öğrenilmesini hedefleyen Kaşgarlı’nın dil öğretimi konusunda da bilgili olduğu açıktır.

    Divanü Lügati’t Türk neden Türklüğün ve Türk milletinin manifestosudur?

    Divanü Lügati’t Türk’ü tam anlamıyla kavrayabilmek için yazıldığı dönemin tarihini ve atmosferini bilmek gerekmektedir. O yıllarda Türkleri, İran ve Irak bölgesinde Oğuz Türklerinin kurduğu Selçuklular ve bunun doğusundaki Karahanlı bölgesi olmak üzere iki ana gruba ayırmak mümkündür. Karahanlılar ve Karahanlı toplumu, Hunlar, Göktürkler ve Uygurlardan gelen köklü Türk devlet düzeninin mirası üzerinde yükselmiştir. Aynı zamanda İslamiyet’i topluca benimseyen ilk Türk topluluğu konumundadırlar. Oğuzlar ise 11. yüzyıl öncesinde çok belirgin olmayan ancak 11. yüzyılda hızla büyük bir güce ulaşan bir Türk boyuydu. Kitabın yazıldığı dönem, İslam dünyasında Oğuz Türklerinin nüfuzunu giderek artırdığı bir dönemdir. 1055 yılında Selçuklu sultanı Tuğrul Bey’in orduları ile Bağdat’a giderek Abbasi Halifesini Şii mezhepli Büveyhilerden kurtarmasıyla Türkler İslam dünyasının en güçlü milleti haline gelmiştir. 1071’de Roma ordularını Malazgirt’te tarihi bir yenilgiye uğratan Oğuz Türkleri, artık tüm dünyanın bir numaralı gücü durumuna gelmiştir. Bu nedenle bir Karahanlı Türkü olan Kaşgarlı Mahmud, Oğuzlar hakkında da çok sayıda bilgi vermiştir.

    [Kâşgarlı] Muhammed oğlu Hüseyn oğlu Mahmud der ki: Gördüm ki Allah devlet güneşini Türk burçlarında doğduruyor, bütün felekleri onların hükümranlığı ile döndürüyor. Onlara Türk adını verip hükümran kılmış ve onları dönemin egemen gücü eylemiş. Dönem insanının idaresini onların eline vermiş ve onları insanların başına getirip hak yolda desteklemiş. Onlara intisap edip yollarında yürüyenleri yüceltiyor, istedikleri her şeye nail eyliyor ve yaramaz insanların eziyetinden koruyor. [O zaman anladım ki] aklı olana yaraşan, oklarına hedef olmaktan korunabilmek için bu insanların tuttuğu yolu tutmaktır. Derdini dinletebilmek ve gönüllerini kazanabilmek için ise onların dilleriyle konuşmaktan daha güzel bir yol yoktur. Bir düşman, korkusundan dolayı gelip onlara sığınınca onu güvende kılarlar. Sonra başkası da ona sığınır ve zararı giderilir. Buhārā’nın sözüne güvenilir bir âliminden ve ayrıca Nîşâburlu bir âlimden duydum. Her ikisi de kendilerine ait rivayet zinciri ile şunu naklediyorlardı: Allah Resulü (s.a.v.); kıyamet alametlerini, ahir zaman karışıklıklarını ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkacağını söylediği sırada “Türk dilini öğreniniz; çünkü onların uzun sürecek egemenlikleri vardır.” buyurdu. Bu hadis doğru ise -ki sorumluluk rivayet edenlere aittir- Türk dilini öğrenmek çok gerekli bir iş olur; yok doğru değilse o zaman da akıl bunu gerektirir [5].

    Bütün bu güce rağmen Türk dili ve Türk kültürü, İran ve Irak bölgesindeki yerleşik halk tarafından hafife alınmaktadır. Afrika’dan Büyük Okyanus’a kadar Türkçe konuşulmasına karşın saraylarda, resmi yazışmalarda ve kitaplarda Türkçe kullanılmamaktadır. Bu nedenle Kaşgarlı Mahmud bu eseri, Türkçenin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu ortaya koymak, Türklüğün ve Türkçenin üstünlüğünü göstermek ve Araplara Türkçe öğretmek amacıyla kaleme almıştır. Bu yönüyle Divanü Lügati’t Türk başlı başına bir manifesto niteliğindedir. Türkçenin ve Türk kültürünün zenginliğini ve köklülüğünü bilimsel açıdan ispatlayan bir eserdir.

    Muhteşem bir isyan örneği veren Kaşgarlı Mahmut, bize, Orta ve Ön Asya’da adım başında Türkçe konuşan kütleleri sayar döker. Her türlü siyaset ve hanedan değişikliğinin üstünde kalan bu büyük Türk halkı, Türkçeyi koruyan mucizedir [9].

    Türk ismiyle alakalı Divan’da “Türklere bu adı yüce Allah verdi” diyen Kaşgarlı, kaynağını bir hadise dayandırarak Allah’ın “Benim kendilerine Türk adını verdiğim ve doğuya yerleştirdiğim bir ordum vardır. Bir kavme kızarsam bu ordumu, onların başına bela ederim.” diye buyurduğunu belirtmiş ve şunları söylemiştir:

    Bu, Türklerin bütün insanlara karşı sahip oldukları bir üstünlüktür çünkü Allah onların adını bizzat kendisi koymuş ve onları yeryüzünün en yüksek, havası en temiz bölgesine yerleştirmiş, üstelik “Benim ordum” diyerek onları kendisine ait kılmıştır. Kaldı ki Türklerin, güzellik, sevimlilik, parlak yüzlülük, edeplilik, büyüklere saygılı davranma, ahde vefa, övünmekten uzak durma ve yiğitlik gibi övülmeğe değer pek çok güzel vasıfları vardır [5].

    Divanü Lügati’t Türk’ün elimizdeki tek nüshası nasıl bulunmuştur?

    DLT’nin bilinen tek yazma nüshası İstanbul Fatih Millet Kütüphanesindedir. Bu nüsha Kaşgarlı’nın yazdığı esas nüshadan 26 Şevval 664’te (1 Temmuz 1266) Muhammed b. Ebû Bekir b. Ebü’l-Feth es-Sâvî tarafından istinsah edilmiştir. Bu nüshanın son sayfasında miladi 25 Ocak 1072 günü Kaşgarlı Mahmud’un eseri yazmaya başladığı ve 12 Şubat 1074’te tamamladığı anlaşılmaktadır. Kaşgarlı eserini muhtemelen 470’te (1077) Bağdat’ta Halife Muktedî-Biemrillâh’ın oğlu Ebü’l-Kāsım Abdullah’a takdim etmiştir.

    Mevcut nüsha, büyük bir cilt halinde olup 319 yaraktır. Kağıdı, vaktiyle Çin, Hint, Afgan gibi Doğu memleketlerinde yapılmış sağlam ve kahn bir kağıttır. Yazısı oldukça kötü, bir nesih bozmasıdır. Kitabın bazı yerleri nem sebebiyle kararmış ise de bozulmamış ve çürümemiştir. Birkaç kelimenin dışında her yeri okunabilmektedir [8].

    Elimizdeki tek nüshanın bulunuşu ise başlı başına bir hikayedir. Şimdi zamanda bir yolculuk yaparak 1914 yılına gidelim. Dîvânü lugāti’t-Türk adında bir kitabın varlığı 15. yüzyıldan itibaren bilinmekte ancak bir nüshası bulunmamaktadır. 14. ve 15. yüzyıllarda yazılmış birkaç eserde DLT’den yararlanıldığı bilinmektedir. Aynı zamanda Katip Çelebi, 17. yüzyılda yazdığı ünlü kaynakça eseri Keşfi Zenun’da DLT’den bahsetmiştir. Bu eser binlerce eserin künyesini içermekte ve eserler hakkında kısa bilgiler vermektedir. Ancak Keşfi Zenun’dan sonra DLT hakkında başka bir kaynağa rastlanmamaktadır. Nihayet 1912 yılında İstanbul’da bir sahafta Ali Emiri Efendi tarafından satın alınmıştır. Ali Emiri Efendi, Osmanlı Devleti’nde çeşitli yerlerde memurluk yapmış ve hayatı boyunca topladığı kitaplarla oldukça değerli bir kütüphane oluşturmuş bir kitap tutkunu ve Millet Kütüphanesi’nin kurucusudur. İstanbul’da sahaflık yapan Burhan Efendi’ye bir hanımefendi tarafından satılması için getirilen DLT nüshası, önce Maarif Nazırı Emrullah Efendi’ye götürülür ancak bakanlık 30 altınlık fiyatı fazla bularak kitabı almaz. Bu arada kitaptan haberi olan Ali Emiri Efendi kitabı inceleyip önemini fark eder ve şöyle anlatır:

    Mevsim kış ve hava soğuk idi. Birde(n) elinde büyük bir kitap olduğu hâlde Burhan Efendi içeriye girmesin mi? Gelip karşımda oturdu. Buyurunuz bakınız dedi. Bir de ne bakayım. Türk lisanına, Türk eş’ârına, Türk darb-ı meseline, Türk illerinin kürre-i haritasına, Türk bayraklarının resmine Türk’ün kadim yazısına dair halife-i Abbasiye zamanında yazılmış bir kitap. Ve hatta Amerika’nın keşfinden dört beş yüz sene kadar evvel telif olunduğu hâlde kitabın haritasında Cabelka namıyla Amerika da mevcut. Sevincimden adeta çıldıracağım. Fakat asla temkinimi bozmuyordum. Bayağı bir kitabı mütalaa ediyorum vaziyetinde bulunuyordum [2].

    Ali Emiri Efendi, arkadaşı Faik Reşat’tan aldığı borçla hemen kitabı satın alır ve günlerce yastığının altında saklayıp hiç kimseye göstermez. Dünyada eşi benzeri olmayan bu kitabın başına bir iş gelebileceğinden korktuğu için geceleri bile uyuyamaz. Ancak kitabın şöhreti zamanla büyük bir entelektüel insan nüfusuna ev sahipliği yapan İstanbul’da hızla yayılır. Her gittiği yerde kitabı överek göklere çıkaran Ali Emiri kitabı ne birine göstermiş ne de satmıştır.

    Ali Emiri Efendi, kitabı kimselere göstermeden 1.5 yılı aşkın bir süre elinde tutmuş demektir. Bu sürede kitabı Kilisli görmüş, dağınık sayfalarını düzenleyip tanzim etmiştir. Kilisli’nin yazdıklarına göre kitabı herkesin merak etmesi, hatta Ziya Gökalp’in ona “kulaktan âşık olup” “Leyla’sını arayan Kays’a dönmesi” bu sürede olmuş olmalıdır [2].

    Kitabı duyan Ziya Gökalp, Ali Emiri’nin yakın dostlarından Filolog Kilisli Rıfat Efendi aracılığıyla bu kitabın oldukça önemli olduğunu, tek nüshası olması nedeniyle acilen korunması, basılarak çoğaltılması ve Türk milletine kazandırılması gerektiğini ifade etmiş, Gökalp’in araya Talat Paşa’yı da sokmasıyla kitap Maarif Bakanlığı tarafından satın alınmıştır.

    Ramazan ayıdır. Adliye Nazırı İbrahim Efendi’den Ali Emîrî Efendi’yi iftara davet etmesi istenir. Zaten Emîrî Efendi, İbrahim Efendi’nin Koska’daki evine sık sık gidip gelmektedir. İftara gittiği akşam yemekten bir saat sonra hiç haberleri yokmuş gibi Talat Paşa da birkaç arkadaşıyla İbrahim Efendi’nin evine gelecektir. Ali Emîrî Efendi’yi ziyadesiyle övüp edebiyatla ilgili sohbet ederek takdirlerini dile getireceklerdir. Sonra da sohbeti Dîvânu Lugâti’t-Türk’e bağlayıp bu kitabı bastırma talebinde bulunacaklardır [9].

    Eser ilk defa Kilisli Rıfat Bilge tarafından incelenerek Arap harfleriyle üç cilt halinde yayımlanmıştır. Ali Emiri Efendi’nin Divan ile ilgili görüşleri etkileyicidir:

    Bu kitap değil Türkistan ülkesidir. Türkistan değil, bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka revnak kazanacak. Arap dilinde Sibevyhi’nin “el-Kitab”ı ne ise bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bu kitaba hakiki kıymet verilmek lazım gele cihanın hazineleri kâfi gelmez [9].

    Bir diğer ilginç anekdot, DLT nüshasının o sahafa nasıl geldiğidir. Bu nüsha sahaf Burhan Efendi’ye bir hanım tarafından getirilmiştir. Bu hanım, Osmanlı’nın son döneminde Maliye Nazırlığı yapmış Ahmet Nazif Paşa’nın aile eşrafından biridir. Ahmet Bican Ercilasun’a göre Ahmet Nazif Paşa, 17. yüzyılda IV. Mehmed devrinde sultanın has imamlığını yapan Vanî Mehmed Efendi’nin 6. kuşak torunudur. Ercilasun’a göre Mehmed Efendi’nin bir şekilde kitabı Topkapı Saray kütüphanesinden çıkardığı ve kitabın saray kütüphanesine Mısır’ın fethi sonrası Yavuz Sultan Selim tarafından getirilen kitaplardan biri olması muhtemeldir.

    Bulunan nüsha için Talat Paşa, Ali Emiri Efendi’ye 300 altın göndermiş, Ali Emiri ise eserin millete ait olduğunu belirterek paranın sadaka olarak dağıtılmasını, sadakanın da Dîvânü lugāti’t-Türk sadakası adıyla verilmesini istemiştir. O dönemlerde ülkeyi yöneten İttihat ve Terakki’nin önde gelen ismi ve Dahiliye Nazırı olan Talat Paşa gibi bir devlet adamının ve İttihat ve Terakki politbürosunun önemli isimlerinden büyük Türk milliyetçisi Gökalp’ın DLT’yi halka mal etme çabaları, memleketin en zor günlerinde bile Türklüğe verilen önemin göstergesidir. Ali Emiri, “Millet Kütüphanesi Ne Surette Teşekkül Etti?” adlı yazısında şunları söylemiştir:

    Filhakika hemen ertesi günü Ziya Gökalp Bey gelerek kitabı alıp götürdü. Ve basılmaya mübaşeret olundu (başlandı). Ziya Beyle Kıblelizade Fuad Bey (Fuat Köprülü) de birlikte idi. Birkaç gece sonra İbrahim Beyefendi bendenizi gördü. Bize yüz lira ikramiye verileceğini beyan eyledi. Ben simsar değilim, dellâl değilim. Vatan namına bir kitap istenilmiş, vermişim. Buna mukabil para vermenin ne lüzumu vardır, istemem (1. Dipnot) cevabını verdim (2. Dipnot). Ol vakit Talat Paşa ilaveten memuriyet suretiyle maliye nazırı vekili idi. Akrabadan Basri Bey’i (3. Dipnot) görerek Emiri Efendi galiba yüz lirayı az görüyor, üç yüz lira verilmesini emrettim. Kendisine söyle, gidip maariften parayı alsın demiş idi. Üç yüz lira değil bin lira olsa yine kabul etmem. Dokuz yüz seneden beri eslafımız (bizden öncekiler) tarafından kemal-i itina ile muhafaza edilerek bana vâsıl olan bir yegâne nüshanın tab ü ta’did (hazırlanması) ile pençe-i ziyâdan kurtarılmış olması bana mükâfat-ı kâfidir cevabını verdim [2].

    Divanü Lügati’t Türk’ten detaylar

    Kitaptaki dünya haritasından bahsetmiştik. Bu haritada Kaşgarlı taht biçiminde çizdiği Türk ülkesini (Balasagun) dünya haritasının merkezi olarak almış ve diğer yerler buna göre düzenlenmiştir. Haritanın ortasında Yarkent, Kaşgar, Barsgan ve Balasagun gibi birçok Türk şehri yer almıştır. Kaşgarlı Çin Seddi’ni de haritasına dahil etmiş ve bu seddin, yüksek dağların ve denizin Yecüc ve Mecüc’lerin dillerinin öğrenilmesini engellediğini yazmıştır [6]. Haritalarında merkezi Mekke alan Arap haritacıların aksine Balasagun’un merkez olarak alınması hem bir karşı duruş hem de siyasileşmiş bir kültürel revizyonizm olarak ele alınabilir [9].

    Türk boy ve topluluklarının yaşadıkları yerlere, bölgelere, şehirlere ilk kez bu haritada yer verilmiştir. Japonya başta olmak üzere bazı ülkelerin, milletlerin ve toplulukların yaşadıkları yerlerin adları da yine ilk kez bu haritada gösterilmiştir. Kȃşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lugâti’t-Türk’te verdiği harita, bu sebeple hem Türk haritacılık tarihi bakımından hem de dünya haritacılık tarihi bakımından büyük önem taşımaktadır [3].

    Batıda işaret edilen yerler İtil boylarına, yani Kıpçakların ve Frenklerin oturdukları bölgelere kadar uzanır. Güneybatıda Habeşistan’a, güneyde Hint, Sint, doğuda Çin ve Japonya’ya işaret edilmiştir [6].

    Divan’da bulunan dünya haritası

    Harita renkli ve daire şeklindedir. Haritada dağlar kırmızı, denizler yeşil, ırmaklar mavi ve çöller sarı renktedir. Modern haritaların aksine haritanın üst kısmı kuzeyi değil doğuyu göstermektedir. Japonya’dan kuzey Afrika kıyılarına ve İspanya’ya kadar o zaman bilinen dünyanın önemli bir kısmını gösteren harita aynı zamanda Japonya’nın ilk kez görüldüğü haritadır. Cabarka ismiyle haritanın üst kısmında ince bir çizgi olarak gösterilmiştir.

    Zamanımıza kadar gelen ve yaygın olarak kullanılan ilk Japon haritası Kyoto yakınlarındaki Ninna tapınağında bulunan ve dış kaynaklardan etkilenerek hazırlanmış, 1303 tarihini taşıyan haritadır. … İlk Japon haritası bir Japon tarafından 14. yüzyılda çizilmiş, bir dünya haritasında yer alması ise 15. yüzyılda olmuştur. Bütün bu bilgilerin ışığı altında, bir plan biçiminde de olsa, yanlışlarla dolu da olsa ilk Japon haritasının 11. yüzyılda Kȃşgarlı Mahmud tarafından çizildiği bir gerçektir [6].

    Haritayla alakalı Kaşgarlı “Rum ülkesinden Maçin’e dek Türk ellerinin hepsinin boyu beş bin, eni sekiz bin fersah eder. İyice bilinmek için bunların hepsi, yeryüzü biçiminde daire şeklinde gösterilmiştir.” demiştir.

    Divan’da 13 devlet ve ülke, 27 il, 46 şehir, 11 kasaba ve köy, 33 mevki ve yurt adı geçmektedir [7]. Divan’da yer alan 13 ülke ve 27 il şunlardır:

    Ülkeler: Barshan, Çaparka, Çin, Hind, Kıtay, Maçin, Rum, Rus, Tabgaç, Tangut, Tezik, Tübüt Tüpüt (Tibet), Yemen.

    İller: Aramut, Argu, Basmıl, Başkurt ~ Başgırt, Beçenek ~ Peçenek, Bulgar, Çaruk, Çigil, Çumul ~ Kümül, Edgiş ~ Ekdiş (Özçend / Özkent), Harzem, Kalaç, Karluk, Kay, Kençek, Kıpçak, Kırgız, Oğuz, Soğd, Suvar ~ Sabar, Tatar, Toksı, Ugrak, Uygur, Yabaku, Yagma, Yimek.

    Haritada Türk boylarının yerleşimlerine önem verilmiştir. Bu boyların dil ve lehçeleriyle alakalı bilgiler verildikten sonra boylar ve onların komşuları haritada gösterildiği için harita aynı zamanda bir dil haritasıdır. Divanda Türk boyları şöyle izah edilir:

    Türkler aslında yirmi boydur. Bunların hepsi, Nuh peygamberin (Allah’ın duası üzerine olsun) oğlu Yâfes oğlu Türk’e dayanır. Bunlar, İbrâhim (Allah’ın duası üzerine olsun) oğlu İshak oğlu İysû oğlu Rûm oğulları gibidirler. Bu boyların her birinden ayrılmış dallar vardır ki onların sayısını Allah’tan başka kimse bilmez. Ben ana kabileleri saydım; tâli olanları bıraktım. Ancak Oğuz Türkmenlerinin oymaklarını ve hayvanlarının damgalarını, insanların bilmesi gerektiği için, zikrettim. Doğu taraflarındaki Müslüman olan veya olmayan her kabilenin coğrafi mevkiini, Rum yakınlarından doğuya doğru sırasıyla beyan ettim. Rum’a yakın boyların birincisi Beçenek’tir. Sonra sırasıyla Kıfçak, Oguz, Yemek, Başgırt, Basmıl, Kay, Yabaku, Tatar, Kırkız -Bu Çin’e yakındır-. Bu boyların hepsi Rum hizasından doğuya doğru uzanırlar. Daha sonra Çigil, Toḫsı, Yagma, Ugrak, Çaruk, Çomul, Uygur, Taŋut, Ḫıtay -Bu Çin’dir-, sonra Tawgaç -Bu da Mâçin’dir-. Bu boylar da güneyle kuzey ortasındadırlar. Bunların hepsini bu daire (harita) içinde gösterdim [4].

    Divan Türk halk edebiyatı açısından da büyük bir değer taşımaktadır. 250’nin üzerinde atasözü bulunmakta ve atasözü karşılığı olarak sav sözcüğü kullanılmıştır. Küçük değişikliklerle günümüzde hala kullanılan atasözleri vardır. Örneğin, “Tag tagka kavuşmas, kişi kişike kavuşur” bugün “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur” şeklindedir veya “Aç ne yimes, tok ne times” bugün “Aç ne yemez, tok ne demez” şeklindedir. Divan’da şiirler dörtlük ve beyitler olmak üzere ikiye ayrılabilir. 149 adet dörtlük, 79 adet beyit bulunmaktadır. Dörtlüklerde aaab veya aaaa gibi kafiye düzenleri vardır [8]. Divan’ın açık ara en çok bilinen şiiri Alp Er Tunga ağıtıdır:

    Alp Er Tunga öldi mü

    Issız ajun kaldı mu

    Ödlek öçin aldı mu

    Şimdi yürek yırtılur

    Divan’da 4+3 duraklı 7 heceli ölçüyle yazılmış ve aaab şeklinde kafiyelenmiş yedi pastoral şiir vardır. Örneğin:

    Yay baruban erküzi

    Aktı akın mundızı

    Togdı yaruk yılduzı

    Tingle sözüm kelgüsüz

    (Bahar gelirken kar ve buz suları coşkun sellerle aktı.

    Parlak Tan yıldızı doğdu, sözümü gülmeden dinle.)

    Divan’da tedavi amaçlı kullanılan bitki isimleri de yer almaktadır. Örneğin, “yabça.n yavşan otu” günümüz Türkçesinde halen kullanılan bir bitki adıdır. Günümüzde oynanmaya devam eden “Aşık oyunu” (koyun ve keçilerin arka bacaklarındaki dört yüzlü kemikle oynanan geleneksel oyun) Divan’da ayrıntılı şekilde açıklanmaktadır. Bu durum Türk kültürel geleneğinin tarihsel sürekliliğinin somut bir göstergesidir. Divan’da “ütüğ” sözcüğü karşımıza çıkmaktadır. Bu kelime “ütüg mala şeklinde bir demirdir. Kırışıklıkları gidesin diye elbisenin dikiş yerleri onunla kızdırılır” biçiminde tanımlanmış olup, Türklerin giyim kuşam konusundaki hassasiyetini ve tarih boyunca medeni yaşam standartlarına sahip olduklarını ortaya koymaktadır. Medeniyet düzeyinin bir başka göstergesi olan ve günümüzde yeni tanışılan kişilere yöneltilen “nerelisiniz” sorusuna benzer bir tanışma biçimi Divan’da kayıtlıdır:

    bo.y kalınlaştırarak. Cemaat, kabile, aşiret. Oğuzca. Birbirini tanımayan iki kişi selamlaştıktan sonra bo.y kim der; “cemaatin, aşiretin, kavmin kim? demektir. Sorulan kişi Salgur der; yani “benim cemaatim Salgur kabilesidir.” Veya kitabın başında saydığım boylardan birini zikreder ki onlar kabilelerinin atalarının adlarıdır. Sonra konuşmaya başlarlar veya durmaksızın ayrılırlar. Böylece her biri diğerinin grubunu bilmiş olur.”

    Günümüzde hala olan bir nezaket göstergesi olarak “sen” yerine “siz” kullanımı Divan’da açıklanır:

    Sen “sen” anlamında bir kelime. Bu sözü Türkler; çocuklar, hizmetçiler, yaş ve mertebe bakımından küçük olanlar için kullanırlar. Hürmet için ve mertebesi olan için z ile siz derler.”

    Divan’da ayakla oynanan ve “Tepük” isimli bir top oyunundan bahsedilmesi Türklerin futbol benzeri bir oyun oynadığını ortaya çıkarmıştır.

    tepük kurşundan yapılan, iğ başı şeklinde bir şey. Üstüne keçi kılı vb. sarılır; çocuklar ayaklarıyla vurarak onunla oynarlar.”

    Divan doğum, evlilik ve ölüm gibi hayatın en önemli olaylarla ilgili zengin bir Türk folkloru içerir. Örneğin, Türk kültüründe lohusaya özel yapılan yemekler önemli yer tutmuştur. Divan’da yer alan ve Bitlis’te “doğani” adıyla hala yapılan lohusa yemeği şu şekilde açıklanır:

    ka.gut aktarıdan yapılan yemeğin adı. Akdarı kaynatılır, sonra kurutulur, sonra da öğütülür. Yağ ve şekerle karıştırılır. Bu, lohusa yemeklerindendir.” [9]

    Doğum sonrası çocukları nazardan korumak için Türk kültüründe çok sayıda uygulama bulunmaktadır. Divan’da “igit” adlı bir ilaç “nazardan ve cin çarpmasından korunmak için çocukların yüzüne sürülen bir ilaç. Bu ilaç safran ve benzer maddelerle karıştırılarak hazırlanır” şeklinde tanımlanmaktadır. Çocukların yüzlerine nazardan korunması amacıyla çeşitli maddelerin sürülmesi, Anadolu’ya taşınan geleneklerden biridir. Yine Divan’da “(arıt-) ol kozı arıttı o çocuğu sünnet etti” cümlesinden sünnetin günümüzdeki gibi önemli bir yere sahip olduğu anlaşılmaktadır. Divan’da evlilik ile ilgili ifadelerden, günümüzde olduğu gibi o dönemde de evliliğin büyük önem taşıdığını görmekteyiz. Divan’da genç kızları ifade eden yinçü (cariye) sözcüğü kullanılmaktadır. Kızların evde beklemeyip yaşı geldiğinde evlenmesini öğütleyen bir atasözü verilmektedir:

    “(yinçü) cariyeler bununla adlandırılır. Atasözü: ǖtlüg yinçü yi.rde kalma.s. Anlamı: delinmiş inci yerde bırakılmaz; biri gelip onu alır. Bu, cariyelerin bakire olarak, kız kurusu gibi uzun süre evde tutulmaması ve birisinin onunla evlenmesi için söylenir.”

    Evlilik hususuna dair günümüzde hala kullandığımız dünür olmak ifadesi kullanılır:

    “(tüƞürlen-) ol maƞa tüƞürlendi o, kendisini benim dünürüm saydı.”

    Düğünün Türk kültüründe önemli bir yer tuttuğu Divan’da düğünle alakalı birçok kelimenin tanımının verilmesinden anlaşılmaktadır:

    küden düğün yemeği.”

    sep gelinin çeyizi. Onun malıdır.”

    kençliyü bayramlarda ve hükümdarların ziyafetlerinde yağmalanmak için kurulan sofra. Minareye benzer ve göğe doğru 30 arşın yüksekliktedir.”

    tayak değnek. Küde.gü tayak birdi gelin attan inerken güveyi, bir cariye ve köleyi dayanak olsun diye ona (geline) verdi.

    Osmanlı’da han yağması denilen kadim Türk geleneğinin Divan’da kençliyü adıyla verildiğini görmekteyiz. Divan’dan ölü adına yemek verme kültürünün de Türkistan’dan aktarıldığını öğrenmekteyiz:

    basan ölüyü gömdükten sonra yapılan yemek. Buradan yog basan denir.”

    yōg ölüyü gömmekten dönenler için yapılan yemeğin adı. Üç veya yedi gün sürer.”

