Bu yazıda, son yıllarda sıkça gündeme getirilen “Osmanlı İmparatorluğu Türk kimliğini taşımıyordu” veya “Osmanlı devlet yapısı Türk unsurları ikincil konuma itiyordu ya da aşağılıyordu” gibi temelsiz iddiaları çürüteceğiz. Çağdaş Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en önemli sorunlardan biri, tarihin sürekli olarak güncel siyasi gündemler doğrultusunda yorumlanması ve değerlendirilmesidir. Olaylara genellikle siyah-beyaz veya kutuplaştırıcı bir bakış açısıyla yaklaşıldığı için, sadece Osmanlı dönemi değil, Türk tarihinin diğer evreleri de objektif değerlendirilememektedir. Bu bağlamda göz önünde bulundurulması gereken en kritik nokta, Osmanlı döneminin Fransız Devrimi sonrasında gelişen millet, milliyetçilik veya ulus-devlet gibi modern kavramsal çerçeveler ışığında değerlendirilmemesi gerektiğidir. Osmanlı, bir orta çağ imparatorluğudur ve bu bağlam içerisinde ele alınmalıdır.
Bu Türk azdur deyü etme bahâne (Türk azdır diye bahane bulma)
Odun bir şu’lesi besdür cihâne (Bir kıvılcım dünyayı yakmaya yeter)
Suzi Çelebi (15. yy Osmanlı şairi), Gazavatname
“Osmanlı” terimi, imparatorluğun son dönemleri dışında bir milleti işaret etmemiş, temelde hanedan ismini ifade etmiştir. Selçuklular, Babürlüler veya Safeviler örneğinde olduğu gibi, hanedan soyu devlete adını vermiştir, ancak “Osmanlı Devleti” hiçbir zaman devletin resmi adı olmamıştır. Devletin resmi ismi “Devlet-i Aliyye”, yani “Büyük Devlet”tir. Bununla birlikte, 11. yüzyılın sonlarından itibaren Anadolu coğrafyası tarihi kaynaklarda “Türkiye” olarak adlandırılmış ve bu isimlendirme Osmanlı hakimiyeti döneminde de kullanılmaya devam etmiştir. Batılı kaynaklar devleti genellikle “Türk İmparatorluğu” veya “Türkiye”, Osmanlı sultanlarını da “Türk sultanı” veya “Türk imparatoru” olarak tanımlamıştır. Osmanlı Hanedanı’nın resmi soy kütüğünü, tarihte birçok devletin yaptığı gibi Halifelere veya Cengiz Han’a değil, doğrudan Oğuz Han’a dayandırması, devletin Türk kimliğine atfettiği önemi açıkça göstermektedir. Şehzade Cem’in oğluna “Oğuz Han” ve II. Bayezid’in oğluna “Korkud” adını vermesi, bunun somut örneklerindendir. Aşıkpaşazade gibi erken dönem Osmanlı tarihçilerinin yazdığı kroniklere bakıldığında, Osmanlıların Orta Asya kökenlerinin ve Türk kimliklerinin fazlasıyla bilincinde oldukları görülmektedir. Osmanlı tarihçiliğinde Türklerin övüldüğü çok sayıda örnek bulunmaktadır:
Tarihçi Aşıkpaşazâde, Süleyman Paşa’yı anlatırken “Devri zaman Türk’ün oldu” demektedir. Hoca Sadeddin, eserinde Osmanlı fetihlerini anlatırken “Türk yiğitleri”, “Zaferleri gölge edinmiş Türk askerleri” gibi ifadelerle Osmanlı ordusunu över. Tarihçi Mehmed Neşrî, eserinde I. Murad’ın Sırp Kralı’nın kendisini savaşa davet ettiğinde hiddetlenerek, “İnşallah ona Türk erliğin gösterem” sözüyle padişahın Türklük’ten gurur duyduğunu ifade eder. Gazavât-ı Sultan Murad isimli eserde ise “Türk askerinin savaşçılığı karşısında, daha önce Türklere karşı ileri geri konuşan kâfirlerin dayanamayıp nasıl kaçtıkları” vurgulanır. Tâcizâde Cafer Çelebi, Fatih dönemindeki Osmanlı askerlerini “Muzaffer Türk ordusu” olarak anar [2].
Osmanlı sultanlarının Türk kimliğine verdikleri öneme Sultan II. Abdülhamid örneği üzerinden ışık tutulabilir. Türkoloji biliminin kurucularından kabul edilen Wilhelm Radloff, bu alandaki katkıları ve özellikle Orhun yazıtları üzerine gerçekleştirdiği araştırmalar nedeniyle Sultan Abdülhamid tarafından Mecidiye Nişanı ile onurlandırılmıştır. Radloff