    “(yogla-) ol ölügke yogla.dı o, ölü için yoğ yaptı; bu Türklerin adetidir. yogla.r, yogla.ma.k.”

    Değişen yaşam şartlarına rağmen, 11. yy’da yazılmış olan eserin içerisinde yer alan geçiş dönemleri ile ilgili uygulamaların günümüzdeki uygulamalarla benzerlik göstermesi dikkat çekici bir noktadır. Buna bağlı olarak da halk kültürüne ait ritüeller ve uygulamalarındaki direncin büyüklüğünü görmekteyiz. Türk kültürü değişen zamana karşı özelliklerini yitirmemiştir. Büyük farklılıklar olmadan, hatta bazen aynı kelimenin kullanılmasıyla devamlılığını sağlayan gelenekler, modern dönemlerde dahi gündelik yaşamda uygulanmaya devam etmiştir [10].

    Divan’da Oğuz Türkçesi olarak belirtilen sözcüklerden 204 tanesi Eski Anadolu Türkçesiyle (XIII-XV. yüzyıllar arası) yazılmış eserlerde de görülmektedir. Bunlardan 45’i Eski Anadolu Türkçesine herhangi bir ses değişimine uğramadan geçmiş, diğerleri ses değişimlerine uğramıştır. Burada belirtmekte yarar var ki Kaşgarlı’nın Oğuz Türkçesi altında sınıflandırdığı sözcükler bu lehçeye özgü olanlardır, yoksa diğer Türk lehçeleriyle çok sayıda ortak sözcük paylaşmaktadır.

    45 ismin (aġıl, armaġan, aşlıḳ, av, bal, bayıḳ, bayram, borsuḳ, boḳ, boy “Oğuz lehçesi cemaat, kabile, aşiret”, boy “Oğuzca yenen çemenotu”, çekürge, çil, dede, ebe, ḳat, ḳayın, ḳayır, kend, ḳırnaḳ, ḳoç, kök, köpen, köpçük, ḳuşluḳ, oba, öŋ, ören, öyle, ṣaġ “Oğuz lehçesinde sağlık ve esenlik, sağlıklı”, ṣaġ “Oğuzcada sağ (taraf)”, seŋek, siz, sökel, tamaḳ, tamar, us, ūç, üyez, yāġ, yās, yeŋgeç, yöre, yügrük, yüzerlik) Eski Anadolu Türkçesine herhangi bir ses değişimine uğramadan geçtiği saptanmıştır [11].

    Divan bu yönüyle Anadolu Türklerinin konuştuğu Türkçenin aradan geçen yüzyıllarda nasıl farklılaştığını incelememize olanak sağlayan ve Türkistan’dan getirdiğimiz dilimizdeki sürekliliği gösteren kıymetli bir metindir.

    Sonuç

    Divanü Lügati’t Türk, Türk kültürünün ve düşünce yapısının tarihsel sürekliliği bağlamında elimizdeki en kritik kaynaklardan biridir. 21. yüzyıl Anadolu Türkleri, bin yılı aşan zaman dilimi öncesinde atalarının ifade ettiği atasözlerini halen kullanmakta, söz varlığının önemli bir kısmını muhafaza etmekte, benzer dilbilgisiyle Türkçeyi konuşmakta ve aynı yer-boy adlandırmalarını sürdürmektedir. Bu özelliğiyle DLT, Anadolu Türklüğü ile Türkistan coğrafyasındaki İslam öncesi Türk kültürel mirası arasında organik bir köprü oluşturmaktadır. Bizi biz yapan ve ayakta tutan köklerimiz, Türk kimlik bilincinin güçlenmesini sağlamaktadır. Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı eserler arasında “Kitabu Cevahiri’n-Nahv fi Lȗgat’it-Türk” adlı dilbilgisi çalışmasının da bulunduğu bilinmektedir; ancak söz konusu eser henüz ele geçirilememiştir. DLT’nin 110 yıl önce keşfedilmesi ve Dede Korkut’un 13. hikayesinin yakın dönemde bulunması, benzer eserlerin de gün yüzüne çıkabileceği yönünde umut vermektedir. Belki bir gün söz konusu eser de Türk milletiyle yeniden buluşacaktır. Kaşgarlı Mahmud gibi dehalar yetiştirmiş bir milletin mensubu olmak ne büyük onurdur!

    Kaynakça

    [1] İslam Ansiklopedisi

    [2] Feyzi Ersoy, DÎVÂNU LUGÂTİ’T-TÜRK, ALİ EMİRİ EFENDİ’Yİ NASIL BULDU?

    [3] Cengiz Alyılmaz ve Semra Alyılmaz, Kȃşgarlı Mahmud, Dîvânu Lugâti’t-Türk ve Dîvânu Lugâti’t-Türk’teki haritanın önemi

    [4] Ercilasun ve Akkoyunlu, Kâşgarlı Mahmud Dîvânu Lugâti’t-Türk (Giriş – Metin – Çeviri – Notlar – Dizin)

    [5] Mustafa S. Kaçalin, Kaşgarlı Mahmud Dîvânu Lugâti’t-Türk: Türk dilinin ilk sözlüğü

    [6] Sevim Tekeli, İLK JAPON HARİTASINI ÇÎZEN TÜRK KAŞGARLI MAHMUD

    [7] Saadettin GÖMEÇ, Divanü Lûgat-İt-Türk’de Geçen Yer Adları

    [8] Saim Sakaoğlu, DİVÂNÜ LÜGAT-ÎT-TÜRK’ÜN HALK EDEBİYATI AÇISINDAN TAŞIDIĞI DEĞER

    [9] Nalan Emektar, TÜRK FELSEFESİNİN OLUŞUM SÜRECİNDE KÂŞGARLI MAHMUD VE DÎVÂNU LUGÂTİ’T-TÜRK ADLI ESERİNİN YERİ (Yüksek Lisans Tezi)

    [10] Düriye Özdemir, DÎVÂNU LUGÂTİ’T-TÜRK’TE GEÇİŞ DÖNEMLERİ: DOĞUM-EVLENME-ÖLÜM (Yüksek Lisans Tezi)

    [11] Murat Denizhan Kakaç, Dîvânu Lugâti’t-Türk’teki Oğuzca Kayıtlı İsimlerin Eski Anadolu Türkçesindeki Durumu

  • Emine Işınsu’nun Kaleminden Dış Türkler

    Emine Işınsu

    Emine Işınsu (1938-2021), Türk Edebiyatı’nın en güçlü kalemlerinden biri olan şair ve yazardır. Şiir, hikâye, deneme, tiyatro ve roman gibi çok sayıda türde eserler ortaya koymuştur. Dost, Hisar, Bozkurt, Devlet, Kadın, Ayşe, Töre ve Türk Edebiyatı gibi dergilerde yazılarını ve eserlerini yayımlayan Işınsu, özellikle dış Türklerin sesi olarak öne çıkmış, Türk gençlerinin millî bilincinin ve vatan sevgisinin gelişmesine katkı sağlamış, yaşamı boyunca ülküsünün ardından giderek Türk milliyetçiliğine değerli katkılarda bulunmuştur.

    Geçmişi olmayan bir millet gerek siyasi gerekse kültür açısından köksüz bitkilere benzer. Ben, bizim milletimizin böyle olmasını istemediğim için kendi ufak çapımda bir hizmet verebilmek adına gerçekten gurur duyulacak tarihimizden bazı parçaları anlatmayı seviyorum – Emine Işınsu [2]

    Emine Işınsu, 1960 sonrası Türk romancılığının önemli isimlerinden biridir. Onun oyun ve gazete yazarlığı da olmakla birlikte ilk akla gelen hiç şüphe yok ki romancılığıdır. Bir de Töre dergisi yöneticiliği. Özellikle milliyetçi çevreler için Töre dergisi önemlidir. Çünkü 1970’lerdeki milliyetçi fikir hareketinin merkezinde bu dergi vardır [3].

    Dış Türkler, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sonucunda Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan soydaşlarımızı ifade etmektedir. Annesi İstiklal Harbi dönemi şairlerinden Halide Nusret Zorlutuna ve babası Bulgaristan Türklerinden Tümgeneral Aziz Vecihi Zorlutuna olan Emine Işınsu, millî bir şuurla yetişmiştir. Işınsu, Türk Edebiyatı’nda “Dış Türkler” konusunun öncüsü konumuna gelmiş, büyük bir acı ve hezimet içinde kaybedilen anavatan Rumeli’de Türkiye’den uzakta yaşayan soydaşlarımızın baskı altındaki dramatik yaşamları ilk kez edebiyatımızda ele alınmıştır.

    Azap Toprakları Yunan egemenliği altındaki Batı Trakya Türklerini, Tutsak Kerkük Türklerinin yaşadığı zulümleri, Çiçekler Büyür ise Bulgaristan Türklerinin çektiği çileleri anlatmaktadır. Romanları, gerçekten yaşanmış olayların kurgu içerisine dahil edilmesiyle kaleme alınmıştır. Eserlerinde tarihi, dili, dini ve kültürü yönetici güç tarafından silinmeye çalışılarak Ruslaştırılmak, Rumlaştırılmak veya Bulgarlaştırılmak istenen Türklerin acı hikâyeleri işlenmektedir. Gerçek yaşamla iç içe olan romanlarında Türk millî kimliğinin eğitim-öğretim, dil, din, ekonomi gibi araçlarla asimile edilmesi sosyalizm ve komünizm eleştirisi çerçevesinde ele alınmaktadır.

    Her gün yeni bir zulmün görüldüğü, türlü acılara şahitlik eden bu azap toprakları kimi zaman Batı Trakya kimi zaman Bulgaristan kimi zaman da Kerkük olarak karşımıza çıkar. Mücadeleci ruhların kanıyla ıslanan tutsak topraklardan çiçekler büyür yeniden. Dış Türklerin çektiği sıkıntıları kendi öz yüreğinde derinden duyan Emine Işınsu, eser müessir ilişkisi bağlamında yüreğinde taşıdığı hissiyatı kalemiyle güçlü, sade ve akıcı bir şekilde okuruna sunmuş kıymetli bir sanatçıdır [2].

    Kendisine Kıbrıs Türklerini konu alan bir roman yazıp yazmayacağı sorulduğunda “Artık acı çekmeye tahammülüm kalmadı” yanıtını vererek, romanlarını yazarken yalnızca soydaşları hakkında bilgi aktarmadığını ve bunun ötesinde kendisini soydaşlarıyla nasıl özdeşleştirdiğini ortaya koymaktadır [2]. Emine Işınsu’nun eşi olan ve Türk milliyetçiliğinin önde gelen isimlerinden biri olan İskender Öksüz, Işınsu hakkında şu değerlendirmelerde bulunmaktadır:

    “Işınsu yaşamadan yazmazdı. Bu nasıl olur? Bir insan hem Alparslan’ın ordusunda hem Yunus’un, Mısrî’nin, Hacı Bektaş’ın dergâhında hem Nur’un Urfa’da, İlay’ın Bulgaristan’daki aşkında hem Batı Trakya’nın hem Kerkük’ün tutsaklığında nasıl yaşar? Yaşar… Tayyi-mekân eder, tayyi-zaman eder ve en önemlisi tayyi-insan eder ve yaşar.” [1]

    Kaynakça

    [1] Emine Işınsu’nun gidişi

    [2] Emine Işınsu’nun Romanlarında Dış Türkler Meselesi, Zeynep Tatlısu (Yüksek Lisans Tezi)

    [3] Emine Işınsu ve Cumhuriyet Türküsü, Ahmet Bican Ercilasun

  • İstanbul’un Fethinde Gemilerin Karadan Yürütülmesi Hadisesi

    Yakın geçmişte bir 29 Mayıs daha geride kaldı. Grand Turco, Grande Aquila, Kayser-i Rum, Sultanü’l-Berreyn ve Hakanü’l-Bahreyn unvanlarına sahip Fatih Sultan Mehmed’in komutasındaki Türk ordusunun Konstantinopolis’i fethederek kadim Roma İmparatorluğu’nu tarih sahnesinden silişinin üzerinden 572 yıl geçmiş bulunmaktadır. Fetih sürecinde akıllarda yer eden en önemli olaylardan biri olan gemilerin karadan taşınması hadisesi, dönemin kaynaklarınca teyit edilmiş olmakla birlikte, nasıl gerçekleştirildiği konusu tartışma konusudur.

    Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek

    Dağlardan çektirilen kalyonlar çekilecek.

    Gemilerin karadan taşınarak bir su kütlesinden diğerine nakledilmesinin İstanbul’un fethine özgü bir hadise olmadığını vurgulamak gerekmektedir. Tarih boyunca sıklıkla karşılaşılmayan bu uygulama, 1453 öncesinde birkaç defa gerçekleştirilmiştir. İlginç bir şekilde, bu örneklerden biri yine Konstantinopolis’e yönelik bir kuşatma sırasında yaşanmıştır. 626 yılında Sasani ve Avar ittifakının şehri kuşatması esnasında, monoxyla adı verilen kano benzeri kayıkların karadan taşınarak Haliç’e indirildiği nakledilmektedir [1].

    I. Haçlı Seferi sürecinde Haçlıların Selçuklu başkenti İznik’i kuşatmaları sırasında da Bizans’ın gönderdiği gemiler karadan nakledilmiştir. İznik Gölü kıyısında konumlanan İznik kalesinin batı surları göl içerisinden yükselirken, kuzey, doğu ve güney surları karadan inşa edilmiştir. Kuşatma süresince kaleyi kara tarafından üç yönden çeviren Haçlılar, gölden gelen yardımları engelleyemedikleri için kaleyi ele geçirememişler ve Bizans’tan destek talep etmişlerdir. Bu duruma karşılık Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos’un gönderdiği küçük gemiler, Marmara Denizi’nden İznik Gölü’ne kara yoluyla taşınmıştır.

    Kaynaklar değerlendirildiğinde gemilerin taşınabileceği en uygun güzergâhın Kios (Gemlik)-İznik Gölü olması gerekmektedir. Keza kaynakların verdiği tkr. 11 km. mesafe ve bir gecelik zamana en uygun güzergâh da burasıdır [1].

    Aydınoğulları Beyliği’nin ikinci beyi olan Gazi Umur Bey, 14. yüzyılda Ege’de gerçekleştirdiği deniz seferleriyle büyük şöhret kazanmış bir figürdür. 15. yüzyıl Osmanlı şairi ve tarihçisi Enverî tarafından kaleme alınan ve Umur Bey’in yaşamını destansı bir üslupla ele alan “Düstûr-Nâme” adlı eser, beyin seferlerinden birinde gemilerini karadan taşıttığını kaydetmektedir.

    Buna göre, Umur Bey’in donanması İzmir’den 350 gemi ile yola çıkmış ve on dokuz gündüz-gece yol almış ve yirminci gün karaya ulaşmıştır. Germe adı verilen bir yerde 50 gemi bırakılıp diğer 300 gemi tahtaları sabun ile kayganlaştırılıp muhtemelen halatlarla çekilerek karadan yürütülmüş ve Karadeniz’e atlatılmıştır. Gazi Umur Bey, İstanbul’da tekfur tarafından misafir edilmiş ve sonrasında Eflak bölgesindeki Kili’ye ulaşmıştır. Orada birçok kaleye akınlar yaparak yüklü bir ganimetle tekrar aynı yoldan geri dönmüştür.

    Bu hadise Enverî dışında başka bir çağdaş kaynakta yer almadığından, gemilerin nerede ve hangi sefer kapsamında taşındığına dair kesin bir değerlendirme yapmak mümkün değildir. Ancak bu konuda iki temel görüş bulunmaktadır: Bunlardan ilki Adriyatik Denizi’ndeki Epir’e yönelik sefer, diğeri ise Karadeniz’deki Kili’ye düzenlenen seferdir:

    Şu hâlde elimizde Gazi Umur Bey’in gemileri karadan yürüttüğü yer ile ilgili iki görüş ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birisi Yunanistan ve Mora arasındaki Korinth kıstağı; diğeri ise Ege ve Marmara arasındaki Gelibolu kıstağıdır. Şu anki verilere göre iki yer arasında seçim yapmak zor olsa da Gelibolu kıstağı Enverî’nin verdiği bilgilerin coğrafyaya yerleştirilmesi hususunda daha uygundur. Her ne olursa olsun burada bizim ilgilendiğimiz asıl mesele karadan bir gemi yürütülme hadisesinin varlığıdır. Ancak ne yazık ki bu konu hakkında Enverî dışında çağdaş bir kaynağa vâkıf değiliz [1].

    1453 kuşatması sırasında Haliç’in girişine gerilen zincir nedeniyle Türk gemileri Haliç’e girememişler, bu durum Bizans’a savunulması zor olan Haliç surlarını korumamasından dolayı bütün gücünü ana surlarda yoğunlaştırma imkanı sağlamıştır. Bu sebeple gemiler karadan kaydırılarak, Osmanlı, Bizans ve Latin kaynaklarının ittifak ettiği 21-22 Nisan tarihinde Haliç’e indirilmiştir. Kaynaklardan edinilen bilgilere göre, donanmanın Haliç’e nakledilmesi projesinin hazırlıklarının Rumeli Hisarı’nın inşası döneminde başlatıldığı anlaşılmaktadır.

    Aslında daha Rumelihisarı’nın inşası sırasında Haliç ile İstanbul Boğazı arasındaki arazinin etüdü yapılmıştı. Osmanlı donanmasına ait gemiler Beşiktaş sahilindeki koylarda üsleniyorlardı. Hatta bu koylarda küçük çaplı gemilerin inşası için hazırlıklar bile yapılmıştı [3].

    Kaynakların görüş ayrılığına düştüğü konular, gemilerin çekildiği güzergah ve gemilerin denizden karaya çıkarılıp çıkarılmadığı meselesidir. Bir görüşe göre gemiler denizden karaya çekilmemiş, karada inşa edildikten sonra denize indirilmiştir. Kuşatma sırasında Fatih’in ordusunda bulunan ve Rumeli Hisarı’nın yapımında bizzat görev alan Sırp kökenli bir yeniçerinin anıları, gemilerin Okmeydanı’nda inşa edilerek Haliç’e indirildiğini kaydetmektedir. Mahmud Paşa Menakıbnâmesi’nde Mahmud Paşa’nın Gedik Ahmed Paşa ile birlikte Okmeydanı’na giderek kadırga yapımını denetlemesi ve kadırgaların taşınmasından söz edilmektedir. Fatih döneminin tarihçisi Kritovulos’a göre ise gemiler denizden karaya Kabataş çevresinde Diplos Kion adlı bir mevkiden çıkarılmıştır [2]. Taşınan gemilerin çoğunluğunun küçük boyutlu ve yapımı fazla ustalık gerektirmeyen türden olduğu, bunların birbirine bağlanarak Haliç üzerinde kurulacak seyyar köprülerin inşasında kullanıldığı ifade edilebilir [3].

    Barbaro, Dukas, Kritovulos gibi kaynaklar gemi sayısı hususunda farklı bilgiler vermekle birlikte gemilerin çekilme süreçlerini birbirine benzer şekilde ifade etmektedirler. Buna göre takriben 50-60 gemi altlarına yuvarlak kalaslar konularak ve kayganlaştırılarak insan gücü ile halatlar ve makaralar yardımıyla çekilmiştir [1].

    Bütün bu bilgiler topluca değerlendirildiğinde şöyle bir tablo ortaya çıkar: Bir kısım gemiler çok önceden donanmanın açıklarında demirlediği Beşiktaş koyunun ilerisinde muhtemelen dere yatağının içinde inşa edilmiş, daha sonra limandaki diğer daha küçük çaplı gemilerle birlikte etap etap daha önce hazırlanmış yoldan çekilip bugünkü üçüncü Haliç köprüsü civarında Eyüp karşısındaki bir mevkide surların karşısında denize indirilmiştir. Nitekim gemilerin karadan çekilmeyip Okmeydanı’nda inşa edilmiş olduğu bilgileri de buradan kaynaklanmış olmalıdır [3].

    Kaynaklardaki görüş ayrılığına rağmen, tümü karadan denize gemi indirildiği hususunda mutabıktır. Anonim Tevarih-i Âl-i Osman’da “…gayretle Galata yüzinden kurıdan gemiler çekdürüb…” ifadesi yer almaktadır. Bertrandon de la Broquière’nin 1455 tarihli Le Voyage d’Outre-Mer adlı eserinin el yazmasında bulunan minyatürde İstanbul’un fethi sırasında Kasımpaşa sırtlarından indirilen gemiler tasvir edilmektedir.

    Gemilerin Haliç’e indirilmesi doğrudan fethin gerçekleşmesini sağlamamış olmakla birlikte, halihazırda yetersiz asker sayısına sahip olan Bizans’ın görece zayıf olan Haliç surlarını savunmak amacıyla askeri gücünün bir bölümünü bu alana kaydırması zorunluluğu, şehrin ana surlarının savunma kapasitesini zayıflatmıştır. Bunun yanı sıra, bir sabah uyandıklarında Haliç’te Türk gemilerini gören Romalılar açısından bu durum büyük bir psikolojik çöküntü yaratmış ve savunma direncini düşürmüş olması kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca Haliç’e gemilerle hakimiyet kurulmasının ardından yüzen dubalarla bir köprü inşa edilerek bu köprü üzerinden Haliç surlarına saldırı düzenlenmesi mümkün hale gelmiştir.

    II. Mehmed’in zekası ve tarihe olan ilgisi göz önünde bulundurulduğunda, Fatih’in yakın dönem örnekleri olan İznik kuşatması ve Gazi Umur Bey’in seferinden haberdar olarak gemileri karadan taşıma projesini tasarlamış olması muhtemeldir [3]. Grekçe kaynakları okuyan Fatih’in Milattan Önce Yunanistan’da gerçekleşmiş birkaç gemi taşıma olayından da haberdar olmuş bulunması ihtimal dahilindedir. Bu durum “neden tarih bilmeliyiz” sorusuna verilebilecek en iyi yanıtlardan birini teşkil etmektedir.

    Kaynakça

    [1] TURAN, R., ALTINKAYNAK, S. (2023). “İstanbul’un Fethinde Gemilerin Karadan Yürütülmesinin Arka Planı”. Gazi Türkiyat, 32: 1-11.

    [2] İstanbul’un Fethi ve İmam-Zâde Mehemmed Es’ad Efendi’nin Târîh-İ Feth-İ Kostantîniyye’si, Ahmet Sefa ÖZKAYA (Yüksek Lisans Tezi)

    [3] Fetih ve Kıyamet 1453, Feridun M. Emecen

  • Anadolu’daki Genetik Türk Mirası: DNA Verileri Işığında Bir İnceleme

    Bu yazıda günümüzde bazı çevrelerin Anadolu’daki Türk varlığının meşruluğunu sorgulamak için öne sürdüğü “Türk diye bir etnisite yoktur” veya “Türkler aslında Müslüman olmuş Rumlardır” gibi bilimsel dayanaktan yoksun iddiaları, DNA testi verilerini kullanarak çürüteceğiz. Türkiye’de millet, ulus, etnisite ve ırk kavramlarının sıkça birbirinin yerine kullanılması konuyu anlamayı zorlaştırmaktadır. Oxford sözlüğün etnisite tanımı şöyledir:

    Genellikle kültür, din, gelenek ve göreneklere dayalı grup kimliğini ifade eder. Bazı bağlamlarda, aşağılayıcı çağrışımları olabilen “ırk” kelimesine eşdeğer “politik olarak doğru” bir terimdir [1].

    Etnisite kavramının bu tanımı doğrultusunda, bu olgu çok boyutlu bir yapıya sahiptir. Etnisite; din, dil ve kültürel pratikler gibi sosyal unsurların yanı sıra genetik mirası da kapsayan bir bütündür. Her ne kadar “etnisite” ve biyolojik anlamdaki “ırk” terimleri birebir aynı anlama gelmese de bu iki kavram arasında belirli bir kesişim alanı mevcuttur. 20. yüzyılın başlarında Türkçülük hareketinin önde gelen düşünürleri Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi isimler, “ırk” terimini bugünkü “etnisite” kavramına benzer bir anlamda kullanmışlardır.

    Sayısal veriler ve DNA testlerinin incelenmesine geçmeden önce altı çizilmesi gereken en temel husus, dünya üzerindeki hiçbir milletin genetik açıdan homojen veya “saf” olmadığı gerçeğidir. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan göçler, savaşlar, kültürlerarası evlilikler, ticaret ilişkileri ve diğer sosyal etkileşimler neticesinde tüm insan toplulukları genetik olarak sürekli bir karışım sürecine tabi olmuştur. Evrimsel perspektiften bakıldığında, bir insan topluluğunun gen havuzundaki çeşitlilik, o topluluğun hayatta kalma potansiyelini ve değişen çevresel koşullara adaptasyon yeteneğini artırmış, aynı zamanda zararlı genetik mutasyonların olumsuz etkilerini sınırlandırmıştır. Bu bağlamda genetik çeşitlilik, toplumların evrimsel süreçteki dayanıklılığına katkı sağlayan bir avantaj olarak değerlendirilmelidir. Günümüzde varlığını sürdüren dünya milletlerinin tamamı, istisnasız olarak belirli bir etnogenez süreci sonucunda şekillenmiştir. Bu noktada “etnogenez” kavramının tanımlanması, konunun daha iyi anlaşılması açısından önem taşımaktadır:

    Etnogenez, yeni etnik grupların nasıl oluştuğunu araştırır. Göç, evlilik, kültürel değişim ve dil kullanımı gibi çeşitli faktörleri içeren karmaşık bir süreçtir [2].

    Alman, İngiliz veya Rus gibi bütün büyük milletlerin tarihi, etnogenez süreçleri neticesinde şekillenmiştir. Bu gerçek, hiçbir modern milleti “devşirme” veya “yapay” kılmaz. Etnik grupların oluşumunda fetih dinamikleri önemli bir rol oynamıştır. Bu tür durumlarda, egemen/fatih grubun diğer topluluklara uyguladığı siyasi veya ekonomik güç, genellikle fatihlerin kültürel norm ve değerlerinin fethedilen grup tarafından benimsenmesiyle sonuçlanmıştır. Türkler, tarih boyunca “fatih” bir millet olarak öne çıkmıştır. Oğuz Türkmenlerinin 11. yüzyılda Malazgirt Savaşı’yla Anadolu coğrafyasına girmeleri, bu türden bir etnogenez sürecini başlatmıştır. “Anadolu’nun Türkleşmesi” başlıklı 10 yazılık serimizde detaylı olarak incelediğimiz üzere, Anadolu’daki Bizans tebaası Rumlar hızla Türkleşmiş ve Müslümanlaşmıştır. Dolayısıyla bu etnogenez süreci, Türk kimliği ekseninde gerçekleşmiştir. Burada açıklığa kavuşturulması gereken önemli bir nokta, Türkiye’de sıklıkla karıştırılan Rum ve Yunan/Grek kavramlarıdır. “Rum” kelimesi “Romalı” anlamına gelir ve Türkler Anadolu’ya gelmeden önce Doğu Roma’nın (Bizans) tebaasını ifade eder. Ancak Rum, Helen/Grek anlamına gelmez. “Rum” olarak tanımladığımız ve Yunanca konuşan yerli Anadolu halkının büyük çoğunluğu genetik olarak Yunan/Grek değildir. Bu topluluklar, Doğu Roma etkisiyle kültürel olarak Helenleşen ve ana dillerini unutarak Yunanca konuşmaya başlayan, Hattiler, Hititler, Palalar ve Truvalılar gibi kadim Anadolu uygarlıklarının mirasçıları olan topluluklardır. Anadolu Türkleri, Orta Çağ Oğuz Türkmenleri ile Roma vatandaşı olan Anadolu yerlileri arasında 11. ve 15. yüzyıllar arasında tamamlanmış bir etnogenez süreci sonucunda oluşan bir etnik gruptur. Dolayısıyla, günümüzde Anadolu’da yaşayan etnik Türkler üç ana etnogenez süreci sonucunda ortaya çıkmıştır:

    Asya Hunları = Ön Türkler + Sibirya Sakaları

    Orta Çağ Türkleri = Asya Hunları + Orta Asya İranileri

    Anadolu Türkleri = Orta Çağ Türkleri + Anadolu Yerlileri

    Aslında bu üç etnogenez süreci, “Madem siz Türk’sünüz, neden gözleriniz çekik değil?” şeklindeki basitleştirici argümanları temelden çürütmektedir. Geniş Avrasya bozkırlarına yayılmış Türk halklarının batıda kalan bir kolu olan Oğuzlar, Anadolu ve İran’a yerleşmeden önce Hazar Denizi ile Aral Gölü arasındaki bölgede yaşamakta ve burada Oğuz Yabgu Devleti’ni kurmuşlardır. Bu Orta Çağ Türkleri, Asya Hunları ve Orta Asya bölgesindeki İrani halkların bir etnogenezi sonucunda şekillenmişti. Bu durum, onların halihazırda önemli ölçüde Batı Avrasya genetik mirasını taşıdıklarını göstermektedir. Dolayısıyla, Oğuzların yaklaşık bin yıl önce Anadolu’ya geldiklerinde, Yakutlar veya Sakalar gibi belirgin Doğu Asya fenotipine sahip Türk halklarından ziyade, günümüzdeki Özbek veya Türkmenlere benzer fiziksel özellikler taşıdıkları tahmin edilebilir. Oğuzların ataları olan Hunların, Orta Asya’daki Hint-Avrupa topluluklarıyla etkileşime girerek milattan önce bile Batı Avrasya genetik mirasını taşıdıkları genetik verilerle desteklenmektedir. Nitekim II. Murad döneminde yaşamış olan Yazıcıoğlu Ali’nin 15. yüzyılda kaleme aldığı, Oğuz boyları, Selçuklular, İlhanlılar ve Osmanlıların kuruluşunu anlatan “Tevarih-i Ali Selçuk” (Selçukname ya da Oğuzname) adlı eserinde şu ifadeler yer almaktadır:

    “…..ravîler rivayet ederler ki, Oğuz kavmi Türkistan’dayken şekilleri Moğol çehre idi ve lehçeleri dahi onlara yakın idi, çün İran zemin ve Rûm ve Şama geldiler şekiller Tacik çehre ve dilleri revân ve yumuşak oldı idiler.” [3]

    Görüldüğü üzere Oğuzların fenotipleri ve konuştukları Türkçe Horasan ve Anadolu’ya girişle beraber değişmiştir. Öncesinde Moğollara benzetilmeleri daha çekik gözlere sahip olduklarını göstermektedir.

    DNA Testi Nasıl Yaptırılır?

    Günümüzde MyHeritage, 23andMe veya FamilyTreeDNA gibi şirketler aracılığıyla DNA testi yaptırabilir ve elde ettiğiniz ham DNA verilerinizi ikincil analiz platformlarına yükleyerek genetik haritanızı çıkarabilirsiniz. (Not: Şu an Türkiye’den küresel çapta DNA testi hizmeti alabileceğiniz tek şirket, mevcut gümrük düzenlemeleri nedeniyle FamilyTreeDNA’dır.)

    Ham DNA verilerinizi IllustrativeDNA sitesine yüklediğinizde, “periodical ancient ancestry breakdown” (dönemsel antik soy dökümü) metoduyla farklı tarihsel dönemlerdeki insan topluluklarını referans alarak genetik yapınızı modelleyebilirsiniz. Alternatif olarak, verilerinizi GEDmatch platformuna aktarırsanız, “admixture analysis” (karışım analizi) yöntemiyle DNA’nızı dünyanın çeşitli bölgelerindeki referans popülasyonlarıyla karşılaştırarak genetik kökeninizi analiz edebilirsiniz. Bu süreci, bileşenleri farklı ata popülasyonları olan genetik yapımızın bir tarifini oluşturmak olarak düşünebiliriz. Türk genetik yapısının analizi için en uygun hesaplama yöntemi, GEDmatch platformunda bulunan Dodecad K12b testidir. Bu hesaplayıcı, genetik mirasınızın detaylı bir şekilde incelenebilmesi amacıyla seçilmiş 12 modern popülasyonu referans olarak kullanmaktadır. DNA’nız bu 12 referans popülasyonla karşılaştırılır ve değerlendirme yapılır. Bu 12 referans popülasyon şunlardır:

    1) Sibiryalı (Siberian): Sibirya’ya özgü yerli halkları kapsar.

    2) Kuzeybatı Afrikalı (Northwest African): Mağrip bölgesindeki Berberiler, Araplar ve Tuareg halkları bu gruba dahildir.

    3) Güneydoğu Asyalı (Southeast Asian): Tayland, Vietnam, Malezya ve çevre ülkelerden gelen çeşitli halkları içerir.

    4) Atlantik Akdenizli (Atlantic Med): Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’nun harmanlandığı Akdeniz çevresindeki nüfusları kapsar.

    5) Kuzey Avrupalı (North European): İskandinavya, Britanya Adaları ve Orta Avrupa’nın bazı bölgelerini kapsar.

    6) Güney Asyalı (South Asian): Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve çevre ülkelerin halklarını içerir.

    7) Doğu Afrikalı (East African): Kenya, Tanzanya ve Etiyopya gibi ülkelerin halklarını kapsar.

    8) Güneybatı Asyalı (Southwest Asian): Arap Yarımadası ve çevresindeki bölgelerden gelen halkları içerir.

    9) Doğu Asyalı (East Asian): Çin, Japonya, Kore ve Moğolistan’ı kapsar.

    10) Kafkasyalı (Caucasus): Kafkasya bölgesinden çeşitli halkları içerir. Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan bu gruba dahildir.

    11) Sahra Altı Afrikalı (Sub-Saharan): Sahra Çölü’nün güneyindeki Afrika nüfuslarını temsil eder. Kuzey Afrika hariç tutulur.

    12) Gedrosia: Günümüz İran ve Pakistan’ının bazı bölgelerini kapsayan antik bir bölgedir.

    En ekonomik DNA testleri genellikle otozomal DNA verisi sağlarken, daha detaylı bilgiler için Y-DNA ve mtDNA (mitokondriyal DNA) analizlerini içeren daha kapsamlı testler tercih edilebilir. Otozomal DNA hem anne hem de baba tarafından gelen tüm ataların genetik bilgisini taşıdığından, eğer kişinin soyunda çok farklı coğrafyalardan gelen atalar varsa, tek başına fazla bilgi vermeyebilir. Kromozomlarla aktarılan otozomal DNA ve Y-DNA’nın aksine, mtDNA annenin mitokondrisinden çocuğa geçtiği için, yalnızca anne soyunun (anne, annenin annesi, annenin annesinin annesi gibi) takip edilmesine olanak tanır. Ancak mtDNA sonuçlarının sağlıklı yorumlanabilmesi için bu alanda daha fazla bilimsel araştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Sadece baba soyundan (baba, babanın babası, babanın babasının babası şeklinde) aktarılan Y-DNA ise bize daha spesifik ve önemli bilgiler sunar. Y-DNA, nesiller boyunca daha az değişime uğrayan, uzun soluklu ata bağlantılarını ortaya çıkarabilmektedir. Örneğin, günümüz Anadolu gen havuzunu incelediğimizde, Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya daha önce bu bölgede hiç görülmemiş veya çok nadir rastlanan Y-DNA haplogruplarını getirdiklerini görmekteyiz. Bu Türklerin Anadolu’daki yerli nüfustan ayrı bir etnik grup olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

    Figür 1: Otozomal DNA, Y-DNA ve mtDNA karşılaştırması

    Günümüz DNA test şirketlerinin karşılaştığı en büyük eksiği, Türkiye Türklerini doğru bir şekilde modelleyecek yeterli kategori ve referans popülasyonu sunamamalarıdır. Ancak son yıllarda bu alandaki eksikliklerin giderilmesi yönünde ilerlemeler kaydedilmektedir. Bilimsel çalışmalar sonucu elimizde Hun, Göktürk ve Karahanlı dönemlerine ait önemli DNA örnekleri bulunmasına rağmen, Türkiye Türklerinin doğrudan ataları olan Oğuz Türkmenlerine ait yeterli genetik veri henüz mevcut değildir. Gelecekte Oğuz Yabgu Devleti, Selçuklular ve Beylikler döneminden Oğuz Türkmen DNA örneklerinin bulunması durumunda, Anadolu’daki etnik Türk varlığının genetik temelleri daha kapsamlı ve anlamlı bir şekilde açıklanabilecektir.

    Anadolu’daki Genetik Türk Mirası

    Daha önce belirttiğimiz gibi, etnisite yalnızca genetik temellere dayanmamakta, aynı zamanda dil, kültür ve din gibi çeşitli faktörlerle de şekillenmektedir. Türklük kimliği, tüm bu faktörlerin tamamen veya büyük ölçüde kesiştiği bir bütünlüğü temsil etmektedir. Etnik Türklük, özünde ananevi bir bilinç meselesidir. Bu bilinç, kişinin aile ve ata mirası üzerinden kendisini Türk olarak bilmesi ve Yörük, Manav, Çepni, Türkmen, Avşar gibi Türklüğün çeşitli alt kollarından birine ait olduğunu bilmesi şeklinde tezahür eder.

    Genetik veriler incelendiğinde, DNA test sonuçları Anadolu Türklerinin genetik profilinin kendine özgü olduğunu ve Anadolu ile İran’da bulunan diğer yerli etnik gruplardan belirgin şekilde ayrıldığını göstermektedir. Türkleri diğer etnik gruplardan ayıran en önemli genetik bileşen, Türkistan’dan getirilen Doğu Avrasya (DA) mirasıdır. Daha önce bahsettiğim GEDmatch Dodecad K12b testinde 12 referans popülasyon bulunmaktadır. Doğu Avrasya mirası, bu 12 popülasyonun 3’ünü oluşturan Doğu Asya, Güneydoğu Asya ve Sibirya oranlarının toplamından elde edilir. Türkiye’deki diğer etnik gruplarda Doğu Avrasya mirası neredeyse sıfıra yakın değerler gösterirken, etnik Türklerde bu oran ortalama olarak %10 civarında seyretmektedir. Ancak bu değer, bölgesel olarak belirgin farklılıklar gösterebilmektedir. 1500 yılına tarihlenen iki Osmanlı Türkü’nün DNA analizi sonucunda, Doğu Avrasya oranı ortalama %32.5 olarak tespit edilmiştir [5]. DA oranının yaklaşık üç katının, Orta Çağ Oğuz mirasını yansıttığı kabul edilirse, günümüz Türkiye Türklerinin ortalama %30 civarında Malazgirt’te zafer kazanmış atalarının genetik mirasını taşıdığı söylenebilir. Türkiye’de kendini atadan dededen Türk bilen neredeyse herkesin genetik kalıtımında, az ya da çok orta çağ Türk mirası görülmektedir. Ortalama değerler göz önüne alındığında, Anadolu Türklerinin taşıdığı Orta Asya Türk mirası, modern Avrupa milletlerinin Orta Çağ’daki atalarından taşıdıkları mirastan daha fazladır. Figür 2’deki verilere göre, bir Aydın Türkü Orta Çağ Türk atalarından %35.4 oranında genetik miras taşırken, bir İngiliz Batı Germen Anglosakson atalarından %24.8, bir Alman ise Germen atalarından %30.2 oranında genetik miras taşımaktadır.

    Figür 2: Türk, Alman ve İngiliz örneklerinde orta çağ ata mirası

    “Turkish DNA Project” girişiminin topladığı DNA test sonuçlarını temel alan Figür 3, Türkiye’deki etnik Türklerin il bazında ortalama Doğu Avrasya genetik mirası yüzdelerini ve bu hesaplamalarda kullanılan örnek sayılarını göstermektedir. Bazı illerde sınırlı sayıda örnek bulunmasına rağmen, toplam örnek sayısı (977) bilimsel bir yayında kullanılabilecek yeterlikte bir veri setidir. Burada önemli bir ayrıma dikkat çekmek gerekir: Doğu Avrasya oranı, Orta Asya oranıyla karıştırılmamalıdır. Orta Asya’daki Orta Çağ Türk örnekleri, Batı Avrasyalı ve Doğu Avrasyalı bileşenlerden oluşan karma bir genetik yapıya sahiptir. Verilere göre, Akdeniz ve Ege kıyısındaki illerde Doğu Avrasya genetik katkısı yaklaşık %15 seviyesindeyken, Anadolu’nun iç kesimlerine doğru ilerledikçe bu oran %8’e kadar gerilemektedir. Doğu Karadeniz bölgesi özelinde ise daha belirgin bir farklılaşma gözlemlenmektedir. Giresun’un kuzeyinde bu oran yaklaşık %15 civarındayken, Trabzon, Rize ve Artvin illerinde dikkat çekici bir azalma görülmekte ve oran %1’in altına kadar düşmektedir. Bu genetik veriler, bölgede açık bir sınır hattının varlığını ortaya koymaktadır: Bu sınır Gümüşhane’nin Kürtün ilçesinden başlayarak Trabzon’un Şalpazarı ve Beşikdüzü ilçelerine kadar uzanmaktadır.

    Figür 3: Türkiye’deki etnik Türklerde Doğu Avrasya (DA) oranı

    Karşılaştırma yapmak için Figür 3’e Karahanlı, Hun ve Göktürkler gibi eski Türklerden alınmış verilerin eklenmesiyle Figür 4 hazırlanmıştır. 5. yüzyıldan bir Avrupa Hun örneği %23 Doğu Avrasya genetik bileşenine sahipken, Göktürk örneklerinde bu oran %40’a, 10. yüzyıl Karahanlı örneğinde ise %50’ye yaklaşmaktadır. Günümüzde Türkistan bölgesinde yaşayan Türkmen topluluklarının örnekleri de Türkiye ortalamasından daha yüksek Doğu Avrasya oranları sergilemektedir. Bu karşılaştırmalar açıkça göstermektedir ki, Oğuz Türklerinin Anadolu’daki Roma tebaasıyla gerçekleştirdiği etnogenez süreci sonucunda, Doğu Avrasya genetik miraslarında belirli bir azalma meydana gelmiştir. Bu genetik değişim, tarihsel göç ve kültürel etkileşim süreçlerini destekleyen biyolojik kanıtlar sunmaktadır.

    Figür 4: Türkiye’deki etnik Türklerde Doğu Avrasya (DA) oranı ve orta çağ Türkleriyle kıyaslaması

    Figür 5, Balkan, Anadolu ve Azerbaycan Türklerini kapsayan tahmini Orta Çağ Oğuz mirası oranlarını gösteren bir çalışmayı temsil etmektedir. Bu genetik veriler, bölgesel dağılım açısından önemli bilgiler sunmaktadır. Verilere göre, Anadolu genelinde ortalama %30 civarında bir Oğuz Türkmen genetik mirası tespit edilirken, belirli bölgelerde bu oran çok daha yüksek seviyelere ulaşmaktadır. Özellikle Bolu’da, Giresun’daki Çepni Türkmenleri arasında, Güney Toroslar’da ve Menteşe yöresindeki Yörük topluluklarında bu oran %50’nin üzerine çıkmaktadır. Bu genetik bulgular aynı zamanda, Ermeniler ve Farslar tarafından sıklıkla Türk kimliği sorgulanan Azerbaycan Türklerinin, Kafkasya ve İran’daki diğer etnik gruplardan genetik olarak ayrı bir topluluk olduğunu bilimsel verilerle teyit etmektedir. Bu durum, Azerbaycan Türklerinin özgün etnik kimliklerini destekleyen önemli bir kanıt niteliğindedir.

    Figür 5: Tahmini orta çap Oğuz Mirası Haritası

    Figür 6, 7 ve 8, Mersin, Antalya ve Giresun illerinden alınan üç Türk DNA örneğinin genetik analizini göstermektedir. Analiz, bu örneklerin hangi referans popülasyonlara genetik yakınlık gösterdiğini, taşıdıkları Doğu Avrasya mirası oranlarını ve hangi Orta Çağ topluluklarıyla modellendiğini ortaya koymaktadır. Verilere göre, Mersin, Antalya ve Giresun’dan alınan Türk örnekleri Anadolu’daki diğer Türk popülasyonlarına genetik yakınlık göstermektedir. Bu örnekler sırasıyla %15.8, %14.2 ve %15.8 oranlarında Doğu Avrasya genetik mirası taşımaktadır. Bu üç örneğin genetik yapısı, yaklaşık %40 Orta Çağ Türk ve %60 Orta Çağ Roma (Doğu Roma/Bizans) tebaası şeklinde modellenmiştir. Bu modelleme, Anadolu’da gerçekleşen tarihi etnogenez sürecinin genetik düzeyde somut bir örneğini sunmaktadır. Bu bulgular, Anadolu Türklerinin genetik yapısının, Orta Çağ’da Orta Asya’dan gelen Oğuz Türkleri ile bölgedeki yerli Doğu Roma tebaası arasındaki etkileşimin bir sonucu olduğunu, bilimsel verilerle desteklemektedir.

    Figür 6: Mersin Türk’ü genetik karışım ve yakınlık örneği
    Figür 7: Antalya Türk’ü genetik karışım ve yakınlık örneği
    Figür 8: Giresun Türk’ü genetik karışım ve yakınlık örneği

    Anadolu’daki Rumların Helen/Grek kökenli olmadığı, aksine Helenleşmiş yerli Anadolu nüfusu olduğu iddiasını destekleyen güçlü genetik kanıtlar, Figür 9’da üç Anadolu Rum’unun DNA analizinde açıkça görülmektedir.

    Figür: 9 Anadolu Rum DNA modellemesi [4]

    Orta Anadolu, Kapadokya ve Pontus bölgelerinden alınan üç Rum DNA örneği modellendiğinde, genetik yapılarında “Antik Yunan” bileşeni hiç referans alınmamıştır. Bu Rum örnekleri, ağırlıklı olarak Bronz Çağı yerli Anadolu ve Kura-Araxes (Kafkasya) örnekleriyle modellenmiştir. Orta Anadolu ve Kapadokya Rumlarında tespit edilen yaklaşık %9’luk bozkır genetik mirasının, Anadolu’ya Uzak Asya’dan gelen ve “Ön-Helenler” olarak nitelendirebileceğimiz Hint-Avrupa halklarının etkisinden kaynaklanması muhtemeldir. Figür 10’da gösterilen, Bizans döneminde Çorum bölgesinden alınan bir Rum DNA örneği, anakara Yunanistan’daki Yunanlara genetik olarak daha uzak, buna karşılık Anadolu’daki diğer Rum ve Ermeni örneklerine daha yakın bir profil sergilemektedir. Bu örneğin genetik modellemesinde sadece %0.4 gibi çok düşük bir oranda antik Yunan bileşeni tespit edilmiştir. Bu genetik bulgular, Anadolu Rumlarının çok az miktarda Grek genetik mirası taşıdıklarını ve esasen kültürel olarak Helenleşmiş/Grekleşmiş Anadolu yerlileri olduklarını bilimsel olarak doğrulamaktadır.

    Figür 10: Bizans dönemi Çorum Rum’u genetik karışım ve yakınlık örneği

    Figür 11’daki PCA grafiği Türklerin genetik profilinin nasıl Orta Çağ Türkleri ile Anadolu yerlileri arasında bir kümelenme oluşturduğunu açıkça göstermektedir. Grafikte, Türkistan Türkmenlerinin genetik olarak Anadolu Türkleri ile Orta Çağ Türkleri arasında bir konumda yer aldığı, Özbeklerin ise Orta Çağ Türklerine biraz daha yakın bir genetik profil sergilediği görülmektedir. Dikkat çeken önemli bir bulgu, Türkiye Türkleri ile Azerbaycan Türklerinin genetik yakınlığının bir kesişim oluşturacak kadar fazla olmasıdır. Bu genetik yakınlık, bu iki Türk topluluğu arasındaki tarihsel ve kültürel bağları destekleyen biyolojik bir kanıt sunmaktadır. PCA grafiğinde ayrıca, Trabzon bölgesindeki Türklerin Laz, Ermeni ve Rum popülasyonlarıyla, Erzurum bölgesindeki Türklerin ise Ermeni, Kürt ve Azerbaycan Türkleriyle yakın genetik kümelenmeler gösterdiği tespit edilmiştir. Bu genetik kümelenmeler, coğrafi komşuluk ilişkileri ve tarihsel etkileşimlerle tutarlılık göstermektedir.

    Figür 11: Genetik olarak farklı etnik grupların nasıl kümelendiğini gösteren PCA grafiği [6]

    Sonuç olarak, Türkiye Türklerinin ortaya çıkışı, bir “elit yönetici sınıfın” baskınlığıyla açıklanamaz. Anadolu’daki Türk varlığı, yalnızca küçük bir savaşçı zümrenin gelip tüm bölgeye kendi dilini ve kültürünü dayatması şeklinde basitleştirilemez. Tarihsel kayıtların, özellikle Roma/Bizans kaynaklarının da doğruladığı üzere, Malazgirt Zaferi sonrasında Anadolu’ya önemli miktarda Türkmen nüfusu göç etmiştir. Bu Oğuz toplulukları hem kültürel ve dilsel açıdan hem de genetik bakımdan bölgeyi derinden etkilemiş ve dönüştürmüştür. Güncel genetik araştırmalardan elde edilen veriler, günümüz Anadolu Türklerinin kayda değer bir oranda Orta Asya kökenli Oğuz Türkmen genetik mirası taşıdıklarını bilimsel olarak ortaya koymaktadır. Bu genetik bulgular, Anadolu Türklerinin tartışmasız bir şekilde etnik olarak Türk kimliğine sahip olduklarını doğrulamaktadır. Anadolu’daki Türk varlığı hem kültürel hem de biyolojik sürekliliği olan, tarihsel temellere dayanan bir gerçektir.

    Kaynakça

    [1] Oxford Sözlük

    [2] https://anthropologyreview.org/anthropology-glossary-of-terms/ethnogenesis-the-formation-of-new-ethnic-groups/

    [3] Tarih Objektifinde Hz. Peygamberin Hadisleri ve Türkler, Zekeriya Kitapçı https://belleten.gov.tr/tam-metin/1843/tur

    [4] https://x.com/denizcan_dede/status/1359070324348887042 (Turkish DNA project üyesi)

    [5] The first horse herders and the impact of early Bronze Age steppe expansions into Asia

    [6] https://x.com/denizcan_dede/status/1892883196431224998 (Turkish DNA project üyesi)

  • Orta Anadolu’da bir Yörük Türkmen Aşireti: Boynuinceliler

    Günümüzde bir kısmı Kırşehir ve Aksaray’da Kızılırmak çevresindeki köylerde yasayan Boynuinceli Yörüklerinin Danişmentli cemaatine bağlı Devedamı köyünden biri olarak, bu yazıda hem anne hem baba tarafından nesillerdir mensubu olduğum bu Türkmen aşiretinden ve köyümden bahsetmek istedim.

    1500 yılına ait belgelerde Karaman Vilayetinin Aksaray kazasına bağlı bir mezra olarak gecen Devedamı, Heydenle Yörüklerinin yurdu olarak belirtilmiştir [4]. 1521 yılında ise Dündarlı Yörüklerinin yurdudur.

    Devedamı köyünde, Aksaray Sancağı Eyyüb-ili Nâhiyesi’ne bağlı şekilde 1584 yılında belgelerdeki “Yörük Dündarlu cemaati temekkün itmekle (yerleşmek) karye (köy) olmuştur” ifadesinden de anlaşıldığı gibi yarı göçebe Dündarlı Yörüklerinin iskânıyla mezradan köy statüsüne kavuşmuştur [2, 4]. Dündarlı Yörükleri, Oğuzların Eymür boyundandır [4].

    Aynı yılın belgelerinde, Devedamı’nda Eymür boyundan Yüzdeciyan Yörüklerinin de olduğu gözükmektedir. İsimlerindeki “yüz” kelimesi, ödedikleri ağnam (koyun) vergisine bir gönderme olup, her yüz koyun için bir koyun vergisi anlamına geliyordu [5]. 

    Günümüzde Anadolu’da başlıca İç Anadolu ile Güney Anadolu’da dağınık şekilde yasayan Boynuinceli Yörüklerinin, hala yaylak ve kışlak kullanarak yarı konar göçer hayata devam eden ve Mersin Erdemli bölgesinde (özellikle Narlıkuyu-Arpaçbahşiş kasabaları arasındaki sahil kesiminde) yaşayan kısmı dışında tamamen yerleşik olduğunu görmekteyiz. Bu bölgede yaşayanlar Orta Anadolu’dan göçmüşlerdir.

    Boynuinceliler, Kızılırmak’ın her iki tarafında, Seyfe Gölü ile Tuz Gölü arasındaki sahada meskun bir aşirettir [1]. 19. yüzyılda Aksaray ve Kırşehir sahasında en fazla nüfusa sahip konar-göçer menşeli aşirettir. Aşiret, 18 cemaatten oluşmaktaydı. Aşirete ismini veren Danişmentli Beyliği, 1071 Malazgirt zaferi sonrası Sultan Alparslan’ın komutanlarından biri olan Danişment Gazi tarafından kurulmuş ve 1071-1178 yılları arasında Sivas-Tokat-Kayseri-Malatya sahasında hakimiyet kurmuştur. Beyliğin Anadolu Selçuklu hakimiyetine girmesiyle beyliğin bakiyeleri olan Danişmentli Aşireti Anadolu’nun farklı yerlerine yayılmıştır. Kaynaklar Danişmentli Türkmenlerinin 16. yy. sonlarına doğru Orta Anadolu’ya kaydıklarını göstermektedir:

    1582 tahririnde Kayseri’de görülmektedirler. Kayseri’de görülen bu tayfa, buraya şark tarafından gelmiş olup, Suriye’de kışlamakta, Kayseri dolaylarında da yaylamaktaydı. Vergi veren 2673 kişi ile Danişmendli Cemaati önemli bir nüfus büyüklüğüne sahiptir [1].

    1582’de Bozulus, Dulkadirli, Yeniil ve Bozok Türkmenlerinden birçok aşiret mensubu, Danişmentli Türkmenleri çatısı altında toplanmış ve bu yapı “Danışmendli Kazası” olarak anılmaya başlamıştır. 1600’lerin başında ise, Danışmendli toplulukları Suriye’de kışlamayı bırakarak Anadolu’da kışlamaya başlamışlardır:

    “Danişmendli ve Boynuinceli ve Kürd Mihmadlı ve Kulak nam cemaat ve sairleri kadimü’l-eyyamdan yazın Rum’da yaylayıp ve eyyam-ı şita irişdikde Şam Eyaletlerinde vâki olan mahallerde kışlayub reaya ve berayaya ta’addi itmezler iken birkaç seneden berü olıgelene muhalif ve eyalet-i Rum’da kışlayıp…” [1] – Orijinal kaynak

    “Danışmendli, Boynuinceli, Kürd Mihmadlı ve Kulak adındaki cemaatler ve diğerleri, eski zamanlardan beri yazın Rum (Anadolu) bölgesinde yaylaya çıkarlar, kış mevsimi geldiğinde Şam Eyaleti’nde bulunan yerlerde kışlar ve reaya (köylüler) ile halka zarar vermezlerdi. Ancak birkaç yıldır bu düzene aykırı olarak Rum Eyaleti’nde kışlamaya başlamışlardır.” – Günümüz Türkçe karşılığı

    Danışmendli Kazası altında bulunan aşiret ve cemaatler, 1650’lerde henüz Boynuinceli Aşireti adı altında birleşmemişti ve genellikle Kayseri ile Kırşehir arasındaki bölgede yaşamaktaydılar. Örneğin, Danişmentli Türkmenleri arasında yer alan Boynuinceli Aşireti, Develi ve Erciyes kazalarında yaz aylarında yaylamış, Aksaray ve Kırşehir sancaklarında ise kışlamıştır.

    İç Anadolu’da Kırşehir ve Aksaray Sancaklarında yaşayanlar, Kızılırmak’ın sağ ve sol kıyılarına yerleşmişlerdi. Bilhassa Ekecek Dağı’nın kuzey ve doğu yönlerindeki yaylalara yerleşenler, Aksaray Sancağı Eyübeli Kazası’nın sakinlerini oluşturmakla beraber şeri işlerde Danişmentli kadılığına bağlıydılar [3].

    Nihayetinde 1580’lerde Kayseri ve Bozok’ta, 1600’lerin başlarında Ankara bölgesinde görülen Danişmentli Kazası oluşumları, özellikle 1600’lerin ortalarından 1700’lerin ilk çeyreğine kadar olan dönemde, Kırşehir bölgesi üzerinden Aksaray’a kadar yayılma sürecini tamamlamışlardır. Bu dönemlerde Danişmentli konar-göçer teşekkülleri, boy beyi Boynuinceli Aşiretinden çıktığı için Boynuinceli Aşireti adı ile anılmaya başlanmıştır. 1746 tarihli bir belgede gecen cümleler, o tarihte aşiretin hala yaylak kışlak hayatı yaşadığını göstermektedir:

    Türkman taifesinden Danişmendlü ve Hacıahmedlü maa Şeyhlü ve Şereflü ve Boynuincelü cemaatleri reâyâsı öteden berü kışlaklarından yaylaklarına ve yaylaklarından kışlaklarına mürûr u ubûr andan Kesikköprü ve Acıöz ve Divleöyüğü ve Malyanlı mahallerinden mürûr u ubûr idegelmişler iken birkaç seneden berü Kesikköbrü harab bahanesiyle… [1] – Orijinal kaynak

    Türkmen taifesinden Danışmendlü, Hacıahmedlü, Şeyhlü, Şereflü ve Boynuincelü cemaatlerinin reâyâsı (köylüleri), uzun zamandan beri kışlaklarından yaylaklarına, yaylaklarından da kışlaklarına giderken Kesikköprü, Acıöz, Divleöyüğü ve Malyanlı bölgelerinden geçmekteydiler. Ancak birkaç yıldır Kesikköprü’nün harap olduğu bahanesiyle… [1] – Günümüz Türkçe karşılığı

    Boynuinceli Aşireti 1834 yılı ait nüfus defterinde 18 cemaati kapsayan bir cemaat birliğidir. Bu cemaatler nüfus defterindeki sıralamaya göre şunlardır: Büyüksaları, Hacıahmedli, Karacakürd, Kurutlu, Herikli, Boynuinceli, Savcılu, Sıdıklı, Kürdmahmadlı, Küçüksaları, Harbendeli, Kütüklü, Danişmendli, Camili, Bekdik, Dumanlı, Durmuşlu ve Delüler.

    Danışmendli Cemaati: Toplam iki köy (Devedamı ile Çiftevi) ve bu köylerde meskûn olan 99 erkek (198 kişilik) nüfusa sahiptir. Cemaate ait köyler günümüzde Ortaköy İlçesi’ne bağlı olup, Ortaköy İlçesi’nin kuzeyinden Kızılırmak’a doğru art arda sıralanmaktadır. Devedamı Köyü’nün doğu sınırlarını Kırşehir ili sınırı oluşturmaktadır. [1]

    Osmanlı nüfus ve vergi defterleri, köyüm vasıtasıyla soyumu nasıl 11.yy’da kurulmuş Danişmentli Beyliğinin tebaası olan Danişmentli Türkmenlerine dayandırdığımı göstermektedir. İlginç şekilde, aşirete ismini veren Danişmentli ve Boynuinceli cemaatleri zamanla epey küçülerek birkaç köy kadar kalmıştır. Bunun sebebi devletin iskan politikaları, sürekli göçlerle olan ayrılmalar ve aşiretin bölünerek farklı cemaatlere ayrılmasıdır ve bu cemaatler isimlerini kendilerini yöneten beylerden aldıkları için 1582’de 40 cemaatten oluşan bir ana çatı olan Danişmentli Aşireti 1834’te iki köy kadar kalmıştır.

    Bu minvalde meselâ Boynuinceli, Karacakürd ve Hasanlı gibi aşiretlerin eski dönemlerde, meselâ 1500’lerde kendi adları ile mevcut olmadıkları, aksine Danişmendli Türkmenleri içerisinden çıktıkları kabul edilmektedir [1].

    Zamanla (1870’ler civarı) devlet bu konar-göçer menşeli aşiretleri iskân ettirip yerleşik yaşama ve tarıma alıştırarak onları tamamıyla yerleşik halk haline getirmiş, aşiret idari olarak müstakil olma durumunu kaybetmiş ve Boynuinceli ismi Orta Anadolu’da tarihe karışmıştır.

    1725 yılında sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, doğum yeri olan ve küçük bir köy olan Muşkara’nın adını “Yenişehir” anlamına gelen “Nevşehir” olarak değiştirmiş ve çeşitli politikalarla burayı büyütmek istemiştir. Bu nedenle bölgede yasayan aşiretleri oraya iskan ettirmiştir ve Boynuincelilere bağlı bazı oymaklar Nevşehir’e yerleşmiştir. Yıllar içerisinde çeşitli sebeplerden yapılan göçlerle aşiretin bir kısmı Mersin’e kadar inmiştir. Günümüzde Erdemli bölgesinde yasayan ve hala Boynuinceli ismini taşıyan Yörüklerin hikayesi bu şekildedir.

    Kaynakça

    [1] Nüfus Defterleri’ne Göre Boynuincelü Aşireti (1830-1845), Necmettin Aygün

    [2] XVI. Yüzyılda Aksaray Sancağı (1500-1584), Doğan Yörük

    [3] Arpaçbahşiş Kasabası (Mersin-Erdemli) Boynuinceli Yörükleri Ağzı, Halil İbrahim Özden

    [4] Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650) I, Yusuf Halaçoğlu

    [5] The Oghuz Turks Of Anatolia, İlhan Şahin

  • Osmanlı ve Türklük

    Bu yazıda, son yıllarda sıkça gündeme getirilen “Osmanlı İmparatorluğu Türk kimliğini taşımıyordu” veya “Osmanlı devlet yapısı Türk unsurları ikincil konuma itiyordu ya da aşağılıyordu” gibi temelsiz iddiaları çürüteceğiz. Çağdaş Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en önemli sorunlardan biri, tarihin sürekli olarak güncel siyasi gündemler doğrultusunda yorumlanması ve değerlendirilmesidir. Olaylara genellikle siyah-beyaz veya kutuplaştırıcı bir bakış açısıyla yaklaşıldığı için, sadece Osmanlı dönemi değil, Türk tarihinin diğer evreleri de objektif değerlendirilememektedir. Bu bağlamda göz önünde bulundurulması gereken en kritik nokta, Osmanlı döneminin Fransız Devrimi sonrasında gelişen millet, milliyetçilik veya ulus-devlet gibi modern kavramsal çerçeveler ışığında değerlendirilmemesi gerektiğidir. Osmanlı, bir orta çağ imparatorluğudur ve bu bağlam içerisinde ele alınmalıdır.

    Bu Türk azdur deyü etme bahâne (Türk azdır diye bahane bulma)

    Odun bir şu’lesi besdür cihâne (Bir kıvılcım dünyayı yakmaya yeter)

    Suzi Çelebi (15. yy Osmanlı şairi), Gazavatname

    “Osmanlı” terimi, imparatorluğun son dönemleri dışında bir milleti işaret etmemiş, temelde hanedan ismini ifade etmiştir. Selçuklular, Babürlüler veya Safeviler örneğinde olduğu gibi, hanedan soyu devlete adını vermiştir, ancak “Osmanlı Devleti” hiçbir zaman devletin resmi adı olmamıştır. Devletin resmi ismi “Devlet-i Aliyye”, yani “Büyük Devlet”tir. Bununla birlikte, 11. yüzyılın sonlarından itibaren Anadolu coğrafyası tarihi kaynaklarda “Türkiye” olarak adlandırılmış ve bu isimlendirme Osmanlı hakimiyeti döneminde de kullanılmaya devam etmiştir. Batılı kaynaklar devleti genellikle “Türk İmparatorluğu” veya “Türkiye”, Osmanlı sultanlarını da “Türk sultanı” veya “Türk imparatoru” olarak tanımlamıştır. Osmanlı Hanedanı’nın resmi soy kütüğünü, tarihte birçok devletin yaptığı gibi Halifelere veya Cengiz Han’a değil, doğrudan Oğuz Han’a dayandırması, devletin Türk kimliğine atfettiği önemi açıkça göstermektedir. Şehzade Cem’in oğluna “Oğuz Han” ve II. Bayezid’in oğluna “Korkud” adını vermesi, bunun somut örneklerindendir. Aşıkpaşazade gibi erken dönem Osmanlı tarihçilerinin yazdığı kroniklere bakıldığında, Osmanlıların Orta Asya kökenlerinin ve Türk kimliklerinin fazlasıyla bilincinde oldukları görülmektedir. Osmanlı tarihçiliğinde Türklerin övüldüğü çok sayıda örnek bulunmaktadır:

    Tarihçi Aşıkpaşazâde, Süleyman Paşa’yı anlatırken “Devri zaman Türk’ün oldu” demektedir. Hoca Sadeddin, eserinde Osmanlı fetihlerini anlatırken “Türk yiğitleri”, “Zaferleri gölge edinmiş Türk askerleri” gibi ifadelerle Osmanlı ordusunu över. Tarihçi Mehmed Neşrî, eserinde I. Murad’ın Sırp Kralı’nın kendisini savaşa davet ettiğinde hiddetlenerek, “İnşallah ona Türk erliğin gösterem” sözüyle padişahın Türklük’ten gurur duyduğunu ifade eder. Gazavât-ı Sultan Murad isimli eserde ise “Türk askerinin savaşçılığı karşısında, daha önce Türklere karşı ileri geri konuşan kâfirlerin dayanamayıp nasıl kaçtıkları” vurgulanır. Tâcizâde Cafer Çelebi, Fatih dönemindeki Osmanlı askerlerini “Muzaffer Türk ordusu” olarak anar [2].

    Osmanlı sultanlarının Türk kimliğine verdikleri öneme Sultan II. Abdülhamid örneği üzerinden ışık tutulabilir. Türkoloji biliminin kurucularından kabul edilen Wilhelm Radloff, bu alandaki katkıları ve özellikle Orhun yazıtları üzerine gerçekleştirdiği araştırmalar nedeniyle Sultan Abdülhamid tarafından Mecidiye Nişanı ile onurlandırılmıştır. Radloff, 1895 yılında Orhun yazıtlarının çevirisini tamamlayarak ilk kez yayımlayan öncü bilim insanıdır. Bir diğer tanınmış Macar Türkolog Arminius Vambery de Sultan tarafından desteklenmiştir. Vambery, 1878 yılında Türkoloji biliminin en erken eserlerinden biri olan “Türk-Tatar Dillerinin Etimoloji Sözlüğü”nü yayımlamış, Kutadgu Bilig’in bir bölümünü bilim dünyasına tanıtmış ve “Türk” kelimesinin anlamını ilk kez bilimsel metodoloji ile açıklayan araştırmacı olmuştur [5]. Ayrıca Sultan II. Abdülhamid, Macaristan’ın başkenti Peşte’de düzenlenen Turan Kongresi’ne resmi bir heyet göndermiş ve bu heyet, Türkmenlerle Türkler arasındaki bağların etnik ve dilsel ortaklık temelinde güçlendirilmesi yönünde Pan-Turanist çalışmalarda bulunmuştur. Heyetin başkanlığını yürüten Şeyh Süleyman Efendi, bu hizmetleri karşılığında Mecidiye Nişanı ile ödüllendirilmiş ve daha sonra ilk Çağatayca-Osmanlıca sözlüğünü hazırlamıştır [4].

    Osmanlı Türklerin hakim olduğu bir imparatorluktur. Orduda Türklük hakimdir. Yönetici sınıf Türk eğitimi almıştır. Kançılaryanın dili Türkçedir. Milletler arasında Türk dili hakimdir. Harp teknikleri Rönesans kadar Asyai Türk tekniklerine de dayanır. İdarede de temel aktör Türklerdir. İmparatorluğu kuran ve yöneten bir Türk aşiretidir [6].

    Osmanlı hanedanının Oğuz kökenli olduğu bir gerçek olmakla birlikte, spesifik olarak Kayı boyuna mensubiyeti akademik tartışmaların konusu olmuştur. Ancak özellikle son yirmi yılda yayımlanan bilimsel çalışmalar, hanedanın Kayı boyuna bağlı bir Türkmen aşireti olduğu tezini güçlü şekilde desteklemektedir. Hanedanın Kayı boyu bağlantısına dair ilk akademik araştırmalar, Türk tarihçiliğinin önde gelen isimlerinden Fuad Köprülü tarafından gerçekleştirilmiştir. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin kuruluş coğrafyasında bulunan çok sayıda yerleşim yerinin “Kayı” ismini taşıdığını belgelemiştir. Hanedanın Kayı boyundan geldiğine dair çağdaş kanıtlardan biri, Osman Gazi döneminde bastırılan ve üzerinde gerilmiş bir yayı temsil eden “Ѵ” harfi şeklinde tasarlanmış damga bulunan sikkelerdir. Bu numismatik bulgular, Osmanlıların Kayı boyuna mensubiyetlerinin kurucu Osman Gazi ve ilk beş hükümdar tarafından bilindiğini göstermektedir. Osmanlı sultanlarının çeşitli Oğuz-nâme nüshalarından alınan Kayı damgalarını resmi sikkelere işletmeleri, Kayı-Oğuz kimliğinin devlet tarafından resmen vurgulandığını kesin biçimde ortaya koymaktadır [1].

    Figür 1: Kuruluş dönemi sikkelerinde Kayı boyu damgaları [1]

    Devlet mekanizması incelendiğinde, imparatorluğun temel unsurunu Türklerin oluşturduğu açıkça görülmektedir. Sadrazamlar, Reisülküttaplar ve Başdefterdarlar gibi üst düzey idari pozisyonların çoğunlukla etnik Türkler tarafından doldurulduğu tarihsel kayıtlarla sabittir. Ordu ve saray çevrelerinde Türkçe her zaman iletişim dili olarak kullanılmış ve resmi devlet yazışmaları Türkçe olarak gerçekleştirilmiştir. II. Murad saltanatı gibi dönemlerde yürütülen yoğun tercüme faaliyetleri neticesinde Türk dili önemli ölçüde zenginleşmiştir. Mahkemelerinde Arapçanın kullanıldığı diğer İslam devletlerinin aksine, Osmanlı’da adli dil olarak Türkçe benimsenmiştir. Ulema sınıfı da büyük oranda Türklerden oluşmuştur. Türkiye’nin ilk anayasası olarak kabul edilen ve 23 Aralık 1876 tarihinde yürürlüğe giren Kanun-i Esasi’de devletin resmi dilinin Türkçe olarak tescil edilmesi, devletin Türk diline atfettiği önemin açık bir göstergesidir.

    Tebaai Osmaniyenin hidematı devlette istihdam olunmak için devletin lisanı resmisi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır. (Kanun-ı Esasi 18. Madde)

    Figür 2: Osmanlı devlet adamlarının etnik dağılımları [3]

    “Algılaması güç Türk” anlamına gelen ve Osmanlı döneminde kullanılan “Etrâk-ı bî-idrak” ifadesi, günümüzde yaygın bir yanlış anlaşılmaya yol açmıştır. Bu ifade, etnik Türk kimliğine yönelik genel bir aşağılama olmayıp, sosyolojik bağlamda değerlendirilmesi gereken bir kavramdır. Söz konusu tabir, devlet otoritesini tanımayan, yerleşik hayata geçmeyi ve vergi yükümlülüklerini reddeden göçebe Türkmen topluluklarına yönelik kullanılmıştır. Osmanlı idari literatüründe “Etrâk-ı bî-idrak” benzeri aşağılayıcı nitelendirmeler, Arnavut, Arap ve Kürt gibi diğer etnik gruplar için de mevcuttur. Göçebe Arap toplulukları için “Arab-ı bed-fial” (kötü davranışlı Arap), “Arab-ı bed-rey” (kötü düşünceli Arap), “Arab-ı Şekavet-şiar” (eşkıyalığı alışkanlık haline getirmiş Arap) gibi benzer ifadelere rastlanmaktadır [2]. Bu bağlamda unutulmaması gereken husus, aşiret veya konfederasyon gibi göçebe organizasyonlarla istikrarlı ve sürdürülebilir bir devlet düzeni kurmanın güçlüğüdür. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu, kendinden önceki Türk devletlerine kıyasla çok daha merkeziyetçi bir idari yapı geliştirmiştir. Osmanlı’nın bu merkezileşmiş yönetim anlayışı, devletin altı asır boyunca varlığını sürdürmesini sağlayan temel faktörlerden biridir. Türkmen aşiretlerinin desteğiyle İran’da hakimiyeti ele geçiren Safevi Devleti, bu aşiretler üzerinde Osmanlı kadar güçlü bir merkezi kontrol kuramamış, bu nedenle Osmanlı kadar uzun ömürlü olamamıştır. Benzer şekilde, Türkmen aşiret konfederasyonları temelinde örgütlenen Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletleri de kısa süreli siyasi oluşumlar olarak tarih sahnesinde yer almıştır.

    Cumhuriyet döneminde birçok kurumun Osmanlı’dan devralınıp sürdürülmesi, yapılan devrimlerin başarısına önemli katkı sağlamıştır. Günümüzde “Osmanlı Türkleri ezdi” şeklinde yorumlar yapan kesimler, savundukları cumhuriyet rejiminin başarısının bir bölümünü bu devlet anlayışına borçludur. Ele alınması gereken bir diğer iddia ise Osmanlı’nın Anadolu’ya yatırım yapmadığı ve önem vermediği yönündeki değerlendirmelerdir. Bu konuda vurgulanması gereken en önemli nokta, vatan sınırlarını bugünkü Anadolu merkezli Türkiye coğrafyasına göre değerlendirmeme gerekliliğidir. Türkler, Balkanlar’daki tarihi anavatanlarını kaybetmiştir. Üsküp Kütahya’dan, Filibe Kayseri’den, Selanik Konya’dan daha önce Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Trabzon 1461’de Türk toprağı olduğunda, Osmanlı sınırları çoktan Macaristan içlerine ve Adriyatik kıyılarına ulaşmıştı. Bu tarihsel bağlamda, Osmanlı döneminde Rumeli ve Anadolu arasında idari ve stratejik açıdan önemli bir ayrım bulunmamaktaydı. Devletin temel felsefesi Türk töresini ve İslam’ı dünyaya yayarak “nizam-ı âlem” düzenini tesis etmek olduğundan, Balkan topraklarına yönelik stratejik odaklanma son derece doğaldı. Gaza politikası, Osmanlı için temel itici güç olmuştur. Anadolu, 1071 Malazgirt zaferinden sonra hızlı bir Türkleşme ve İslamlaşma sürecine girmiştir. Selçuklu ve Beylikler döneminde hanlar, hamamlar, camiler, medreseler ve kervansaraylarla imar edilmiş; güvenli ticaret yolları oluşturularak Bizans döneminde büyük ölçüde tahrip olmuş Anadolu, Türkler tarafından yeniden canlandırılmıştır. Halihazırda ihya edilmiş Anadolu’yu Osmanlı da benzer şekilde geliştirmiştir. Osmanlı hakimiyetinde Anadolu’da Manisa ve Amasya gibi önemli şehirler gelişmiştir. Orta Çağ devletlerinin kapasiteleri ve dönemin teknolojik sınırlılıkları göz önüne alındığında, daha fazla yatırım beklemek gerçekçi olmayacaktır. Anadolu’nun dağlık coğrafi yapısı ticaret olanaklarını kısıtlamış, Rumeli’nin verimli toprakları ise ekonomisi büyük oranda tarıma dayalı Osmanlı için Balkanları daha stratejik hale getirmiştir. Unutulmamalıdır ki, Anadolu, Çukurova ve benzeri birkaç bölge dışında tarımsal üretim açısından sınırlı verimliliğe sahiptir. Dolayısıyla, Osmanlı’nın bu politikasının etnik bir temeli olmayıp, tamamen siyasi ve ekonomik nedenlere dayandığı anlaşılmaktadır. Modern dönemlere gelindiğinde ise, Anadolu’nun her yerinde açılan rüştiyeler (ortaokullar), devletin Anadolu’ya karşı olumsuz bir tutumunun olmadığını göstermektedir. Aksine, 1900’lerin başında opera binası bulunan Trabzon’da günümüzde opera binasının olmaması, yapılan eleştirilerin haksızlığını ortaya koymaktadır. Ali Orhun’un derlediği Anadolu’daki Osmanlı eserlerinden 1000 örnek, “Osmanlı Anadolu’ya bir çivi bile çakmadı” gibi temelsiz iddiaları tamamen çürütmektedir [7]. Niğde örneği üzerinden Osmanlı’nın Anadolu’ya katkısını aşağıdaki örnekte görebiliriz:

    Figür 3: Niğde’deki tarihi yapıların hakim devlete göre sınıflandırılması [3]

    Görüldüğü üzere, Osmanlı Devleti her yönüyle bir Türk devleti özelliği taşımakta olup, Türk tebaasına karşı iddia edildiği gibi olumsuz bir tutum sergilememiştir. Devlet, tarihi süreç içerisinde Türk kimliğini hiçbir zaman yitirmemiştir. Türk milletinin yeniden küresel ölçekte etkin bir konuma yükselmesi, tarihiyle olan ihtilaflarını sonlandırıp tarihsel mirasını bütünüyle benimsemesiyle mümkün olacaktır.

    Kaynakça

    [1] Osmanlı “Kayı” Menşeinin Yeni Tarihî ve Nümizmatik Kanıtları, Hakan Yılmaz

    [2] Osmanlı Türklüğüyle iftihar ederdi, Erhan Afyoncu

    [3] Osmanlıda Türk ve Türklük Bilinci: İftiralara Cevaplar, Göktuğ Gürbüz

    [4] Şeyh Süleyman Efendi ve “Lugat-i Çağatay ve Türkî-i Osmânî”ye tanık olarak katkıları, Sevda Kaman

    [5] Sultan II. Abdülhamit’in Sarayında Bir Oryantalist Arminius Vambery ve Türkiye’deki Reformlarla İlgili Verdiği Bir Konferans, Bülent Atalay

    [6] Türklerin Tarihi 2: Anadolu’nun Bozkırlarından Avrupa’nın İçlerine, İlber Ortaylı

    [7] Anadolu’da 1000 Osmanlı Eseri, Ali Orhun

  • Türk Güncesi 101: Türk Modernleşmesi, Ulus-Devlet, Türkçülük ve Kemalizm

    Giriş

    Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılına girdiği bu süreçte, post-modern dünya düzeninin yeniden şekillendiği konjonktürde ülkenin uluslararası arenadaki konumunu güçlendirmesi ve etkisini artırması için kapsamlı yeni siyasi paradigmaların geliştirilmesi elzem görünmektedir. Bu bağlamda, 19. yüzyıldan itibaren başlayan, cumhuriyetin tesisiyle hız kazanan ve ulus-devlet yapılanması çerçevesinde Kemalist devrimlerle doruk noktasına ulaşan Türk modernleşme ve Batılılaşma sürecinin derinlemesine analiz edilmesi ve doğru biçimde kavranması hayati önem taşımaktadır. Bu çalışma, Cumhuriyet’in Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde eğitim, ulaşım, sağlık ve iktisat gibi muhtelif alanlarda gerçekleştirdiği yapısal dönüşümlerden ziyade, Tanzimat Fermanı ile resmî bir zemine oturan Türk Batılılaşma hareketini inceleyecek ve bir asır sonra dahi toplumun geniş kesimleri tarafından yeterince idrak edilememiş olan ulus-devlet konsepti ile cumhuriyetin tesis ettiği yeni Türk kimliği tanımını ele alacaktır.

    Türk Modernleşmesi ve Türkçülük

    Türk Batılılaşma sürecinin ilk sistematik aşaması olan Tanzimat Fermanı 1839 yılında resmen ilan edilmesine karşın, Osmanlı devlet bürokrasisi on yedinci yüzyıldan itibaren imparatorluğun yapısal sorunlarını teşhis etmeye başlamıştır. Peş peşe gelen askeri hezimetler, evvelce Batı’yı diplomatik temsilci dahi göndermeyecek derecede tahkir eden Osmanlı İmparatorluğu’nun özgüvenini ciddi biçimde zedelemiştir. 1699 senesinde imzalanan Karlofça Antlaşması, Osmanlı tarihinde Avrupa’da ilk defa kayda değer miktarda toprak kaybıyla sonuçlanmış; 1718’deki Pasarofça Antlaşması ise Orta Avrupa’daki Osmanlı hegemonyasının büyük ölçüde nihayete ermesine sebebiyet vermiştir. Bu antlaşma, 1730’da vuku bulan Patrona Halil İsyanına değin sürecek olan Lale Devri’nin başlangıcını olmuştur. Bu gelişme, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönelimini belirgin şekilde Batı’ya çevirdiğinin göstergesi olarak değerlendirilebilir. Söz konusu devirde tatbik edilen reformlar yüzeysel kalmış; devlet mekanizmasındaki değişimler sınırlı bir çerçevede başlatılmış ve ekseriyetle askeri modernizasyon boyutuyla sınırlı kalmıştır. Orta Avrupa’daki büyük kayıplara rağmen, 1783 yılında Kırım’ın Rus İmparatorluğu tarafından ilhakı, Türk tarihinde kritik bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Osmanlı İmparatorluğu ile asırlardır çok yakın ilişkiler tesis etmiş olan Türk ve Müslüman Kırım Hanlığının elden çıkması, demografik yapısı itibariyle ağırlıklı olarak gayri-Müslim nüfusa sahip Avrupa topraklarının kaybına nazaran çok daha derin bir travma yaratmıştır. Türk-İslam âleminde kolektif travmaya yol açan bu hadise, aynı zamanda Karadeniz’deki Türk üstünlüğünün sona ermesini de beraberinde getirmiştir. Bu olayla birlikte modernleşme hamleleri daha da hız kazanacaktır.

    III. Selim’in saltanatı (1789-1807) döneminde, Batılılaşma perspektifiyle ilk sistematik ıslahat girişimleri hayata geçirilmiştir. Bu süreçte, tamamen Batı modelini esas alan Nizam-ı Cedit ordusunun kuruluşu ve Avrupa’nın stratejik merkezlerinde daimi diplomatik temsilciliklerin açılması gibi önemli adımlar atılmıştır. III. Selim’in başlattığı bu reform hareketi, kendisinden sonra tahta çıkan II. Mahmut ile Tanzimat dönemindeki daha kapsamlı değişimlerin zeminini oluşturmuştur. Batılılaşma süreci, II. Mahmut, Abdülmecid, Abdülaziz ve II. Abdülhamid dönemlerinde sürdürülmüştür. II. Mahmud’un saltanatı esnasında, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve Avrupa tarzı pantolon ile fesin gündelik kıyafete entegrasyonu gibi köklü kurumsal ve sosyolojik değişimler gerçekleştirilmiştir. Sultan Abdülmecid devrinde, 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı, Türk modernleşme sürecinde bir paradigma dönüşümünü simgelemektedir. Bu belge, önceki reformları kurumsal bir çerçeveye oturtarak hukuk, idare ve vatandaşlık hakları alanlarında prensipler tesis etmiştir. Tanzimat Fermanı’nın gayrimüslim tebaa tarafından eşitlik bakımından yetersiz addedilmesi ve Batı devletlerinin diplomatik baskısı neticesinde Islahat Fermanı (1856) ilan edilmiştir. Bu ferman ile Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün tebaası eşit hukuki statüye sahip vatandaşlar olarak kabul edilmiştir. İlerleyen yıllarda, anayasal monarşi talepleri yoğunlaşırken, II. Abdülhamid, Kanun-i Esasi’yi yürürlüğe koyma vaadi ile tahta çıkarılmıştır. 1876 yılında I. Meşrutiyet’in ilanı ile Osmanlı Devleti, anayasal monarşi rejimine geçiş yapmış ve ilk anayasası olan Kanun-i Esasi tatbik edilmeye başlanmıştır. Bu periyotta modernleşme ivme kazanmış, bilhassa Tıbbiye ve Harbiye gibi yüksek eğitim kurumlarında kayda değer ilerlemeler kaydedilmiştir. Sultan II. Abdülhamid döneminde, ilk kez alaylı olmayan, sistemli eğitim görmüş kurmay subaylar yetiştirilmiştir. Bu modern eğitim kurumlarından mezun olan askeri kadrolar, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde kurucu kadronun ekseriyetini teşkil edecektir.

    1789 Fransız Devrimi’nin ardından milliyetçilik ideolojisi küresel ölçekte güç kazanarak, çok uluslu yapıdaki Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecini hızlandırmıştır. On dokuzuncu yüzyıl boyunca Osmanlı bürokratik eliti ve entelektüel zümresi, devletin içinde bulunduğu buhranı aşmak amacıyla muhtelif çözüm paradigmaları geliştirmeye çalışmış, bu süreçte Tanzimat, Meşruti Monarşi ve anayasal yönetim gibi konseptler Osmanlı-Türk siyasi düşüncesine entegre edilmiştir. Bu tarihsel bağlamda Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi ideolojik akımlar belirginleşmiştir. Batıcılığın ilk somut tezahürleri, diasporadaki “Osmanlı Gazetesi” ve “İçtihat Dergisi” etrafında toplanmış Sultan II. Abdülhamid muhalifi entelektüeller tarafından ortaya konmuştur. İleride İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne dönüşecek olan İttihâd-ı Osmânî Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer alan beş Tıbbiyeliden biri olan Abdullah Cevdet, bu gazete ve derginin kurucularındandır. Jön Türk hareketinin savunuculuğunu yaptığı Osmanlıcılık ideolojisi, Tanzimat döneminden I. Balkan Savaşı’na (1912) değin bürokrasi tarafından benimsenen hâkim paradigma olmuştur. Sultan II. Mahmud’un “Ben tebaamın Müslüman’ını camide, Hristiyan’ını kilisede, Musevi’sini havrada fark ederim, aralarında başka bir fark yoktur” vurgusunda beliren yaklaşım, bu ideolojik perspektifi net biçimde yansıtmaktadır. Balkan Savaşları’ndaki askeri yenilgilerin akabinde, çok uluslu yapıyı tek bir siyasi şemsiye altında birleştirme ideali olan Osmanlıcılık fikri iflas etmiştir. İmparatorluğun kurucu ve temel unsuru olan Türkler ise, bu devlet yapısı içerisinde ulus-devlet konseptine sarılan son etnik grup olarak tarih sahnesinde yerini almıştır. Türkçülük ideolojisi, yirminci yüzyılın başlarında yaygınlık kazanmış; 1913 Bâb-ı Âli Baskını neticesinde siyasi iktidarı tamamıyla eline geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, Türkçülüğü resmi ideolojik çerçeve olarak benimsemiştir. Bu dönemde Türk Derneği (1911) ve Türk Ocakları (1912) gibi kurumların teşekkülüyle, Türkçülük fikrinin toplumsal tabana nüfuz etmesi amaçlanmıştır. Türkçülük genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde de temel devlet politikası olarak tezahür etmiştir.

    “Bu toprakların modernleşme serüveni geleneksel bir imparatorluk yapısının hızlı çözülme sürecinde, acil siyasi reçete üretmek biçiminde bir tarihsel emrivaki olarak yaşandı” [3].

    Türk milliyetçiliğine ilişkin ilk sistematik düşünceler, Yusuf Akçura ve İsmail Gaspıralı gibi Rusya kökenli Türk entelektüelleri tarafından ortaya atılmıştır. İsmail Gaspıralı’nın 1883 senesinde neşretmeye başladığı Tercüman gazetesi, Türk milliyetçiliğinin ideolojik temellerinin atıldığı etkili bir platform olmuştur. Gaspıralı, “Dilde, İşte, Fikirde Birlik” prensibiyle Türk Dil Birliği fikrini savunmuş ve lingua franca olarak İstanbul Türkçesini teklif etmiştir. Yusuf Akçura’nın 1904’te kaleme aldığı 32 sayfalık “Üç Tarz-ı Siyaset” isimli eseri, Türk milliyetçiliğinin ilk manifestosudur. Akçura, İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük paradigmalarını tahlil ederek, Türkçülük ideolojisinin Osmanlı Devleti’nin bekası için en uygun strateji olduğu neticesine varmıştır. Akçura, “Türklük” makalesi, Türk Yurdu dergisinde yayımlanan pek çok yazısı ve “Türkçülüğün Tarihi” adlı eseriyle çalışmalarını sürdürmüştür [4]. Bu tarihsel süreçte Türkçülük ideolojisi, tutarlı bir milli kültür inşa etme doğrultusunda, dil ve edebi alanda da belirgin olmaya başlamıştır. 1910-1912 seneleri arasında Selanik’te yayımlanan Genç Kalemler dergisi, Milli Edebiyat akımının öncü organı olarak dilde sadeleşme hareketini savunmuş ve “Yeni Lisan” hareketini başlatmıştır. Bu entelektüel hareketin önde gelen simalarından Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul ve Ziya Gökalp gibi isimler, Türk düşünce tarihinde önemli bir yerdedirler. Ziya Gökalp’in 1913-14 yıllarında yazı dizisi formunda neşredip sonrasında kitaplaştırdığı “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” isimli eseri, Türk milliyetçiliğinde önemli bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Bu eserde üç büyük fikri akımı tartışan Gökalp, İttihat ve Terakki dönemi Türkçülük ideolojisinin teorik zeminini tesis etmiştir. Gökalp’in 1923 yılında yayımladığı “Türkçülüğün Esasları” isimli eserinde, Türk milliyetçiliği ilk defa kapsamlı ve sistematik bir öğreti olarak ele alınmıştır. Gökalp, bu eserinde Türk milliyetçiliğini lengüistik, dini, ahlaki, felsefi ve hukuki boyutlarıyla ele almış, bu ideolojiyi sadece politik bir olgu olarak değil, bütüncül bir hayat tarzı olarak değerlendirmiştir. Bu eser, erken cumhuriyet dönemindeki Türkçülük hareketi ve ulus-devlet inşa sürecinin teorik temelini oluşturmuştur. Bu bağlamda, birinci nesil Türkçülük düşüncesini iki kategoriye tasnif etmek mümkündür: Ziya Gökalp’in öncüsü olduğu anlayış, dil, coğrafya, din ve kültürel ortaklığa dayalı, etnisiteden bağımsız homojen bir ulus formasyonu önerirken; Yusuf Akçura’nın temsil ettiği Rusya Türklerinin Türkçülük perspektifi, global ölçekte tüm Türk unsurlarını kapsayıcı, siyasi ve etnik vurgusu daha belirgin bir yaklaşım arz etmektedir.

    “Millet ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Millet, dilce, dince, ahlakça ve güzellikçe müşterek olan, aynı terbiyeyi almış fertlerin oluşturduğu bir topluluktur. Bütün bunlar harsı (kültür) oluşturduğu için takip edilecek milliyetçilik; Harsi Türkçülüktür.” – Ziya Gökalp’in millet ve Türkçülük tanımı

    Cumhuriyet ve Yeni Ulus-Devlet

    Avrupa’nın Coğrafi Keşifler vasıtasıyla ekonomik zenginliğe erişmesi ve bu refahın sonucu olarak Reform ve Aydınlanma Çağı ile küresel lider konumuna yükselmesi, sömürgeci (emperyalist) zihniyetin gelişimini beraberinde getirmiştir. Avrupalı devletler, kendi medeniyet modellerinin insanlık tarihinin ulaşabileceği en üst nokta olduğuna dair Avrupa-merkezci söylemi geliştirmiş; bu söylem, sömürülen toplumlarda da kabul görmüştür. Bu toplumlar, “sömürgeciler gibi olabilirsek ancak içinde bulunduğumuz geri kalmış durumdan kurtulabiliriz” düşüncesine kapılmışlardır. Avrupa’nın kültürel emperyalizmi, yerel kültürleri yok etmiş; Batılılaşma ve Aydınlanma düşüncesi bütüncül bir program olarak dayatılmış; bu da gelişmekte olan toplumların seçici bir modernleşme stratejisi izlemesini imkânsız kılmıştır. Türkiye’nin batılılaşma serüveninde en başından itibaren karşılaşılan temel soru “Nasıl Batılılaşacağız?” olmuştur. 1923 yılına gelindiğinde ülke, işgalden kurtarılmış ve cumhuriyet rejimi tesis edilmiş olmasına rağmen, Mustafa Kemal’in ifadesiyle, “asıl mücadele şimdi başlamaktadır”. Mustafa Kemal’in liderliğindeki yenilikçi kurucu kadrolar, Türkiye’nin refaha kavuşmasının tek yolunun Batılı galip devletlerle aynı yerde olmaktan geçtiğini değerlendirmiş; bu doğrultuda, mevcut sınırlar içerisindeki toplumun, köklü değişimler ve devrimler vasıtasıyla bir Batı toplumuna dönüştürülmesi gerekliliğini savunmuşlardır. Bu noktada, cumhuriyet kadrolarının büyük çoğunluğunun eski İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) mensubu olduğunu ve İTC’nin askeri-bürokratik kanadının, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Batı modelinde reform girişimleri içerisinde bulunduğunu hatırlamak önemlidir. Osmanlı dönemindeki daha muhafazakâr modernleşme hamlelerine kıyasla, cumhuriyet modernleşmesi daha radikal bir nitelik taşımış; salt siyasal değişimlerle sınırlı kalmayıp, kapsamlı bir kültürel dönüşümü de hedeflemiştir.

    “Kemalizm hegemoniktir çünkü oluşturduğu bürokratik militarist tahakküm geleneği bir devlet geleneğine ve devlet-toplum-siyaset ilişkilerini düzenleyen ana zemine dönüşmüştür” [3]

    Bu tarihsel süreçte, dönemin hakim paradigmaları olan Türkçülük ve Batılılaşma idealleri arasında belirgin bir çelişki ortaya çıkmıştır. Türkçülük, özünde Türk örf, adet ve geleneklerini muhafaza etme refleksine sahipken, Batılılaşma hedefi tüm Doğulu (Şarklı) unsurlardan arınmayı gerektirmiştir. Bu çelişki, dönemin entelektüel çevrelerinde derin bir düşünsel paradoks ve kriz yaratmıştır. Bu açmazı çözmek için “Türklüğün yeniden tanımlanması” kavramı temel bir çözüm stratejisi olarak geliştirilmiştir. Türk milli kimliği, ulus-devlet yapılanması çerçevesinde yeniden formüle edilecek; Türklük, bilindik anlamından farklı yeni bir kavramsal çerçeveye oturtulacaktır. Bu bağlamda Türk ulusal kimliği, Anadolu’yu merkeze alan ve bu coğrafyayı idealize eden bir vurguyla yeniden tanımlanmıştır. Cumhuriyet öncesi dönemde parça parça uygulanan reformlar yetersiz addedilmiş; “yeni bir toplumsal yapı” inşası amacıyla radikal bir kültürel ve sosyal dönüşüm programı uygulamaya konulmuştur. Batılılaşma sürecinde yeni bir ulusal kimlik oluşturularak, kültürel emperyalizmin Türk kültürel mirasını tamamen tasfiye etmesinin önüne geçilmesi hedeflenmiştir. Bütün alanlarda kapsamlı bir Batılılaşma programı vasıtasıyla, Türklerin Avrupalı bir millet olduğu tezinin uluslararası platformda kabulü amaçlanmıştır. Bu stratejiye göre, Türkler Avrupalı bir ulus olarak kabul görürse, dış tehditlerden korunacak, global ölçekte tanınacak ve nihayetinde sosyo-ekonomik refaha erişecektir. 1920’ler ve 1930’lar Kemalizm’inin tüm uygulamaları, bu düşünsel zemin doğrultusunda şekillenmiştir. Bu süreçte Batı kurumlarının ve kültürel formlarının doğrudan adaptasyonu, muhtemelen Batı medeniyetinin başarı faktörlerinin yeterince analiz edilememesi (ve belki de böyle bir analiz için zamanın kısıtlı olması) veya Batı ile yeterli düzeyde entelektüel etkileşimin sağlanamaması nedeniyle gerçekleşmiştir. Devrimler, zaman baskısı altında hızla uygulamaya konulmuş; halkın bu köklü dönüşümleri benimsemesini teşvik etmek amacıyla “Devr-i Sabık” (Eski Rejim) söylemi geliştirilerek, Cumhuriyet öncesi Türk tarihi adeta distopik bir anlatıya dönüştürülmüştür. Bu devrimleri destekleyecek yeterli entelektüel ve idari kadroların bulunmaması, hızlı uygulanan reformların çeşitli yapısal sorunları beraberinde getirmesine yol açmıştır. Cumhuriyetin en temel hedeflerinden biri olan, devrimleri sürdürecek yeni nesillerin yetiştirilmesi amacının tam anlamıyla gerçekleştirilememesi, Atatürk’ün vefatı sonrasında cumhuriyet rejiminin kazandığı ivmenin yavaşlamasına neden olmuştur. Cumhuriyetin 10. yıldönümünde, 29 Ekim 1933 tarihinde Milliyet gazetesinde yayımlanan aşağıdaki esim, dönemin ideolojik perspektifini ve yeni Türk kimliği tanımını sembolize etmektedir. Bu görselde, başında Grek tarzı bir miğfer taşıyan yeni Türk askeri, ayakları altında Osmanlı tuğrası ve geleneksel Türk sarığını çiğner şekilde resmedilmiştir:

    Figür 1: 29 Ekim 1933 yılında Milliyet gazetesinde yayımlanmış Türk neferi resmi

    II. Abdülhamid saltanatı esnasında vuku bulan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi), devleti derinden sarsmış ve imparatorluğun çözülme sürecini hızlandırmıştır. Rus ordularının İstanbul yakınlarına kadar ilerlemesi, milli onuru zedelemiş ve dönemin siyasi-bürokratik eliti ile entelektüel çevrelerini “Bu krizden nasıl çıkılacağı” sorunsalıyla karşı karşıya bırakmıştır. Bu tarihsel bağlamda, imparatorluğun dağılışını önlemek amacıyla üç temel ideolojik akım belirginleşmiştir: Türkçülük, İslamcılık ve Osmanlıcılık. Balkan Savaşları neticesinde Osmanlı’nın Balkan topraklarının büyük kısmını kaybetmesi, Osmanlıcılık fikrinin pratik geçerliliğini yitirmesine yol açmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında ilan edilen cihat çağrısına beklenen desteğin gelmemesi ve Arap coğrafyasının imparatorluktan kopması, İslamcılık ideolojisinin de etkinliğini kaybetmesine neden olmuştur. Mevcut sınırlarda Türk nüfusun demografik çoğunluğu ve Yusuf Akçura gibi Rusya kökenli Türk entelektüellerinin entelektüel katkıları, Türkçülük akımının devletin resmi ideolojik çerçevesi olarak benimsenmesinde belirleyici olmuştur. Esasen, dönemin konjonktürel şartları, Türkçülük paradigmasının adaptasyonunu adeta zaruri kılmıştır.

    Erken Cumhuriyet dönemindeki ulus-devlet inşa süreci ve Batılılaşma hamleleri, büyük oranda geç Osmanlı döneminin entelektüel birikiminden beslenmiştir. İçtihad dergisi etrafında konsolide olan Batıcı entelektüel çevre, cumhuriyetin kurucu kadroları içinde bulundan radikal progresif fraksiyonun bir tezahürüdür. Kılıçzade Hakkı gibi düşünürler, Latin alfabesinin kabulü, kıyafet reformu, geleneksel medrese eğitiminin sonlandırılması ve hutbelerin Türkçe okunması gibi, sonradan cumhuriyet döneminde uygulamaya konulacak modernleşme hamlelerini önceden formüle etmişlerdir. Türk ulusal kimliğinin inşa sürecinde, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin teorisyeni Türkçü Ziya Gökalp’ın düşünsel etkisi belirgin olmuştur. Gökalp’i “cumhuriyetin ruhani lideri” olarak nitelendirmek abartılı bir tespit olmayacaktır. II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Türkçülük akımının tesiri artarken, Gökalp’in değerlendirmesine göre, bu dönemde bilimsel düşünce ile ulusal kimlik inşasının birleşimini amaçlayan girişimler hayata geçirilmiştir [2]. Kemalizm, dönemin tarihsel koşullarında Türkçülüğün, Türk milliyetçiliğinin devlet ideolojisi çerçevesinde yeniden yorumlanmış halidir. Kemalist milliyetçilik anlayışı, dilsel ve kültürel boyutlarda Türk kimliğini merkeze almış; Kürt, Çerkez gibi Türk olmayan Müslüman unsurları, Gökalp’in millet tanımıyla uyumlu biçimde Türk ulusal kimliğine entegre etmeye çalışarak, homojen ve etno-seküler bir toplumsal yapı tesis etmeyi hedeflemiştir. Mustafa Kemal’in “Millet, dil, kültür ve mefkûre (ülkü) birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasî ve içtimaî (toplumsal) heyettir” şeklindeki tanımı, cumhuriyet rejiminin millet kavramını etnik köken yerine kültürel bir zemine oturttuğunu göstermektedir.

    “Biz doğrudan doğruya millet severiz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur. Biz, esasen milli mevcudiyetin temelini milli şuurda ve milli birlikte görmekteyiz. Türk milliyetçiliği, Türk topluluğunun seciyelerin, başlı başına bağımsız kimliğini kendine özgü tutmaktır ” (Nutuk, 15-20 Ekim 1927)

    Kemalizm, pozitivizm temelinde akılcılığa dayalı bir modernleşme projesi, Jön Türk hareketinden etkilenerek parlamenter anayasal bir yönetim modeli, Fransız Devrimi’nin etkisiyle şekillenen laik/seküler bir toplumsal yapı ve II. Meşrutiyet dönemindeki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin tesiriyle halkçı bir program hedeflemiştir [1]. Kemalizm’in ulus-devlet inşa süreci ve modernleşme idealleri bağlamında, İhsan Fazlıoğlu’nun “Maddi vatanın kurtuluşu için manevi vatandan feragat” şeklinde ifade ettiği bir şekilde, Türk kültüründeki Doğu (Şark) ile ilişkilendirilen unsurlar sistematik bir dönüşüme tabi tutulmuştur. Müzik, giyim-kuşam, yazı sistemi, mimari, ölçü sistemleri ve tarih yazımı gibi neredeyse her alanda Batı kopya edilmiştir. Bu bağlamda, klasik Türk makam müziği, monofonik (tek sesli) yapısı gerekçesiyle “bozuk Bizans müziği” olarak nitelendirilip yasaklanmış; yeni polifonik (çok sesli) Türk müziği inşa edilmeye çalışılarak, Batı müziğinin kökeninin esasen bu yeni Türk müziği olduğu tezi ileri sürülmüştür. Türk Tarih Tezi çerçevesinde, Türklerin Asya menşeli veya Doğulu bir millet olmadığı kanıtlanmaya çalışılmış; Osmanlı ve Selçuklu gibi İslam sonrası Türk tarihi geri plana itilerek, Türklerin tarihsel kökenleri Sümer, Hitit, Frigya ve İyon gibi kadim medeniyetlerle ilişkilendirilmiştir. Bu şekilde, Türklerin Avrupa halklarından daha kadim ve köklü bir tarihsel mirasa sahip olduğu vurgulanmak istenmiştir. Bu kadim kültürlerin Türk menşeli olduğu iddiasıyla Anadolu coğrafyası tarihsel ve kültürel olarak idealize edilmiş; Antik Mısır ve Yunan medeniyetlerine benzer şekilde özgün bir Türk antikitesi inşa edilmeye çalışılmıştır. Bu amaçla özellikle Proto-Türk tarihsel dönemine yoğunlaşılmış; tarihsel verilerin sınırlı olduğu ve çeşitli yorumlara açık bu alanda, Bozkurt gibi arkaik Türk sembollerinden istifade edilerek bu yeni kurgulanan antik Türk kimliği ve kültürü desteklenmiştir. Erken Cumhuriyet döneminde, ulus-devlet yapılanmasının konsolidasyonu sürecinde ulusal bayramlar, semboller, müzik formları, heykeller ve anıtlar gibi çeşitli kültürel ve sanatsal simgeler yoğun biçimde kullanılmıştır.

    1920’li yıllarda ulus-devlet inşa sürecinde eğitim alanına özel önem atfedilmiş; milli eğitim müfredatında çeşitli revizyonlar gerçekleştirilmiştir, ancak bu değişiklikler henüz kapsamlı bir dönüşüm niteliği taşımamıştır. Örneğin, lise tarih müfredatına Oğuz Türkleri ve Anadolu’daki Türk varlığı konuları entegre edilmiş; “Türkiye Tarihi” adı altında Orta Asya Türk topluluklarından Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan bütüncül bir tarihsel anlatı oluşturulmaya başlanmıştır [2]. Bu süreçte Kurtuluş Savaşı döneminin tarih eğitimindeki ağırlığı artmıştır. Türk Tarih Tezi, ulus-devlet oluşumu sürecinin anlaşılmasında anahtar bir perspektif sunmaktadır. 1930’lu yıllarda Kemalist öğreti, ülke içindeki muhalif unsurların sistematik olarak etkisizleştirilmesi ve tek parti yönetiminin kurumsallaşmasıyla paralel bir dönüşüm geçirmiştir. Bu transformasyon, özellikle kültür politikalarında belirginleşmektedir. Bu dönemde ulus-devlet yapılanması bağlamında yeniden formüle edilen Türk kimliği tanımı, 1920’li yıllara kıyasla daha radikal kültürel ve düşünsel dönüşümlerle desteklenmiştir. Bu dönüşümlerin en kapsamlısı ve Türk ulus-devlet inşasının temel unsurlarından biri olan Türk Tarih Tezi’dir (TTT) [2]. Birinci Türk Tarih Kongresi ve bu teorik çerçeve etrafında gerçekleşen akademik tartışmalar, devletin formüle ettiği resmi milliyetçilik anlayışına yönelik ilk büyük eleştirilerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamış ve Kemalizm’in 1920’li yıllardaki Gökalp etkisinden giderek uzaklaştığını göstermiştir. Gökalp’in Batı’dan sadece tekniğinin alınmasının yeterli olacağı yönündeki tezine karşın, 1930’lu yıllarda hem teknik hem de kültürel alanda Doğulu unsurların kapsamlı bir tasfiye sürecine tabi tutulduğu gözlenmektedir. Bu ideolojik değişimin en belirgin göstergelerinden biri, Türk Ocakları’nın 1931’de kapatılarak yerine Halkevlerinin tesis edilmesidir. Mustafa Kemal’in Türk Tarih Tezi’nin kabulünü ulus-devlet ideali açısından vazgeçilmez addederek meşru akademik itirazları göz ardı etmesi ve Zeki Velidi Togan gibi bu teoriye eleştiriler yönelten akademisyenlerin maruz kaldığı olumsuzluklar, ilerleyen dönemlerde Türkçü-Turancı hareketin Kemalizm’e karşı muhalif bir pozisyon almasının zeminini hazırlamıştır. Muhalif Türkçü çevreler, Kemalizm’in Turancı ideallere karşı mesafeli duruşunu, Türkiye dışındaki Türk topluluklarına yönelik pasif politikalarını ve Osmanlı ile Türk-İslam kültürel mirasının göz ardı edilmesini eleştirerek, Türk tarihi ve kültürüne daha kapsayıcı ve bütüncül bir yaklaşım geliştirmeye çalışmışlardır.

    “Millî Mücadele ve sonraki millî-devletin kurulma sürecinde Mustafa Kemal Paşa ile birlikte hareket eden Türk Milliyetçileri yeni rejimin kurulması sonrasında da büyük oranda bu birlikteliği muhafaza etmiştir. Millî Mücadele ruhu ve onun kahramanına olan sevgi ve hayranlık bu birlikteliğin en temel nedenidir. Ancak Tek Parti rejiminin kurulması ve özelikle de Batıcı kültür devrimleriyle birlikte Türkçülükten uzaklaşıldığı algısı Türkçüler arasında yoğun muhalif seslerin duyulmasına yol açmıştır” [3]

    Ulus-devlet ve Türk Tarih Tezi

    Kurucu kadronun çoğunluğu, yeni bir Türk ulusal kimliğinin inşasında, millî bir tarih yazımının vazgeçilmez olduğunu savunmuştur. Bu amaçla 1931 yılında, sonrasında Türk Tarih Kurumu adını alacak olan Türk Tarih Tetkik Cemiyeti kurulmuştur. Bu akademik kurumun titiz araştırmalar neticesinde ortaya koyduğu “Türk Tarihinin Ana Hatları” (TTAH) adlı eser, Türk Tarih Tezi’nin (TTT) en kapsamlı manifestosu niteliğindedir ve yeni millî tarih anlatısının sistematik bir formülasyonunu sunmaktadır. Bu eser, Atatürk’ün manevi kızı ve Cumhuriyet’in ilk tarih profesörlerinden Afet İnan ile Yusuf Akçura ve Sadri Maksudi gibi dönemin önde gelen entelektüellerinin liderliğinde hazırlanmıştır. TTAH’nin geniş bir özeti, liselerde tarih ders kitabı olarak okutulmak üzere yayımlanmıştır. Avrupa-merkezci tarih yazımının Türkleri Mongoloid (sarı) ırk kapsamında değerlendirip medeniyet dışı kategorisine yerleştiren yaklaşımına tepki olarak, TTT, bu Avrupa-merkezci yazıma karşı bir antitez olarak geliştirilmiştir. 1932 senesindeki Birinci Türk Tarih Kongresi, TTAH’nin akademik ve resmî kabulünün seremonisi niteliğindedir [2]. Bu eser, Türklerin anavatanının Orta Asya olduğunu, iklimsel değişimler sebebiyle son üç bin yıllık süreçte Batı’ya doğru muhtelif göç hareketleri gerçekleştirdiklerini, Türklerin Çin medeniyetinin teşekkülündeki katkılarını, Sümer yazısı ve dilinin Türk kökenli olduğunu ve Mısır’daki ilk medeniyetin Türkler tarafından kurulduğunu ileri sürmektedir. Ayrıca, Yunan, İran ve Roma medeniyetlerinin menşei de bu çerçevede Türklere atfedilmektedir:

    “Sümerlerin, Akatlıların ve Elamlıların oluşturdukları devletler muhtelif tarihi şekil ve mahiyet arz ederler. Bunların siyasi teşkilatları ile Altaylar ’da tarihin bilinen ilk Türk tarzı hükümetleri arasında büyük bir benzeyiş vardır. Denilebilir ki Türklerin ilk hükümet sistemleri belli sınırlar dâhilinde ortak ülkede özerklik ve hatta bağımsızlık sahibi siteler veya kabileler halinde toplanmış grupların konfederasyon oluşturmalarıdır.”

    TTAH Anadolu’nun Hititler, Frikyalılar, Lidyalılar gibi eski medeniyetlerine ayrı bir bölüm ayırmıştır. Bu medeniyetlerin Türkler tarafından oluşturulduğu iddia edilmiştir:

    “… Maraş’ta bulunan bir kadın heykelinin başlığı Türkmen kadınlarının başlığına benzemektedir… Tarihçiler ve ırki musiki âlimleri Yunanistan’da görülen belli başlı musiki aletlerinin Asya’dan şüphesiz Etiler’den alındığında müttefiktirler. Yunanlılar musiki sanatının yalnız aletlerini değil, başlıca esaslarını da Etilerden almışlardır… Lidyalılar tarihlerinin ilk fecrinde Atalar adını taşıyan bir sülalenin idaresi altında bulunuyorlardı. Bu Atalar Trakya’dan geçip sonraları Frikya’da yerleşmiş olan Türk (Trak) kabilelerindendir”

    TTAH’nin son bölümü, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’ni de kapsayan “Orta Asya” başlıklı kısımdır. Bu bölümde, Orta Asya’dan gerçekleşen Türk göç hareketleri, olumsuz iklim koşullarına atfedilerek, Hun İmparatorluğu’ndan başlayıp Osmanlı Devleti’ne uzanan kronolojik bir tarihsel çizgide yakın dönem Türk tarihi anlatılmıştır. Cengiz Han’ın etnik kökeninin Türk olduğu ve Selçuklu hanedanının Türk dilini ihmal ettiği vurgulanmıştır. 600 sayfayı aşkın bu akademik eserde, Osmanlı tarihine yalnızca 50 sayfalık bir bölüm ayrılması ve metnin büyük kısmının Çin, İran ve Mısır gibi kadim medeniyetleri Türk menşeine dayandıran bölümlerden müteşekkil olması dikkat çekicidir. Eserin kaynakçasında hiçbir Türk kaynağına yer verilmezken, kullanılan kaynakların ekseriyeti, ikincil yabancı kaynaklardan oluşmaktadır. Eserde, Türkler haricindeki İslam tarihine dair herhangi bir bölüm bulunmamaktadır. Eserin temel tezi, dünya tarihindeki bütün büyük medeniyetlerin, Türklerin Orta Asya’dan yayılarak söz konusu coğrafyalardaki primitif toplulukları medenileştirmesi neticesinde teşekkül ettiğidir.

    Bu eserin teorik temelini oluşturduğu Türk Tarih Tezi, dünya medeniyetinin Orta Asya’dan M.Ö. 7000 civarında göç eden, beyaz brakisefal ırk kategorisinde tasnif edilen ön Türkler tarafından kurulduğunu ileri sürmektedir. Benzer doğrultuda, Türkçe’nin etimolojik kökenlerini açıklamaya yönelik ve bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından desteklenen Güneş Dil Teorisi, Hint-Avrupa dillerinin kökenlerinin Türkçe olduğunu iddia etmiştir. Türk Tarih Tezi, çeşitli perspektiflerden, o dönemde Avrupa’da revaçta olan Aryan Tezinden etkilenmiştir. Bu tez, Proto-Hint-Avrupa dilini konuşan toplulukların diğer etnik gruplardan üstün olduğunu ve Avrupalıların bu üstün ırktan geldiğini savunmaktadır. Afet İnan, Birinci Türk Tarih Kongresi’nin açılış oturumunda, Aryanların esasen Türkler olduğunu beyan etmiştir. Kafatasları üzerinde yapılan incelemeler hem Aryan Teorisi hem de Türk Tarih Tezi için metodolojik bir dayanak olmuştur. Aryan Teorisi, dolikosefal kafatası morfolojisinin üstün ırklarda mevcut olduğunu iddia ederken, Türk Tarih Tezi, antropolojik araştırmalar sonucunda Anadolu nüfusunun baskın şekilde brakisefal kafatası karakteristiğine sahip olduğunun tespit edilmesi neticesinde, brakisefal kafatası formunun üstün nitelik arz ettiğini savunmuştur.

    Burada altı çizilmesi gereken husus, günümüz akademik perspektifinden bakıldığında spekülatif olarak nitelendirilebilecek Türk Tarih Tezi’nin, bilimsel kaygılardan ziyade, ulus-devlet yapılanmasını güçlendirmek ve Türkleri Avrupalı bir millet olarak göstererek ülkeyi emperyalist tehditlere karşı koruma amacı taşıdığıdır. Ayrıca, Hititler gibi antik Anadolu medeniyetlerinin Türklere atfedilmesi suretiyle, Türklerin Anadolu’daki tarihsel varlığının meşruiyeti pekiştirilmek ve Yunan-Ermeni iddialarına karşı Türk ulusal haklarının korunması hedeflenmiştir:

    “Tarihin en büyük akımlarının yaratıcısı Türk ırkı, kişiliğini en iyi korumuş olan ırktır… Başka ülkelerdeki ya da sınırlarındaki komşu ırklar içinde dağılmışlar ve onlarla karışmışlardır. Bununla birlikte… Türk ırkı bu özelliklerini yitirmemiştir.”

    Birinci Türk Tarih Kongresi’nde vuku bulan en önemli akademik tartışma, Reşit Galip, Sadri Maksudi, Şemsettin Günaltay üçlüsü ile Zeki Velidi Togan arasındaki kuraklık tartışmasıdır. Bu tartışma sonucunda, Türk Tarih Tezi’nin dokunulmaz ve eleştirilemez bir paradigma olarak konumlandırıldığı aşikâr hale gelmiş; metodolojik ve bilimsel eleştiriler sunan Togan, bir itibarsızlaştırma kampanyasına maruz bırakılarak ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Türk Tarih Tezi, temel iddialarını Orta Asya’da tarih öncesi dönemde yaşandığı öne sürülen büyük bir kuraklık ve bu klimatolojik değişim neticesinde ön Türklerin dört bir yöne gerçekleştirdiği göç hareketlerine dayandırmıştır. Togan’ın, tarihsel kayıtlarda Orta Asya’da bu denli kapsamlı bir kuraklığın olduğuna dair yeterli kanıt olmadığını ileri sürmesi, vatana ihanet ithamlarına varan eleştirilere maruz kalmasına sebebiyet vermiştir. Türk Tarih Tezi, modern Batı medeniyetinin kökenlerini ön Türklere atfederek, Türklerin de bu medeniyet dairesine mensup olduğunu kanıtlama amacını taşımaktaydı. Togan’ın tüm Türk etnik gruplarını kapsayıcı ve siyasi sonuçlar doğuran Turancı yaklaşımı, Türkiye dışında yaşayan Türk toplulukların çoğunluğunu kontrolü altında bulunduran Sovyetler Birliği ile potansiyel bir diplomatik gerilime yol açabilecek nitelikteydi ki, bu durum, genç Türkiye Cumhuriyet için arzu edilmeyen bir senaryoydu. Reşit Galip, kongredeki sunumunda, Orta Asya’daki büyük göç hareketlerini, bölgede prehistorik dönemde mevcut olduğu iddia edilen bir iç denizin kurumasına bağlamıştır. Galip’in tezine göre, Aral ve Hazar Denizleri bir zamanlar birleşerek büyük bir iç deniz oluşturmuş; buzul çağının sona ermesiyle Orta Asya süregelen bir kuraklık dönemine girmiştir. Togan, bu sunumun ardından söz alarak, söz konusu iç deniz teorisine karşı argümanlar ileri sürmüş ve Türklerin anavatanı Türkistan’ın halen kuruyor olduğu iddiasını reddetmiştir.

    Bu akademik ihtilaf, Darülfünun akademisyenlerinin rejimle yaşadıkları ilk anlaşmazlık değildi. Özellikle iktidar çevreleri, Darülfünun camiasını Atatürk inkılaplarına yeterli bağlılık göstermemekle eleştirmekteydi. Nitekim, Türk Tarih Tezi’nin teorisyenlerinden Reşit Galip’in Milli Eğitim Bakanlığı’na atanması sonrasında gerçekleştirilen üniversite reformu kapsamında, modern İstanbul Üniversitesi kurulmadan önce, akademik kadronun büyük kısmının görevine son verilmiştir. Yeni akademik kadro, Avrupa’da eğitim görmüş genç entelektüeller ve çoğunluğu Alman olan yabancı akademisyenlerden oluşturulmuştur. Kongre sonrasında Togan, istifa etmek zorunda kalmış; bu durum, Darülfünun camiasında tepkiyle karşılanmıştır. Maarif Vekili Reşit Galip’e, çeşitli akademisyenler protestolarını ifade eden telgraflar göndermişlerdir. Bu protestocular arasında, Zeki Velidi Bey’in öğrencisi olmakla iftihar eden ve o dönemde Türkiyat Enstitüsü’nde asistan olarak görev yapan Hüseyin Nihal Atsız da bulunmaktaydı. Atsız, müze asistanlığına tayin edilerek sürgün edilmiştir ve ölene kadar bir daha Türk Akademisine girememiştir. Benzer şekilde, Pertev Naili Boratav da Konya’da bir ortaokula öğretmen olarak atanmıştır. Ancak hem Atsız hem de Boratav, müteakip dönemlerde Türkiye’de etkisini artıracak olan Türkçü-Turancı ideolojinin mensuplarıydı. Zeki Velidi Togan’ı bu düşünce akımının öncü teorisyenlerinden biri olarak gördükleri için, 1940’lı yıllarda İsmet İnönü döneminde tabutluk işkencelerine varacak olan ulus-devlet inşa sürecindeki milliyetçi ideolojik ayrışmalar, bu dönemde belirginleşmeye başlamıştır [2]. Nitekim, Nihal Atsız’ın 1930’lu yıllarda yayımladığı Orhun dergisi, Türk Tarih Tezi’ni ve bu teorik çerçeve doğrultusunda hazırlanan tarih ders kitaplarını sert biçimde eleştirmesi nedeniyle yayın hayatına son verilmiştir. Togan, istifasının ardından doktora çalışmalarını tamamlamak üzere Viyana’ya gitmiş ve yedi yıl sonra, İsmet İnönü döneminde Türkiye’ye dönerek İstanbul Üniversitesi’nde akademik faaliyetlerine devam etmiştir.

    Sonuç

    Sonuç olarak, Türk modernleşmesi yaklaşık üç asırlık bir süreçtir ve Tanzimat Fermanı ile resmi olarak başlayan batılılaşma çabaları, cumhuriyet döneminde radikal devrimlerle zirveye ulaşmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi fikir akımları arasından Türkçülük, imparatorluğun dağılma sürecinde zorunlu olarak öne çıkmış ve genç cumhuriyetin temel ideolojisini oluşturmuştur. Kemalizm, bir yandan Ziya Gökalp’in kültürel Türkçülüğünden beslenirken, diğer yandan batılılaşma ideallerini gerçekleştirmek için yeni bir Türk kimliği inşa etmiştir. Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi gibi çalışmalarla desteklenen bu yeni kimlik, Türklerin Avrupalı bir millet olduğu iddiasını güçlendirmeye çalışmış, ancak bu süreçte bilimsellikten uzaklaşılmış ve bazı sert eleştirilere maruz kalmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan yüzyıl sonra bile ulus-devlet ve yeni Türk tanımı üzerine tartışmalar devam etmektedir. Türkiye’nin günümüzde karşı karşıya olduğu içsel, bölgesel ve küresel zorluklar, bu tarihsel süreci doğru analiz etmeyi ve yeni sentezler oluşturmayı gerekli kılmaktadır. Postmodern dünyada Türkiye’nin güçlü konumunu koruyabilmesi için tarihsel süreçten alınacak dersler ışığında çağın gereklerine uygun yeni siyasi öğretilere ihtiyaç duyulmaktadır.

    Kaynakça

    [1] ULUS DEVLET İNŞASINDA KEMALİZM’İN SİMGELERİ, Evrim Armağan COŞKUNER

    [2] BİRİNCİ TÜRK TARİH KONGRESİ’NDE YAŞANAN TARTIŞMALARIN TÜRK TARİH TEZİ VE ULUS DEVLET İNŞA SÜRECİ ÇERÇEVESİNDE ANALİZİ, CAN BAYKAL

    [3] İMPARATORLUK MİRASINDAN CUMHURİYETE TÜRKİYE’DE KÜLTÜREL HEGEMONYA VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ, Alper BAKICI

    [4] OSMANLICILIK SONRASI TÜRKÇÜLÜK AKIMININ ATATÜRK DÖNEMİNDE TÜRKİYE’NİN İÇ SİYASAL GELİŞMELERİNE ETKİLERİ, Serkan TOPAL

  • Türk Folklorunda Benzer Korkular: Hortlak, Cadı, Gulyabani ve Vampir

    Türk kültürü ve diğer kültürlerdeki anlatılarda, olağanüstü güçlere sahip doğaüstü varlıklar hakkında pek çok inanç ve mit bulunmaktadır. Türk kültüründeki hortlak, cadı ve gulyabani gibi varlıklara olan inanışlar, bazı bölgelerde (özellikle Rumeli ve Kafkaslar ağırlıklı olmak üzere) Slav folkloruyla özdeşleşmiş vampir inanışlarıyla ölüp dirilme ve kan içme gibi birtakım benzer özellikler taşımaktadırlar. 1880’de basılmış Redhouse İngilizce-Türkçe sözlüğünde vampir kelimesinin Türkçe karşılığının “cadı” olarak verilmesi bu inanışların benzerliği konusunda bir görüş olduğunu göstermektedir. Bu varlıklarla alakalı vakaların Osmanlı döneminde resmi kayıtlara geçecek kadar ciddiye alınması korku ögelerinin ve inanışlarının Türklerin günlük hayatında önemli yer tuttuğunu göstermektedir. Erken dönem Türk hortlak-cadı anlatıları vampirlere benzer şekilde kan içme ve dirilme gibi unsurlar içerirken yakın döneme doğru bunların kaybolduğunu veya değiştiğini görmekteyiz [1]. Zamanla cin-peri inanışları hortlak ve cadı inanışlarının yerini almıştır.

    Bir başka ifadeyle Cumhuriyet ile birlikte Ortodoks İslam’a ait bilgilerin geniş halk kitleleri arasındaki yayılımı, eğitim ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla, din eğitiminin standardizasyonunun yükselmesiyle, “hurafe” olarak nitelendirilen ve başta din görevlilerinin hışmına uğrayan halk dini ve halk inançlarının gelenek çevresinin daraldığı rahatlıkla gözlenebilir. Öte yandan meydana gelen boşluğun Ortodoks İslam’ın onayladığı inançlarla doldurduğu görülmektedir. Nitekim Kur’an’ın onayladığı “cin” ve “cinliler” inancının daha önce pek çok çeşitliliğe ve işlevselliğe sahip olağanüstü varlıkların yerini alarak yayıldığı kanaatindeyiz. …Cin geleneğiyle hiçbir ilişkisi olmayan “al karısı” veya “al basması” adlı varlığın bile çok büyük ölçüde “cin geleneği” içinde asimile edilmekte olduğu görülmektedir. Kısaca toparlayacak olursak, Ortodoks İslam’ın kabul ettiği inançlarla, heterodoks olarak da nitelendirilen halk inançları arasında bir merkezkaç ilişki vardır ve bu ilişkiden cin geleneği, diğer olağanüstü varlıkları ya asimile ederek ya da onların yerini alarak her geçen gün gelenek çevresini genişletmektedir [7].

    Hortlak, Türk kültüründe, Ölüyken mezardan çıkarak insanları korkuttuğuna veya zarar verdiğine inanılan bir varlıktır. Hortlayan insanların yaşarken kötü şeyler yaptıkları için bu hale geldiklerine inanılır. Hortlak inanışı, Türk mitolojisinde ve Türk halk kültürü inançlarında önemli bir yerdedir. Eski Türklerde ruhun ölümsüzlüğü inancının bir sonucu olduğu görüşleri vardır. Oğuz Türklerinden Tuva Türklerine ve Tatar halklarına kadar geniş bir coğrafyadaki Türk halklarında benzer hortlak inanışları görülmektedir. Bölgeye ve döneme göre cadı anlamına da gelmektedir. 

    Gömüldüğü gece mezarından kalkıp sırtında kefeniyle ortalığı dolaşan hortlaklara inanıldığı gibi kızdığı kimselere musallat olan hortlaklar da vardı. Çok hızlı koştuklarına, ata bindiklerine, silah kullandıklarına, insana saldırabildiklerine, kızdığı kişileri dövebildiklerine, sevdiklerini kaçırabildiklerine, ev basıp yol kesebildiklerine de inanılırdı [1].

    Vampirler ise Orta Avrupa ve Balkan kökenli, Slav fölklöründe (Rusya, Karadağ, Sırbistan, Romanya, Bohemya ve Macaristan) önemli bir yer tutan kan emici yaratıklardır. İslam inancının etkisiyle Anadolu ve Orta Doğu gibi coğrafyalarda yerini Cin kavramına bırakmıştır, ancak Müslüman ve Hristiyan nüfusun beraber yaşadığı Balkanlar’da Türk kültüründe de yer bulmuştur.

    Batıdaki vampir inanışıyla, Türklerdeki hortlak ve cadı inanışını karşılaştırdığımızda bunların aralarındaki etkileşimi görebilsek de hangi kökenden çıktığını söylemek için elde kesin bir bilgi yoktur. Yalnız vampir inancının bizdeki hortlak ve cadıyı kısmen karşıladığını söylemek mümkündür. Vampir inanışı ile hortlak-cadı inanışındaki etkileşimin izlerini görebilsek de tıpkı kökeni gibi hangi kültürden ötekine (Slav-Türk veya Türk-Slav) ne kadar ve hangi dönemde sirayet ettiğini bilemiyoruz. [1]

    Vampir sözcüğünün kökeni konusu çok tartışılmıştır. Bir görüş bu sözcüğün Batı dillerine Kuzey Türkçesinde “cadı” anlamına gelen “obur”dan türediğidir:

    Ubır/obur karçık veya ubır/obur kişi tamlamalarından elips sonucu kalıcı ada dönüşen obur/ubır sözcüğü, Eski Bulgar Türklerinin veya Peçenek, Kuman, Uzların dilinden Rusçaya, Rusçadan Doğu Avrupa Slav dillerine, buradan da Batı Avrupa’ya nakledilmiş; nakledilirken de vupĭr vd. /v/ ön sesli biçimler iç seste /m/ (epenthetic m) türemesiyle bugünkü biçimine ulaşmış olmalıdır [5].

    Gagavuz Türk anlatılarında obur/hobur adlı varlıklardan bahsedilir. Bunlar günahkar insanların öldükten sonra mezarda bir hayvana dönüşmeleri inanışı etrafında şekillenmiştir. Bu motif Anadolu Türklerindeki hortlak ve Azerbaycan Türklerindeki hortdan isimli varlıklara benzerdir. Kazan Tatarları ve Çuvaşlar gibi diğer Türk halklarında da obur ismine benzer isimlerde kötücül varlıklara inanış vardır. Kazan Tatarlarında ”Ubır” ya da “obur”un insan yiyip kan içtiği inancı vardır.

    Rize’deki bazı halk inanışlarında ise “obur” ve “hortlak” inanışının birbirini karşıladığını görürüz. Buna göre kötü kimselerin öldükten sonra hortlak çıkacağına, oburun kefeni sırtında mezarından çıkarak evinin karşısına gelip gürültü yaptığına, tereklerdeki soğanları yere döktüğüne inanılmaktadır. Böyle durumlarda “obur yerine git, yerine git” denilmesi halinde oburun yerine döneceğine, ondan kurtulmak için de mezarına pelit kazığı ile bir sepet çakılması gerektiğine, soğanın, sarımsak, turp gibi bazı kötü ruhlara karşı etkili olduğuna inanırlarmış. Obur, Hemşin yöresinde “ubur” olarak anılıp, hayatta iken kötülükler yapmış yaşlı kadınların öldükten sonra toprağın kabul etmemesi nedeniyle sık sık mezarlarından çıkarak eski yerlerinde çığlıklar atarak dolaştığına inanılır. “Hortlak” veya “uburun” cezalandırıldığı için Allah tarafından ayaklarının altına ateş koyulduğuna, obur ve hortlağa silah işlemediğine, kendisini görenlerin üç defa “Urum eline!” diye seslenmeleri halinde güneş doğmadan mezarına döneceğine yaygın olarak inanılmaktadır. Söz konusu “ubır”ın Kıpçak ve Tatar bölgelerinde vampir, dişi vampir tasavvuru olarak da “ubırlı karak” olarak zikredildiği bilinmektedir [1].

    Türk inanışlarında ölümden sonra dirilen varlık tasavvurunda “cadılar” da bulunmaktadır. Evliya Çelebi ünlü eseri Seyahatname’de cadılardan bahsetmektedir. Evliya Çelebi, bu eserin Hatukay Çerkezlerlıryla alakalı kısmında Abaza ile Çerkez toprakları arasındaki Obur dağı bölgesinde bulunduğu esnada bölge halkı tarafından Obur ismi verilmiş yüzlerce yaratığın gökyüzünde savaşması hadisesini anlatmaktadır. “Meğer obur demek sehhâr câzûlara derlermiş” diyerek bu yaratığın Türklerde karşılığının cadı olduğunu vurgulamıştır.  Ölüm sonrası mezardan kalkarak canlıların kanlarını emen bu oburlarının mezarlarının “Obur tanıtıcı” denen ihtiyarlar tarafından tespit edildiğinden ve mezarı bulunanların göbeklerine kazık saplanarak ve daha sonra yakılarak ortadan kaldırılabileceğinden bahsetmektedir. Bu özellikler batı folklorundaki vampir tipine epey benzemektedir [6]. Evliya Çelebi’nin bahsettiği bir diğer cadı vakası Bulgaristan’ın Çalıkavak köyünde vuku bulmuştur.

    Cadı/Hortlak Osmanlı döneminde resmi devlet kayıtlarında görülmektedir. Kanuni dönemi şeyhülislamı Ebussuud efendinin fetvasından başlayarak bu vakaların Osmanlı’da 300 sene boyunca ciddiye alındığının göstergesidir. Cadı vakalarına devletin bu kadar önem vermesi, vakaların vuku bulduğu bölgelerden dışarı göçü tetikleyebileceği endişesidir. Fetva günümüz Türkiye Türkçesi ile şöyledir [1]:

    Mesele: Bazı kişiler ölüp gömüldükten sonra, mezarında kefenini yutup(?), uzuvlarına kan gelip bedeni kızıllaşmış olursa, bu şekilde olmasına bir neden var mıdır?

    Elcevap: Olmuş ise bu Hak Teala’nın mübarek isteğidir. “Hayatında yaptıkları işlerde ve ahlakta kendilerine ortak olan şeytani nefislerin bazı cesedine [yani günahkâr kişinin cesedine] ilişip ortak işlere alet edinir [Yani bedenini kullanır]” demek vardır. Allah’ın kudretinden beklenmedik değildir.)

    Bu Sûrette: Açıklanmış neden üzerine bulunduğu takdirce, sözü geçen ölüye ne olmalıdır/ne yapılmalıdır?

    Elcevap: Yeniden gömmek gerektir, Müslüman adına ise zararı yoktur.

    Bu Sûrette: Bazı kişiler mezarından çıkarıp yakmaya şeriata göre kudret sahibi olurlar mı?

    Elcevap: Olmazlar.

    Mesele: Rumeli’de, Selanik’e bağlı bir köyde, Hristiyanlardan bir kişi ölüp gömülmesinden birkaç gün geçtikten sonra gece yarısında akrabasının ve diğer insanların kapılarına gelip “bre filan gel seninle falana gidelim” deyip, ertesi gün o kişi de ölüp ve birkaç günden sonra birine daha seslenip, o kişi dahi ölüp sözün kısası bu biçimde birçok kişi öldüğünde, Müslüman olmayanların böyle kırıldıklarını görüp, Müslüman ahaliden o köyde bulunan bazı kişiler, korkularından firar etmek istemeleri şeriata uygun mudur?

    Elcevap: Olmaz, özellikle bu Müslüman olmayan kasaba konusunda görüşmelerinden sonra, Müslümanlara gereken emir işlerin sahiplerine görev olarak verilmelidir.

    Mesele: Adı geçen konuda hikmetin ve illetin de ortadan kaldırılması için çarenin belirtilerini izah etmek ve açık hale getirmek, icab edenin [yapılması gerekenin] sebebi ile bağışlana [söylene].

    Elcevap: Bu takım işlerin hikmet ve illetini açıklamada dil aciz ve zihinler kusurludur ve araştırmada ehil olanların uzun uzadıya açıklamalarına uygun değildir. Ortadan kaldırılmasına çare şudur: Olayın olduğu gün mezara gidip önce çıplak bir sopayla [uğurlu sayarak] kalbine ulaşacak şekilde yere çaksınlar, beklenendir ki [hortlak/ölü] defedilsin. Eğer olmazsa, benzinde kızıllaşma olursa [yani tenine kandan kırmızılaşmışsa] başını kesip ayağının olduğu yere atsınlar. Eğer bozulmayı bırakmışsa [yani ceset çürümemiş ise] başını kesip ölünün ayağının ucuna koysunlar). Olduğu kadar bu aşamalarla ortadan kaldırılamamışsa, cesedi çıkarıp ateşte yaksınlar. Selef-i sâlihin zamanlarında [yani İslam’ın ilk yüzyılında yaşayan Müslümanların döneminde] ateşte yakmak pek çok kez olmuştur.

    Bu cadı-hortlak vakalarından en bilineni 1833 yılında dönemin resmi gazetesi Takvim-i Vekayi’de Bulgaristan’ın Tırnova kasabasının kadısı Ahmed Şükrü Efendi’nin bir hortlak olayından bahsetmesidir. Ahmed Efendi’nin gazetede yayımlanmış mektubu, iki yeniçerinin mezarlarından hortlayıp cadı oldukları ama icaplarına bakıldığını anlatır. Mektup civar kasalardan birinden işi cadı çıkartmak olan Nicola adında bir Rum ile anlaşıldığını ve bu Rum’un resimli bir tahta ile kasaba mezarlığına giderek hortlakların mezarlarını tespit ettiğini anlatır:

    Cadıcı Nikola, bunların sonsuza kadar yok edilmeleri için karınlarına birer ağaç kazık saplanması ve yüreklerinin de kaynar suya atılarak haşlanması gerektiğini anlattı. Cesetlerin mezarlarından çıkarttıktan sona karınlarına kazık sapladık, yüreklerini sökerek kaynar suya atıp haşladık. Nikola, daha sonra cesetlerin yakılması gerektiğini söyledi. Bu işin şeriata uygun olduğuna karar verilince cesetler hemen oracıkta yakıldı ve böylelikle kasabamız bu cadı belâsından çok şükür kurtulmuş oldu! – Ahmed Şükrü Efendi

    Bu hadisede hortlakların yeniçeri mezarlarından çıkması dönemin sosyal ve siyasi atmosferinden bağımsız düşünülmemelidir, çünkü olayların yaşandığı tarihte Yeniçeri ocağının II. Mahmut tarafından kaldırılması üzerinden fazla zaman geçmemiştir. Dolayısıyla, olayın bir kara propaganda olma ihtimali göz ardı edilmemelidir.

    Yine Osmanlı belgelerine geçmiş 1110 (1698-1699) civarı Edirne’de vuku bulmuş iki hortlak/cadı vakası vardır [6]. Bu vakalar halkta ciddi huzursuzluğa sebep olmuştur. İlk vakada cadı olduğu ileri sürülen kişi Müslüman bir erkektir. Edirne Kadısı, Ebussuud efendinin hortlak fetvasının bir suretini bulamadığı için payitahta müracaat etmiştir. Verilen cevap mezarın bu işleri bilen biri tarafından açılması ve cesette cadılık işaretlerinin (cesedin kırmızıya dönüşü) aranmasıdır ancak belgelerde bu vakayla alakalı bilgiler bu kadardır. İkinci vaka üç ay önce vefat etmiş bir kadındır. Kadın olduğu için bilirkişiler cenazeye bakamayacağı için dört kadın şahitliğinde cesedin çürümediğini ve kırmızıya döndüğü tespit edilmek suretiyle payitahttan gerekenin yapılması emri gelmiştir.

    1743’te Terkos’a bağlı Yeniköy mezarlığında yaşanan cadı vakasında merkezle bu iki vakaya benzer bilgi alışverişi yapılmamış ve merkeze direkt olarak cesedin yakıldığı bildirilmiştir:

    Bu arada naibin, cadının ortadan kaldırılmasında kullanılan yöntem hakkında merkez ile yeni bir yazışmaya girişmeye gerek duymayışını, diğer illerde uygulana gelen cadı yakma geleneğini emsal göstererek açıklamış olması önemlidir. Bu açıklamadan, Terkos cadısının ortaya çıktığı günlerde, civarda kendi cadıları ile meşgul olan başka yerlerin de bulunduğunu anlıyoruz. [6]

    1836-1839 yıllarına ait Osmanlı Makedonya masarif defterleri, masrafları devlet tarafından ödenen ve “cadıcılar” veya “cadı üstadları” olarak adlandırılan insanların kayıtlarını içermektedir. Bunlar, cadı vakalarıyla ilgilenen görevliler olduğunu göstermektedir.

    Aslında günümüz Türkiye’sinde birçok neslin hayatına bir Arzu film ve Yeşilçam klasiği olan Süt Kardeşler filmiyle (Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın halk arasındaki batıl inançları anlattığı ve eleştirdiği Gulyabani adlı romanından uyarlama) giren Gulyabani, Türk kültürünün köklü inanç ögelerinden birisidir. Metruk yerlerde, harabeler ve mezarlıklarda görülen, uzun boy ve uzun beyaz sakala sahip olarak tarif edilen Gulyabaninin geceleri mezardan hortlayıp çıkarak insanları yediğine inanılır ve bu yönüyle hortlak-cadı ve Batı mitolojilerindeki vampirlere benzemektedir [2]. Köken olarak İslam öncesi Arap mitolojisinde çöllerde insanları yollarından saptırarak yiyen Ghul isimli varlığa dayanmaktadır. İngilizceye Ghoul, Farsçaya Gol-i Beyâbânî ve Türkçeye Gulyabani olarak geçmiştir ve insanın ansızın karşısına çıkan hayalet ve hortlak anlamında kullanılır [4].

    Sakarya’nın Akyazı ilçesinin tipik dağlık bir Karadeniz köyü olan Yeniköy’de 2014’te yaşanan olaylar Gulyabani benzeri halk korku ögelerinin kırsalda halen güçlü olduğunu göstermektedir. Köylülerin iddialarına göre, Ramazan ayından bir hafta öncesinde geceleri köyde beyaz sakallı, beyaz kıyafetli ve uzun boylu bir adam görülmüş. Bu tarifin kültürümüzde Gulyabani olarak bilinen esrarengiz varlığa çok benzediği açıktır. Köylülerin “Beyaz Adam” diye bahsettiği bu varlık, evlerin kapılarını zorlamış ve pençeleri taslamış. Önce tüfeklerle geceleri nöbet tutmaya başlayan köylüler, çabalarına rağmen Gulyabani’yi yakalayamamış ve tanıkların sayısı da artınca olayı Jandarma’ya bildirmişler. Jandarmanın bölgede yaptığı arama çalışması sonuç vermemiş [3].

    Kaynakça

    [1] Türk Kültüründe Hortlak-Cadı İnanışları, Mehmet Berk Yaltırık

    [2] Türk Söylencelerinde “Gulyabani”, Athellass

    [3] ‘Gulyabani’ ilçeyi karıştırdı, ‘gördüm’ diyen bile var, Cumhuriyet Gazetesi

    [4] Akyazı’daki Gulyabani Yabancımız Değildir, Bizde Bol Bol Örneği Vardır, Murat Bardakçı

    [5] Vampir, Hatice Şirin User

    [6] Osmanlı Devleti’nde Cadılar Üzerine Bir Değerlendirme, Zeynep Aycibin

    [7] Türk Halk Kültüründe Memoratlar ve Halk İnançları, Özkul Çobanoğlu

  • Türk Milliyetçiliğinde Dönüm Noktası: 3 Mayıs 1944 Irkçılık-Turancılık Davası

    Türk Milliyetçiliğinde Dönüm Noktası: 3 Mayıs 1944 Irkçılık-Turancılık Davası

    Cumhuriyet tarihinde Türk milliyetçiliği birkaç kez kritik dönemeçlerle karşılaşmıştır. Bu paradigmatik kırılma noktalarının ilki ve belki de en mühimi, 1944 senesinde görülen Irkçılık-Turancılık davasıdır. Bu yargı süreci, ulusal basında geniş yankı uyandırmış ve Türk siyasi tarihinin seyri üzerinde büyük etki yaratan olaylardan biri olarak tarihe geçmiştir. Türkçülük ideolojisinin devlet tekelinden çıkarak sivil bir hareket olarak müstakil bir kimlik kazanması, bu yargılamaların neticesinde gerçekleşmiş; resmi milliyetçilik paradigması ile sivil milliyetçilik konsepti arasında belirgin bir ayrışma ortaya çıkmıştır. Günümüzde 3 Mayıs, Türkçülük Günü olarak anılmaya ve kutlanmaya devam etmektedir. Bu hukuki süreç ve beraberindeki gelişmeler, dönemin Türk dış politikası dinamikleri ve uluslararası siyasi konjonktüründen izole bir şekilde değerlendirildiğinde eksik bir analiz ortaya çıkacaktır [1]. 1940’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin küresel güç olarak etkinliğini arttırması paralelinde, Türkiye’deki Marksist ve Komünist hareketler de ivme kazanmaya başlamıştır. Buna ilaveten, Türk hükümeti, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’nın yenilgiye uğrayacağını ve Sovyetler Birliği’nin yükselişini öngörerek, Moskova ile ilişkilerini iyileştirmek amacıyla, ülke içinde anti-komünist faaliyet gösteren Türkçü-Turancı çevreleri hedef almıştır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 19 Mayıs 1944 tarihinde Gençlik ve Spor Bayramı münasebetiyle gerçekleştirdiği konuşmasında, henüz yargılama süreci başlamamış Türkçü fikir adamlarını “suçlu” olarak nitelendirerek, peşinen mahkûm etme yoluna gitmiştir. Bu hitabında Turancılık ideolojisini zararlı ve hastalıklı bir düşünce akımı olarak tasvir etmiştir:

    Türk milliyetçisiyiz, fakat ülkemizde ırkçılık prensibinin düşmanıyız… Turancılar, Türk milletini bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için birebir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar bilinçsiz ve vicdansız bozguncuların yalan dolanlarına Türk milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız. Bozguncular genç çocukları ve saf vatandaşları aldatan düşüncelerini millet karşısında açıktan açığa tartışmayacağımızı sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır… Vatandaşlarım! Emin olabilirsiniz ki, vatanımızı bu yeni fesatlara karşı da kudretle müdafaa edeceğiz [1].

    Cumhuriyetin kuruluş döneminde milliyetçilik, devlet tarafından sistemli bir şekilde formüle edilmiş ve uygulamaya konulmuştur. Bu resmi milliyetçilik anlayışı, Atatürk’ün vefatının ardından giderek artan eleştirilere hedef olmuştur. Bu eleştiriler, 1940’lı yıllarda resmi milliyetçiliğe alternatif bir sivil milliyetçilik akımını temsil eden Türkçü-Turancı gruplarla doruk noktasına ulaşmıştır. Bu ideolojik ayrışmanın anlaşılabilmesi için Türk milliyetçiliğinin tarihsel gelişimini incelemek gerekmektedir. Türk milliyetçiliği, iki temel yaklaşım çerçevesinde evrilmiştir. Ziya Gökalp’in önde gelen temsilcilerinden olduğu ekol, Fransız milliyetçilik modelini esas alarak etnik köken veya soydan bağımsız bir Türk milleti kavramını benimsemiştir. Gökalp’in tanımına göre millet, aynı terbiyeyi almış ve ortak kültürel birikime sahip insan topluluğudur. Dil, toplumu birleştiren ve bir millet kılan temel araç olarak kabul edilmiş, bu milliyetçilik anlayışı dönemin tarihsel şartları doğrultusunda, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını engelleme amacıyla şekillenmiştir. Bu yaklaşımda Türklük, anayasal bir kimlik olarak tanımlanmış ve coğrafi temelli bir milliyetçilik anlayışı ön plana çıkarılmıştır. Diğer milliyetçilik akımı ise, Rusya’da yaşayan Türk topluluklarının Rus devletine karşı verdikleri varoluş mücadelesinden doğmuş, bu nedenle etnik temele daha fazla vurgu yapan bir düşünce sistemi olarak gelişmiştir. Yusuf Akçura’nın başlıca temsilcilerinden olduğu bu ekolde, millet tanımı coğrafyadan ziyade ortak soy ve tarihsel bağlara dayalı olarak formüle edilmiştir ve Turancı ideallere sahiptir.

    Cumhuriyet dönemi milliyetçilik anlayışı, ulus-devlet yapılanması temelinde bu iki ekolün sentezini oluşturmuştur. 1930’lu yıllarda gerçekleştirilen Türk Dil Devrimi ile dilde sadeleşme çalışmaları ve bizzat Atatürk’ün desteğiyle şekillenen Türk Tarih Tezi aracılığıyla Anadolu merkezli yeni bir “Türk” kimliği tanımlanması çabaları, bu dönemde milliyetçilik kavramının genel olarak batılılaşma ve modernleşme hedefleriyle aynı bağlamda değerlendirildiğini göstermektedir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1935 yılı parti programında milliyetçilik, “ilerleme ve gelişme yolunda ve uluslararası değerlerde ve ilişkilerde Türk toplumunun çağdaş uluslarla yan yana ve uyum içinde yürümesi” şeklinde formüle edilerek resmi devlet ideolojisinin temel bir bileşeni olarak konumlandırılmıştır. Resmi milliyetçilik söylemi, Türklerin milattan önceki dönemlerde Orta Asya’dan göç ederek Hitit ve Sümer gibi önemli medeniyetlerin kurucuları olduğu tezini vurgulayarak Batılı ve seküler bir Türklük tanımı ortaya koymuştur. Türk tarihinin Selçuklu ve Osmanlı dönemlerini ikincil konuma iterek, Türk kimliğini Anadolu coğrafyasıyla sınırlandıran ve dar bir çerçevede tanımlayan, Pantürkizm ve Turancılık akımlarını emperyalist ve maceracı olarak niteleyen bu milliyetçilik perspektifi, tarih yazımı ve coğrafi tasavvur bağlamında Türkçü-Turancı entelektüeller tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Bu düşünürler, 3 Mayıs süreciyle birlikte resmi milliyetçilik anlayışından tamamen farklılaşan bir sivil milliyetçilik paradigması geliştirmişlerdir [1].

    İsmet İnönü’nün “Milli Şef” olarak ülkeyi tek parti rejimiyle yönettiği yıllarda, dönemin başvekili (başbakan) Şükrü Saracoğlu mecliste 5 Ağustos 1942’de TBMM’de yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:

    Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız [5].

    Dönemin önde gelen Türkçü yazarlarından, tarihçi ve Türkolog Hüseyin Nihal Atsız, 1944 yılında Orhun dergisinin Mart ve Nisan sayılarında “Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Açık Mektup” başlıklı iki yazı kaleme almıştır. Bu açık mektuplarda Atsız, Başbakan Saraçoğlu’nun milliyetçilik vurgusu yapan konuşmasını hatırlatarak, bu söylemlerin aksine uygulanan bazı politikaları keskin bir üslupla eleştirmiştir. Atsız, bu yazılarında Milli Eğitim Bakanlığı’nda görevlendirilen Sabahattin Ali ve Ahmet Cevat Emre gibi bazı isimlerin komünist eğilimli olduklarını ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarına aykırı faaliyetler yürüttüklerini iddia etmiştir. Milli eğitim politikalarının Türk karşıtı yaklaşımlara ve komünist faaliyetlere müsamaha gösterdiğini öne süren Atsız, eğitim sisteminde milliyetçilik prensiplerinden uzaklaşıldığı yönündeki endişelerini dile getirmiştir. Mart ayında yayımlanan mektubun bazı kısımları şu şekildedir:

    Sayın Türkçü Başvekil!

    Yukarıda anlattıklarımı münferit vak’alar olarak sayamayız. Solculuk, gördüğü müsamaha ve kayıtsızlıktan faydalanarak sinsi sinsi ilerliyor. Liselerde bu fikre saplanmış hastalar görülüyor. Bunlar arkadaşlarına “Yakında hepiniz komünist zindanlarında çürüyeceksiniz” demek cür’etini gösterebiliyor. Yüksek öğretimde bu hastalık daha çok artıyor. Arasına gayrimemnunları, gayri Türkleri de alarak büyüyor. Yalnız mahrem ve samimî düşünce hâlinde kalmayarak hareket hâline geçiyor. Boy boy dergiler çıkıyor. Bu dergilerde aynı teranelerle ahlâka, vatan ve şeref duygusuna, millet hakikatına saldırılıyor. Taassupla mücadele ediliyormuş gibi gözükerek mukaddesatla eğleniliyor. Bu dergilerden biri kapatılınca aynı imzalarla bir başkası çıkıyor. Bu işsiz güçsüz serseriler parayı nereden buluyor? Satılmayan bedava dağıtılan dergileri nasıl yaşıyor. Fakat en zorlusu siz bunlara nasıl göz yumuyorsunuz? Dergilerle ve hatta günlük gazetelerle işlenen bu vatan düşmanı fikrin bazen devletçi, bazen vatancı, bazen insancı, bazen ilimci kılıklarla Türk milletini zehirlemesine niçin müsaade ediyorsunuz?

    Niçin bu memlekete istiklâli çok görmüş, onu başkalarına köle etmek istemiş olanlara yüksek makamlarda yer veriyorsunuz? Bunlar demokrasinin icapları ise o zaman memlekette, bilhassa ilmî alanda da geniş bir fikir hürriyeti olması gerekir. Bu sözlerim, demokrasiye has tesamuh ile karşılanırsa daha söyleyecek çok sözlerim vardır. 0 zaman ben size ilmî sahada bile fikir hürriyetinin nasıl olmadığını, bu hürriyeti boğmaya çalışanların kimler olduğunu, bizi başkalarına köle etmek istedikleri hâlde mühim mevkiler işgal edenlerin listesini, Türkçülükle eğlenen, Türk geldiğine pişman olan öğretmenlerin kimler olduğunu söyleyebilirim ve inanın ki sözlerimi şahitler ve maddî deliller ile ispat edebilirim. Fakat bunun için bu ön sözümün karşılanacağını bilmem lâzımdır. Bu sözlerimin göreceği Türkiye’de ciddî bir yazı hürriyetinin olup olmadığını gösterecek, millet fertlerinin hiçbir karşılık beklemeden hükûmete yardım etmesi kabil midir bunu ortaya koyacak, sizin de hakikî bir demokrat olup olmadığınızı belirtmek bakımından pek önemli bir sonuç vererek daha birçok karanlık noktaları aydınlanmasına yardım edecektir. Aksi taktirde, eski bir tarihî efsaneyi tanzir ederek diyebilirim ki 700 yıl önce Anadolu’ya gelen 400 arslana karşılık, bugün 400 koyun hâlinde çadırlarımızı yeniden dererek arslanların geldiği yolun tam dikine doğru yola koyulmamız gerekecektir [7].

    Bu mektupların yayımlanması üzerine Sabahattin Ali, Nihal Atsız’a hakaret davası açmıştır. Bu dava, sonradan açılacak olan kapsamlı Irkçılık-Turancılık davasından ayrı olarak, iki şahıs arasındaki bir ihtilaftır. Sabahattin Ali’nin bu davayı açmasında dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve Ulus gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay’ın teşvik edici rol oynadığı iddia edilmektedir [1]. Davanın ilk duruşması Nisan ayının sonlarında gerçekleştirilmiş, ikinci duruşma ise 3 Mayıs tarihinde görülmüştür. Başlangıçta basit bir hakaret davası olarak açılan bu yargılama süreci, ikinci duruşmaya gelindiğinde milliyetçilik ve komünizm ideolojileri arasındaki bir hesaplaşmaya dönüşmüştür. Bu bağlamda altı çizilmesi gereken önemli bir husus, Sabahattin Ali’nin 1932 yılında kaleme aldığı bir şiirde Atatürk’e açıkça hakaret etmesi ve bu sebeple 14 aylık bir hapis cezasına çarptırılmış olmasıdır.

    1944-1945 Irkçılık-Turancılık Davası, esasen bakıldığında, Türkçülük ile komünizm arasındaki çatışmanın Türkçüler aleyhine sonuçlanmasıdır [6].

    İkinci duruşma öncesinde ve süresince Ankara’da yaklaşık on bin milliyetçi genç toplanarak Atsız ve Türk milliyetçiliği lehine, komünizm aleyhine kapsamlı bir gösteri düzenlemiştir. Bu protesto, güvenlik güçleri tarafından sert müdahalelerle bastırılmıştır. O dönemde üsteğmen rütbesinde olan ve gösteriye katılan Alparslan Türkeş de gözaltına alınanlar arasında yer almıştır. Tek parti rejiminin basın üzerindeki sıkı denetimi nedeniyle, 3 Mayıs günü meydana gelen olaylar ulusal gazetelerde yer bulamamıştır. Tanin, Vakit, Cumhuriyet ve Akşam gazeteleri 3 Mayıs tarihli duruşmaya ilişkin haberler yayımlamış; ancak hiçbiri yaşanan protesto olaylarına değinmemiştir [1]. Sabahattin Ali ile Nihal Atsız arasındaki davanın nihai duruşması 9 Mayıs 1944’te gerçekleştirilmiştir. İftira suçundan mahkûm edilen Nihal Atsız, dört ay hapis ve 66 lira para cezasına çarptırılmış, fakat bu ceza ertelenmiştir. Davası 9 Mayıs’ta sonuçlanan Atsız, ertesi gün Ankara’dan İstanbul’a dönüş hazırlıkları yaparken konakladığı otelde gözaltına alınmıştır. Onun tutuklanmasını takiben başka gözaltı operasyonları da gerçekleştirilmiş, 3 Mayıs gösterilerinin sorumlusu olarak görülen Turancı çevrelere ve Türkçü entelektüellere yönelik geniş çaplı operasyonlarda ev aramaları ve gözaltılar yapılmıştır. Bu süreçte gözaltına alınanlar arasında Türk tarihçiliğinin ve Türkoloji’nin önde gelen isimlerinden, İstanbul Üniversitesi’nde Genel Türk Tarihi Kürsüsünün kurucusu Zeki Velidi Togan; ilerleyen yıllarda Milliyetçi Hareket Partisi’ni kurarak Türkiye’de Türk milliyetçiliğinin simge isimlerinden biri haline gelecek olan Alparslan Türkeş; o dönemde henüz 24 yaşında olan ünlü Türkolog, yazar, hukukçu ve Ordinaryüs Profesör Reha Oğuz Türkkan; tarihçi ve dilbilimci Hüseyin Namık Orkun gibi önemli bilim ve düşünce insanları da bulunmaktaydı. Dönemin önde gelen gazetecilerinden Falih Rıfkı Atay, 13 Mayıs 1944’te CHP’nin resmi yayın organı olan Ulus Gazetesi’nde yayımlanan “Biz Tek Bir Cepheyiz” başlıklı makalesinde Turancı hareketi şu şekilde değerlendirmiştir:

    İyi niyetleri, milli denen her şeye derinden bağlılığı gafil avlamağa, alttan alta Anayasa nizamını yıkmağa çalışan, içerde bir faşist diktatoryası kurmağa ve ham hayaller uğruna, bu memleketi dışarda bin türlü sergüzeştçiliğe alet etmeğe savaşan, kökleri, dal budakları ile Romanya’daki Gardistlikten farksız, fırsat gözleyici bir teşkilatlanmadır [1].

    23 kişi “hükümeti devirmek üzere gizli teşkilat kurdukları” iddiasıyla Irkçılık-Turancılık davasında yargılanmıştır. 7 Eylül 1944 tarihinde başlayan yargılama sürecinde ve öncesinde, sanıklar sistematik işkencelere ve çeşitli hukuk dışı uygulamalara maruz bırakılmıştır. İnsanlık dışı nitelikteki “tabutluk” olarak bilinen işkence yöntemleri, 65 oturum süren Irkçılık-Turancılık davasının en çarpıcı yönlerinden biri olmuştur. Ülkenin saygın bilim insanları ve düşünürleri, bir kişinin ancak zor sığabildiği, doğrulmanın mümkün olmadığı ve altından kanalizasyon geçen dar hücrelerde günlerce aç ve susuz tutulmuştur. Tutuklananlar arasında yer alan şair Orhan Şaik Gökyay, mahkemedeki savunmasında şunları söylemiştir:

    Tabutluğa konulduğum zaman tepemde yakılan 1500 mumluk ampullere baktığımda 20. Yüzyıl Türkiye’sinde değil, 14. asır evvelinde kızgın çöllere sokulan mazlum insanları gördüm.

    Tüm baskılara rağmen, yargılanan Türkçü aydınlar, geri adım atmayarak Turancılık düşüncesinin ve Türkiye dışındaki Türklerin çıkarlarını gözetmenin yasal bir suç oluşturmadığını savunmuşlardır. Aynı zamanda, Sovyetler Birliği ve Çin’in Türk dünyası için tehdit unsurları olduğunu vurgulamışlardır. Yargılama sonucunda çeşitli cezalara çarptırılan sanıkların temyiz başvuruları, Askeri Yargıtay’ın kararı bozmasıyla olumlu sonuçlanmış ve tüm sanıklar beraat etmiştir. Böylece, bazı Türkçü aydınlar için yaklaşık bir buçuk yıl süren hapis ve ağır muamele dönemi sona ermiş ve Turancılık düşüncesinin anayasal bir suç teşkil etmediği hukuken tescillenmiştir. Bu davalarda yargılanan Türkçü entelektüeller, tutuklu kaldıkları süre boyunca haksız yere insanlık dışı işkencelere maruz bırakılmış, ancak bu kötü muamelelerin sorumluları yasal olarak hesap vermemiştir. Serbest bırakılmalarına rağmen, bazı aydınlar uzun süre mesleklerine dönememiş veya uzak yerlere sürgün edilmiştir. Nihal Atsız’ın tarih öğretmeni olan eşi, herhangi bir gerekçe gösterilmeden ve soruşturma açılmadan görevinden uzaklaştırılmış, ardından tutuklanmıştır. Davanın absürt boyutları, Atsız’ın Göktürk alfabesiyle yazdığı kişisel not ve mektuplarının “örgütün şifreli yazışması” olarak değerlendirilmesinde açıkça görülmektedir.

    Tutuklular arasında bulunan Reha Oğuz Türkkan o süreci şöyle anlatmıştır:

    Sansaryan hanında (beni) bir hücreye koydular. Yedi yedi buçuk ay o hücrede kaldım. Kimseyle konuşmak yok, gazete yok, kitap yasak, ziyaret yasak. Arkasından işkence zamanı başladı. Savcı geliyor, ifade almak istiyor, ne söylerseniz o kendisine göre yazıyor. İmza atmak istemediğinizde dışardan birilerini çağırıyorlar. Doktor çağırıyorlar ve “Eziyet ve meşakkate müsait mi diye muayene ediniz” diyorlar. Daha sonra beni mutena odaya götürdüler. Mutena oda (burada tabutluk dediğimiz yerden bahsediyor) benden biraz daha büyük ve beton içine oyulmuş bir yer. Kolumuzdan kelepçeyle asıyorlardı ve iki karış havada kalıyordum asılı olarak ve tepeden de ampuller. O ampulleri Nazi Almanya’sından işkence ampulü olarak getirmişler. Biraz sonra bir baktım ki sanki birileri böyle kızgın ateşle bir tornavidayı beynime sokuyor (ampullerin etkisinden bahsediyor). Zaman zaman beni çözüyorlardı ve imzala (sahte ifade) diyorlardı. Ben imzalamıyordum. Bizi 7 ay orada tabutluklar ve hücrelerde tuttular. Bir de yerin dibi vardı, sokak katının daha altında lağım akan akrep dolu bir yerde (tutulduk). Orada Nihal Atsız rekoru kırdı bir hafta kaldı, ben iki gün kaldım. Türkeş de tutuklananlar arasındaydı. Polis tırnaklarını sökmeye kalkmış.

    Askeri mahkemede ifadem alınacağı gece beni uyandırdılar. Bir çocukcağız varmış, Turan markalı çiklet satarmış, bu çocuğu Turancılık yapıyor diye tutuklamışlar. Beni korkutmak için koridorda (çocuğa yaptıkları işkenceyi) seyrettiriyorlar. “Eğer yarın (mahkemede) işkenceden (tabutluklar) bahsedersen senin de göreceğin bu” diyerek çocuğu koşturuyorlar, sonra yatırıyorlar ve falaka dediğimiz o klasik dayağı atıyorlar, yarılıyor böyle tabanın altı. Orada bir tuzlu su dolu kova var ve (kovaya) ayaklarını sokuyorlar [3].    

    Dava Akşam, Cumhuriyet, Tan, Tanin, Ulus ve Vakit gibi gazetelerde geniş yer bulmuş ve kamuoyunu uzun bir süre meşgul etmiştir. Irkçılık-Turancılık operasyonu kapsamında tutuklamaların devam ettiği ve henüz yargı sürecine dahi başlanmadığı günlerde, gazetelerin ekseriyeti konuyla ilgili suçlayıcı ve kesin hüküm niteliğindeki haberler yapmışlardır. Sol çizgideki Tan gazetesi konuyla alakalı bir yazı dizisi yayımlamış ve şu tür ifadeler kullanmıştır:

    Bu asi mahlûkların, ne yapmak istediklerini, biz, kendiliğimizden anlatmak istemiyoruz. Onların, muhtelif tarihlerde kapatılan, Eyüplü Halit gibi, isim değiştire değiştire tekrar çıkan mecmuaları, kitapları, risaleleriyle bugün yakalarına memleketi batırmağa yeltenmek rozeti takılmış olan Nihal Adsız ve Reha Oğuz Türkkanın, birbirleri aleyhine yaptıkları neşriyatı mehaz tutuyor, bu nankör, bu mayasıllı, işkilli ve dingildiyen kafaların birbirleri hakkındaki laflarını aynen yazıyoruz [1].

    Sonuç olarak, 3 Mayıs olayları Türk siyasi tarihinde önemli bir dönüm noktası teşkil etmiş, sivil milliyetçiliğin örgütlenmesini hızlandırarak 1969 yılında Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) kurulmasına giden sürecin katalizörü olmuştur. 1945 yılında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı talep etmesi ve Boğazlara yönelik baskısı nedeniyle Türk-Sovyet ilişkileri kopma noktasına gelmiştir. Bu gelişmeler paralelinde, anti-komünist söylemlerin toplumda yaygınlaşmasıyla, 1944 yılında “aşırı” bulunarak devlet otoritesince bastırılan Turancı ve Türkçü ideolojik yaklaşımlar yeniden güç kazanmaya başlamıştır.

    Bu olayın (Irkçılık-Turancılık davası) önemi nedir? Devlet Türk milliyetçiliğini zararlı bir fikir gibi ortaya koyarak çok büyük bir tahribat oluşturmuştur. Bugün birtakım sıkıntılar yaşıyorsak bu o dönemlerdeki politikaya bağlıdır. Milliyetçilik ve Türkçülük kamuoyunda gözden düşürüldü – Ahmet Bican Ercilasun [4]

    Kaynakça

    [1] Türk Milliyetçiliğinde Yol Ayrımı: 3 Mayıs 1944 Irkçılık-Turancılık Davası, Gökberk Yücel ve Yusuf Ziya Bölükbaş

    [2] 1944 Irkçılık-Turancılık Davası ve Basındaki Tartışmalar, Hülya Öztekin

    [3] Teke Tek Özel, Konuk Reha Oğuz Türkkan

    [4] Tarihin Arka Odası, Konuk Ahmet Bican Ercilasun

    [5] TBMM, Zabıt Cerideleri, Devre 6, Cilt 27, s.24-25

    [6] Hüseyin Nihal Atsız’ın Çıkardığı Orkun Dergisi’nde (6 Ekim 1950-18 Ocak 1952) Dil, Kültür ve Milliyetçilik Hakkındaki Yazılar, Halil Cin

    [7] Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye Açık Mektup, Nihal Atsız

  • Ramazan Özel: Osmanlı İstanbul’unda Ramazan Ayları

    “On bir ayın sultanı” Ramazan ayları, milletimize özgü bir sosyal hayat biçimi oluşturduğu için Türk kültürünün önemli bir parçasıdır. Türk milleti, Ramazan ayını İslam öncesinden gelen köklü gelenek ve görenekleriyle harmanlayarak bu ayı diğer Müslüman milletlere göre birçok yönden farklı yaşamıştır. Ramazanlar, Türk toplumunun misafirperverliğinin ve yardımseverliğinin en güzel örneklerine ev sahipliği yapmıştır. Günümüz Türkiye’sindeki birçok Ramazan ritüel ve adeti Osmanlı dönemi İstanbul’unda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, Ramazan aylarında çehresi baştan aşağı değişen İstanbul özelinde bu aya özgü gelenekleri incelemek, kültürümüzü daha iyi tanımaya ve gelecek kuşaklara aktarmaya yardımcı olacaktır. 1575 yılının Ramazan ayında İstanbul’da olan Seyyah Schweigger gözlemlerini şöyle aktarmıştır [2]:

    Oruç zamanı yılın bolluk ve bereket içinde geçen bir dönemidir. Bu yüzden Türk halkı Ramazan’ı büyük bir hevesle bekler. Bir ay süren oruç ayında Türkler yemek ve sudan kesilir, gökyüzünde yıldızlar görününceye kadar bu açlık devam eder. Camilerin balkonunda tahta fenerlerin içinde kandil aydınlatması asarlar. Bir ip yardımıyla iki minare arası görkemli yazılar asarlar. Bu ayda çocuklara, yaşlılara, hastalara gereksinimleri olduğu kadar yiyip içme fırsatı verilir. Bu bereket ve bolluktan sadece insanlar değil, hayvanlar da nasiplenir. Kedi köpeklere de sadaka verilir. Şehzade Mehmet Camiinin önünde her gün ikindi vakti otuz kırk aç ve perişan kedi toplanır. Türkler buraya gelerek onlara et ve ciğer parçaları atar. Bu onlar için büyük bir sadaka niteliğindedir. Zayıf olan hayvanlar bunları yer. Bazı kişiler kafesteki bir kuşu satın alıp onu serbest bırakarak sevap kazanmaya çalışır.

    Tarihi belgelerden, Ramazan ayı yaklaştığı zaman toplumun her kesiminde hummalı bir hazırlık süreci başladığını anlıyoruz. “Ramazan Tenbihnâmeleri”, Ramazan ayının en iyi şekilde geçmesi için devletin yayınladığı, halkın dikkat etmesi gereken hususları ve bu aya özel birtakım kuralları içeren belgelerdir [1]. Tenbihnâmeler, namazların cemaatle kılınması, kişisel hijyene ve işyerlerinin temizliğine dikkat edilmesi gibi tavsiyeler ve bu aya özel çarşı ve pazarda fiyat düzenlemeleri gibi kurallar içermiştir. Ayrıca, Ramazan ayı boyunca halkın ihtiyaç duyacağı temel gıdaların teminine büyük önem verilmiş, yapılan stokların kalitesini denetleyecek ve yüksek fiyatları engelleyecek (narh sistemiyle üst fiyatlar belirlenmiştir) tedbirler alınmıştır. Kadılıklar başta temel gıda malzemeleri olmak üzere ürünlerin fiyatlarını belirlemiş, sebze ve meyve pazarlarındaki fiyatlar bu aya özel ucuzlatılmıştır. Ramazan boyunca tüm fırınlar, bizzat Padişah tarafından onaylanan ekmek numunesine uygun ekmekler pişirmiştir. Ayrıca, padişahların halkın arasına kılık değiştirerek karıştığı “Tebdil-i kıyafet” uygulaması her zamankinden daha sık yapılmıştır. Ramazan ayına kısa bir süre kala evlerin baştan aşağı temizlenmesi, mutfakta kullanılan bakır tencerelerin ve tabakların kalaycıya yollanması ve herkesin hamamlara giderek yıkanmaları bir gelenektir. Özellikle Ramazan ayının kış aylarına geldiği yıllarda, mevsiminde topluca alınan meyve ve sebzelerle yapılan ve Ramazaniyelik adi verilen kurutulmuş sebzeler, konserve, turşu, reçel gibi yiyecekler ve hazırlanmıştır. Durumu iyi olmayanlar için Türk kültüründe büyük bir yere sahip vakıflar Ramazan aylarında aktif şekilde çalışmışlardır. Durumu iyi olanlar konaklarında büyük sofralar kurdurmuş ve zengin fakir her kesimden insanı misafir etmişlerdir. Ramazan’ın ilk günü devlet daireleri tatil edilmiş, sonrasında resmi olmasa da yarım gün gibi çalışılmıştır. Tanzimat’tan sonra Ramazan boyunca İstanbul’da kalan Fransız gezgin Gerard De Nerval’in gözlemleri şu şekildedir:

    Ramazanda herkes her eve girebiliyor ve orada verilen yemekleri yiyebiliyordu. Fakir ve zengin bütün Müslümanlar güçleri nispetinde bu dini görevi yerine getirmeye çalışıyordu. Üstelik evlerine gelen kimselerin Müslüman olup olmadıklarına da bakmıyorlardı [2].

    İslam’da Ramazan orucunun başlangıcı Kameri (ay) takvim ile belirlenir. Bu takvimde, aylar hilalin batıda gözlemlenmesiyle başlar ve bazen 29, bazen 30 gün çeker. Osmanlı döneminde, İstanbul Kadılığı, Ramazan’ın başlangıcını, Ramazan ve Kurban bayramlarının tarihlerini rüyet-i hilal’i esas alarak belirlemiştir. Hilali gördüğünü iddia edenler kadılığa başvurmuş, eğer bu diğer şahitler tarafından da doğrulanırsa hilali görene ve buna tanık olanlara çeşitli hediyeler verilmiştir. Ay gözlemleri için Süleymaniye, Fatih, Edirnekapı, Cerrahpaşa gibi bazı cami minareleri ve büyük tepeler gibi belirli noktalar kullanılmıştır.  

    İstanbul Kadısı Efendi dailerinin i’lamıdır. Fezleke-i meali ruyet vaki olur’ ise pazar günü ibtidası şehr-i siyam olub ruyet vaki’ olmadığı halde hasbel-sübut Pazar ertesi gününde sıyama başlanması…

    “İstanbul Kadısı Efendi’nin bildirgesidir. Eğer hilalin görünmesi gerçekleşirse, pazar günü oruç ayının başlangıcı olur; ancak hilalin görünmemesi durumunda, kesin olarak pazartesi günü oruca başlanacaktır.”

    İstanbul Kadılığı tarafından yayımlanmış bir belge [1]

    Hilalin görülmesiyle camiler mumlar, kandiller ve mahyalarla süslenerek Ramazan ayının başladığı ilan edilir, top atılmasıyla ve sokak sokak davulların çalınmasıyla halk Ramazan ayına girildiğini öğrenmiştir. Özellikle tek minareli camilerin şerefelerinden (minare balkonu) külah kısımlarına kandillerle donatılması geleneğine “kaftan giydirmek” denilmiştir.

    30 Temmuz 1554’te Türkler İstanbul’da oruç tutmaya başladılar. 29 Temmuz’da Ay’ı görmüşler. Ruyet-i hilali tespit edip, bunu şahitle ispatlayan kişilere hediye olarak birkaç altın verdiler. Herkesin haberi olsun diye minarelere kandiller astılar. Yağmur ve rüzgar zarar vermesin diye üstlerini kapadılar. Gökteki Yeni Ay’ı matematiğe ve astronomiye dayanarak bulamazlar. Ancak gökyüzünde ayı gördüklerinde oruca başlarlar – Alman seyyah Hans Dernschwam [1]

    Cami minarelerinin arasına iple kandiller asılarak oluşturulan şekil ve yazılara mahya denmiştir. Sultanahmet, Fatih, Süleymaniye gibi selatin camileri (Osmanlı padişahlarınca ya da padişah eşlerince yaptırılan büyük, görkemli camiler) ve Ayasofya gibi kıymetli camiler mahyalarla donatılarak Ramazan aylarının sembolü olmuştur. Mahyanın I. Ahmed dönemi Fatih cami müezzini Hattat Hafız Ahmed Kefevi tarafından 1614 yılında icat edildiği düşünülmektedir, fakat 1578-1581 yılları arasında İstanbulʹda Ramazan ayını yaşayan seyyah Solomon Schweigger mahyalardan bahsetmektedir:

    Bu ayda iki minare arasına bir ip gerilir. Buna bağlanan kısa ve uzun başka iplere kandiller asılır ve böylece dolunay ya da hilâl doğmuş gibi bir görüntü oluşturulur. Bu şekilde asılan iki yüz veya daha fazla kandille başka şekiller de yapılır. Çok görkemli görüntüler meydana getirilir.

    Zamanla önemi artan mahyalar bir sanat dalı gibi kabul görmüş, İstanbul dışında Edirne, Bursa ve Konya gibi şehirlerde de bir gelenek halini almış ve mahya tasarlamak bir meslek olmuştur. Ramazan’ın on beşinden sonra kısa yazılı mahyalar yerlerini resim tasvir eden mahyalara bırakmıştır [1]. Türk tarihinin en büyük hezimet ve travmalarından biri olan Balkan Savaşları zamanında dini mahyalar dışında “Hilal-i Ahmer’i unutma” ve “Muhacirine yardım ediniz” gibi mahyalar kurulmuştur.

    Mahyacı Ahmet ve İrfan efendilerin kendi defterlerinden kurdukları resimli mahyalar

    Türk kültürünün Ramazan ayı üzerindeki belirgin etkilerinden birisi Ramazan geceleridir. Diğer Müslüman milletlerin ülkelerinin aksine, Ramazan gecelerinin renkli eğlenceleri bir gelenek olmuştur. Ramazan akşamlarında şehirler bambaşka bir havaya bürünmüş ve sosyal hayat tamamen değişmiştir. Normalde hava karardığında tamamıyla biten toplumsal yaşam Ramazan aylarında gecelere taşınmıştır. Osmanlı dönemi İstanbul’unda iftar ve sahur arası sokaklar hep çok kalabalık olmuş, sabaha kadar açık dükkanların kandilleri ve fenerleri sokakları aydınlatmıştır. Misafir ağırlamalar, büyük ziyafetler ve konaklarda verilen iftarlarla halk hiç olmadığı kadar sosyalleşebilme imkanı bulmuştur. Teravih sonrası Ramazan’a özel kahvehane ve çayhanelerde Hacivat ve Karagöz oyunu ve meddahlar gibi eğlenceler düzenlenmiştir.

    Karagöz ve Hacivat, iki boyutlu tasvirlerin “Hayali”, “Kurgusal” veya “Karagözcü” olarak adlandırılan bir sanatçı tarafından bir perdenin arkasında oynatıldığı Türk gölge oyunudur. Haklarında birçok rivayet olmasına karşın, Karagöz ve Hacivat’ın yaşayıp yaşamadığı, yaşadıysa nerede veya nasıl yaşadığı, oyunun ortaya nasıl çıktığı kesin olarak bilinmemektedir. Bir görüşe göre Mısır’ın fethi sonrası Mısır’da gölge oyununu gören Yavuz Sultan Selim’in bunu İstanbul’a getirdiğidir. Bir diğer görüş ise, 15.yy’da II. Bayezid döneminde İspanya’daki Hristiyan zulmünden kaçıp Osmanlı topraklarına yerleşen Seferad Yahudilerinin İspanya ve Portekiz’den gölge oyununu getirdiğidir. Karagöz ve Hacivat, zamanla divan ve halk edebiyatı, sanat ve halk müziği ve Türk mizah anlayışından beslenerek her yönüyle Türk halk kültürünün aynası olmuştur [1]. Oyun, Karagöz ve Hacivat’a ek olarak imparatorluğun farklı etnik, dini ve sosyal sınıflarının klişe ve kalıp özelliklerini temsil eden Laz, Rumelili, Kayserili, Muhacir, Arnavut, Kürt, Arap, Acem, Yahudi, Rum ve Kekeme gibi birçok karaktere ev sahipliği yaparak oynandığı dönemlerin toplumsal nabzını tutmuştur. Eğitim görmemiş, cahil ve genelde işleri yolunda gitmeyen ama dürüst bir halk adamı olarak yansıtılan Karagöz karakteri ile kurnaz, eğitimli ve düzgün konuşmasını bilen bir “İstanbul Çelebisi” olan Hacivat karakteri arasındaki anlaşmazlıklar ve çatışmalar oyunun ana mizah kaynağı olmuştur. Şeyh Küşteri’yi oyunu yaratan kişi olarak gören Karagöz oynatıcıları oyunun perdesine “Küşteri Meydanı” demişlerdir. Oyun Mukaddime, muhavere, fasıl ve bitiş olarak dört bölümden oluşur. Mukaddimede Hacivat’ın semai/perde gazeli okuyarak Karagöz’ü çağırır ve kısa bir atışma olur. Muhaverede Hacivat ve Karagöz bir konu hakkında konuşurlar. Fasıl oyunun asıl kısmı olup, bu kısımda hikaye gelişirken yan karakterler de oyuna dahil olur. Bitiş bölümü kısa olup “Yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber vereyim heman” ve benzeri repliklerle oyunun bittiği vurgulanır ve müzikle kapanış yapılır. Karagöz oyunu kendine has bir musiki geliştirmiştir. IV. Murad (1623-1640), III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmud (1808-1839) gibi padişahların sarayda perde kurdurup Karagöz oyunu oynatmaları, bu oyunun halktan saraya her kesimin ilgi odağı olduğunu göstermektedir. Karagöz oynatıcılığı, zamanla kendi esnaf loncasına bile sahip olan bir meslek dalı olmuştur. Bu mesleği yapmak isteyen sanatkarlar bu loncalarda aldıkları eğitim sonucu ustalarından icazet almayı başarırlarsa kendi perdelerini kurmaya hak kazanmışlardır.

    Tarihi 19. yy. başlarına uzanan orta oyunu, sahne ve perde gibi dekorların kullanılmadığı, halkın önünde oynanan çok oyunculu ve müzikli geleneksel Türk tiyatrosudur. Osmanlı’da Ramazanların vazgeçilmezi olmuştur. Karagöz ve Hacivat oyununun tiyatro gibi oynanan versiyonu olan orta oyununda, Kavuklu ve Pişekâr karakterleri Karagöz ve Hacivat karakterlerine tekabül eder. Etrafını seyircilerin sardığı bir meydanda “Yeni Dünya” isimli bir paravanın önünde oynanır. İki iskemleyle birlikte bu paravan evi temsil eder. Giriş, muhavere, fasıl ve bitiş olarak dört bölümden oluşur. Genellikle doğaçlama yapılan orta oyunu, usta çırak ilişkileriyle nesilden nesile taşınmıştır. Münir Özkul’a devrettiği fesi ve kavuğuyla bilinen İsmail Hakkı Dümbüllü orta oyununun son temsilcisidir.

    Karagöz ve Hacivat, Gölge Oyunu, Mehmet Muazzez Özduygu (1871-1956)

    Ramazan’ın bir diğer popüler eğlencesi meddah oyunları olmuştur. Meddahlar tek kişilik tiyatro gösterileri düzenleyen sanatçılardır. Bu gösterilerde meddah, halka kıssalar, masallar ve hikayeler anlatır ve farklı kişilerin, hayvanların ve doğanın taklitlerini yaparak halkı eğlendirir. Meddah gösterisinde bir mendil ve sopa dışında hiçbir eşya kullanmaz. İslam öncesi göçebe Türk kültüründe ozanlık, İslam sonrasında aşıklık olarak bilinen gelenekten türediği düşünülmektedir. Ozanlar diyar diyar gezerek kopuz veya sazlarıyla şiir ve hikayelerini anlatmışlardır. Türk kültüründeki Meddahlar, Oğuz Destanlarından ve Dedem Korkut’tan hikayeler ve yerel masallar dışında güncel konuları da ele alarak halkın duygu, sıkıntı ve düşüncülerine bir nevi aracı olmuştur ve bu yönüyle Arap kültüründeki meddahlık geleneğinden farklılaşmışlardır. Meddahlık maalesef günümüzde kaybolmuş Türk tiyatro gösterilerinden birisidir.           

    Osmanlı’da 16.yy’dan itibaren kahvehaneler ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Kahvehaneler Türk toplumu içinde büyük rağbet görmüş ve bir eğlenme, toplanma veya zaman geçirme yerleri olarak önem kazanmıştır. Kahvehaneler zamanla halkın toplanıp siyasi meseleleri konuştuğu yerler olması sebebiyle bazı dönemlerde yasaklanmıştır. Özellikle sadece Ramazan ayında açılan ve teravihten sahura kadar devam eden eğlenceler tertip edilen Semai (çalgılı) kahveler halkın Ramazan akşamlarında akın ettiği yerlerden olmuştur. Buralarda, saz takımı eşliğinde halk edebiyatından destanlar, semailer, koşmalar ve maniler okunmuştur. Semai kahveler bu yönüyle Türk sözlü geleneğini yasattığı için önemlidir. Diğer kahvehanelerden farklı olarak daha çok tiyatroya benzeyen bir oturma düzeni vardır. Bilmece çözme geleneği bu kahvelerin en eğlenceli yanlarından birisi olmuştur. Çözülmesi istenen bilmeceler kahve duvarlarına asılmış ve çözülene kadar orada kalmıştır. Bilmeceleri çözenler hediyeler kazanmıştır.

    Bu kültür, I. Dünya Savaşı sonrası birçok Ramazan eğlencesi geleneği gibi toplum belleğinden kaybolmuştur.  

    Orta Oyunu, Mehmet Muazzez Özduygu (1871-1956)

    Ramazan ayının 15. günü Osmanlı’da hem saray hem halk nezdinde büyük önem arz etmiştir. Padişahların ve saray erbabının 15.gün yaptığı Hırka-i Saadet (Hz. Peygamber’e ait olduğu düşünülen hırka) ziyareti günün en önemli geleneğidir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sonrası İstanbul’a getirilen Hz. Peygamber ve çevresindeki önemli kişilere ait eşyaların tutulduğu Topkapı sarayında bir özel bölme olan kutsal emanetler dairesi ziyaret edilmiştir. Padişahlar bu hırkaya yüz sürmüşlerdir. II. Mahmut döneminde üzerinde Hırka-i Saadet hakkında şiir ve mısraların bulunduğu mendiller Hırka-i Saadet’e sürülerek ziyaretçilere dağıtılmıştır [1]. Peygamberin Veysel Karani’ye hediye ettiği rivayet edilen bir diğer hırkayı muhafaza eden Fatih semtindeki Hırka-i şerif camii de 15. gün halkın ziyaret akınına uğramıştır. Padişahların Sultan Abdülmecid’ten sonra Topkapı dışındaki saraylarda yaşamaya başlamasıyla bu ziyaret töreni Hırka-i Saadet Alayına dönüşmüştür. Günün bir diğer önemli geleneği baklava törenidir. Kanuni dönemi başlayan bu gelenekte Hırka-i Saadet ziyaretinin ardından kapıkullarına baklava dağıtılmıştır.

    Bu gece on altı sayı

    Gidiyor Ramazan ayı

    Yeniçeri padişahtan

    Aldı bugün baklavayı [5]

    Ramazan davulları ayın kendine özgü adetlerinden birisi olmuştur. Hilalin tespiti sonrası ilk davullar çalınarak Ramazan’ın başladığı duyurulmuştur. Günümüze benzer şekilde sahur vakitlerinde insanlar davullarla uyandırılmıştır. Bu görev mahalle bekçilerine verilmiş, bekçiler sokak sokak dolaşarak maniler söylemişlerdir. Ramazan davulu çalma işi ciddiye alınmış, bekçiler davul çalma usullerini ve makamlarını öğrenmişlerdir. Sesi güzel olmayan bekçiler yerine davulcular görev almıştır. Ramazan’ın bitimiyle bayramda davulcular evlerin önünde davul çalmış ve hediyeler ve bahşişler toplamışlardır. Gayri Müslim mahallelerde davul çalınmamasına dikkat edilmiştir.

    Eriştik şükür Ramazana

    Ne mutlu erişen cana

    Gelince bu mâh-ı şerif

    Safa bağışlar insana

    Hakk’tan bize geldi ihsan Hakk’ın bize ihsânısın

    Müşkil işler oldu âsan Hem ayların sultânısın

    Bu gecemiz ibtidâdır Sen bir saâdet kânısın

    Ey mâh-ı sultan merhaba Ey mâh-ı sultan merhaba [5], mani örneği

    İftar ve sahur saatlerinde top atılması adetinin ne zaman başladığı kesin olmamakla beraber bazı kaynaklar Sultan III. Mustafa (1757 -1774) zamanında başladığını belirtir. İlk olarak Anadolu hisarından top atılarak başlayan bu gelenek zamanla Anadolu’ya yayılmıştır. Orduya ait toplar tecrübeli askerler tarafından ateşlenmiştir. Bununla alakalı ilginç olaylardan biri günümüzde İsrail sınırları içinde olan Akka şehrinde bayramda atılan bir topun bir Hristiyan’a isabet ederek öldürmesidir. Bu olay sonucu topçular, rütbelerini kaybetmiş ve 1 yıl Akka kalesinde hapse mahkum edilmişlerdir. [1].

    Ramazan Türk edebiyatını da derinden etkilemiştir. İlk örnekleri 17. yüzyıla ait olan Ramazaniyyeler, divan şairlerinin bu ayın öneminden ve güzelliklerinden bahseden kaside tipinde şiirlerdir. Genellikle padişah veya diğer devlet eşrafına sunulmuşlardır. Enderunlu Vâsıf’a ait bir Ramazaniyye’den mısralar su şekildedir:

    Açıldı yine mısra-ı dervâze-i gufran

    (Bağış kapısı yine açıldı)

    Hak’tan taleb-i mağfirete vakt ü zamandır

    (Allah’tan af dileme zamanıdır)

    Ol mâh-ı fazîlet ki beher rûz-ı şerîfi

    (O fazilet ayı ki, her mübarek günü)

    Sad mâha bedel olsa ayn-ı ziyandır

    (Yüz ay değerinde olsa dahi yine ziyandır/eksik kalır)

    İftar sofraları her yönüyle Ramazan ayının önemli parçalarından birisi olmuştur. Özellikle konaklarda verilen iftarlar, yemekleri ve adetleriyle kültürel olarak çok değerlidir. Durumu iyi insanların konaklarında verdiği iftarlar birçok ritüele sahipti. İftar yapılacak yerlerde ezandan bir süre önce tütsüler (öd ağacı, amber) yakılır, ezana az bir süre kala sofranın başına oturularak iftar topu beklenir ve bu arada odada Kur’an-ı Kerim okunurdu [1]. Oruçlar genellikle zemzem suyuyla ve hurmayla açılırdı. İftar yemekleri iki kısımlı olurdu. Öncelikle İftariyelik denilen hafif şeyler (genelde peynir, zeytin, reçel, sucuk, pastırma tarzı kahvaltılıklar) atıştırılarak akşam namazı kılınır ve namaz sonrası asıl yemekler yenirdi. Günümüzde olduğu gibi Ramazan pideleri sofraların baş tacıydı. Ramazan ayında Türklerde balık ve deniz ürünü tercih edilmezdi. İftar sofraları çorbayla baslar, Yumurta-yı Hassa, yani soğanlı yumurtayla devam ederdi. İftarlarda çokça tercih edilen soğanlı yumurta saray aşçılarının sınav yemeği olmuştur. I. Abdülmecid döneminde Ramazan ayının 15. gününde sarayda soğanlı yumurta yarışması yapılmış, en iyi yumurtayı yapan aşçı “kilercibaşı” olarak sarayda çalışmaya hak kazanmıştır. Çorba ve soğanlı yumurta sonrası sırayla et yemeği, börek, sebze yemeği ve pirinç pilavı gelirdi. Tatlı ise Ramazan aylarıyla özdeşleşmiş güllaçtı. İftar yemeği sonrası mutlaka kahve veya meyve şerbetleri içilirdi [2]. Orta halli evlerde bile her an misafir gelebileceği düşüncesiyle yemekler bol bol yapılır, kalanlar ertesi gün durumu iyi olmayanlara dağıtılırdı [1].

    Zengin konaklarda görülen bu iftar davetlerine zengin fakir her kesimden insan davetsiz şekilde gelebilmiştir. Bu konaklarda durumu iyi olmayanlara yardım edilmiş ve II. Meşrutiyet’e kadar devam etmiş bu geleneğe “diş iğnesi” denilmiştir. İslamiyet’te olmayan ve bir Türk geleneği olan bu gelenekte ev sahipleri gelen misafirlerine para ve hediye eşyalar verirdi. Varlıklı aileler Ramazan ayı boyunca konaklarında imam ve müezzin istihdam eder, bu görevliler konaklarda teravih namazı kıldırır ve sahur ve sabah namazı arasında fasıllar ve mukabeleler yapardı. Osmanlı’da teravih namazları dört rekatlık beş ayrı kısım seklinde kılınır, bu kısımlar arasında farklı makamda ilahiler okunurdu. Konaklarda teravih sonrası şerbet ikramı bir diğer gelenekti. Saray’da ise daha farklı ve Enderun Teravihi denilen bir namaz kılınmıştır. Buhurizade Mustafa Itri Efendi (1640-1712) tarafından Türk kültürüne kazandırıldığı düşünülen ve büyük camiler ve dergahlardan Anadolu’ya da yayılan bu namaz geleneği, dört rekatların arsasında musiki eşliğinde icra edilen ilahi, kaside ve methiyeler içerir. Her dört rekat arasında farklı bir makamın kullanılmasıyla teravihe geç kalan biri, namazın kılındığı makamdan hocanın kaçıncı rekatı kıldırdığını anlayabilmiştir. İmamlar, her dört rekâtı musikinin okunduğu makamda kıldırmıştır [2].

    Kaşgarlı Mahmud, bayram kelimesinin “sevinç ve eğlence günü” anlamına gelen Farsça “bezrem/bezram” kelimesinin Oğuzlar tarafından “beyrem/bayram” seklinde telaffuz edilmesiyle kültürümüze yerleştiğini söyler. On bir ayın sultanını kutlayan Ramazan Bayramı Türk kültürünün bir mihenk taşıdır. Misafirlere şeker, lokum ve tatlı ikram edilmesinden dolayı halk arasında Şeker Bayramı olarak da adlandırılmıştır. Hilal takip edilmesiyle tespit edilen Bayram günü, arefe günü ikindi vaktinde top atılarak (buna “Bayram Topu” denilmiştir) ve kandiller yakılarak halka ilan edilmiştir. Hilal eğer hava şartları dolayısıyla görülemezse Ramazan ayı bir gün daha oruç tutularak 30 güne tamamlanır ve bir sonraki gün bayram olurdu. Padişahlar bayram namazlarını genellikle Ayasofya veya Sultan Ahmed Camilerinde kılmışlardır.

    Bayram öncesi, Ramazan ayına hazırlıkta olduğu gibi evlerde titiz ve kapsamlı temizlik yapılırdı, giyilecek giysiler özenle seçilir ve bayramlaşmaya gelecek misafirler için ikramlar hazırlanır. Bayram öncesi kuruyemişçi, şekerci, lokumcu, börekçi ve tatlıcı dükkanları en çok revaç gören yerler olur, bayram alışverişi yapmaya gelenler Kapalıçarşı’yı doldurup taşırırdı. Bayram namazları sonrası eve dönmeden önce herkes yakınlarının kabrini ziyaret ederdi. Badem şekeri, helva, lokum, baklava ve gülbeşeker (kırmızı gülün bal ve limonla ezilerek bir reçel kıvamına getirilmesi) gibi tatlıların ikramı adetti. Çocuklar kapı kapı gezerek harçlık ve şeker toplarlardı. Bayramlarda meydanlarda ve mesire alanlarında bayram eğlenceleri kurulurdu. Sarayda bayramlar Fatih Sultan Mehmet’in Fatih Kanunnamesi’e koyduğu devlet protokollerine göre kutlanırdı. Fransız gezgin Gerard de Nerval (1808-1855) Ramazan Bayramı gözlemlerini şöyle aktarmıştır:

    Türklerin Ramazan Bayramı bizim yılbaşı bayramımıza benzer. Fakat bu ülkede Avrupa medeniyeti yavaş yavaş sızmaya, dinlerine aykırı düşmeyen sahalarda, adetlerine bile tesir etmeye başlamış. Öyle ki kadın ve çocuklar Fransa’dan veya Almanya’dan gelen süslü şeylere, değersiz ama gösterişli eşyaya bayılıyorlar. Ayrıca Türk kadınları çok güzel reçel ve tatlı yapmalarını bildikleri halde, şeker, bonbon ve mukavva işleri tamamen Paris mamulüdür. Bayram sabahı, güneş doğarken, gemilerden ve bütün hisarlardan atılan toplar şehri inletti. Bin minareden yükselen ezan sesleri her tarafta yankılandı. Büyük şaşalı bir merasim yapıldı. Merasimden sonra herkes birbirinin elini öptü.

    Yazımızda bahsettiğimiz birçok Ramazan geleneğinin zamana yenik düşerek yok olmasını Yahya Kemal şöyle ifade etmiştir:

    Senede bir defa gelen bu otuz günlük şehrâyinin, büyük bir mazinin şaşaasına özlem duyuyoruz. Bu levha mazidir. Biz onun içinde müzede dolaşır gibi dolaşıyoruz. Kendimiz ondan değil ve ona Frenkler kadar yabancıyız. Eski Ramazanımızın medeniyet ışığı söndü. İbadetler bile teamül haline geldi. Keşke ceddimizin Ramazanına dönsek de Ramazan Türk halkı için her sene tekerrür eden bir tasfiye merhalesi olsa [2].

    Kaynakça

    [1] Osmanlı İstanbul’unda Ramazan Kültürü ve Ramazan Sofraları, Fadime Aşık

    [2] Osmanlı Toplumunda Ramazan Kültürü, Gül Bezci

    [3] Arşiv Belgelerinden Hareketle 18. Yüzyıl İstanbul’unda Ramazan, Ertuğrul Yıldırım

    [4] OSMANLI’DA RAMAZAN: Tenbihnâmelerden, Davulcu Yasaklarına Eski Ramazanlar, Mustafa   Bozkurt Lex Historiae Youtube Kanalı

    [5] Ramazan-nâme, Amil Çelebioğlu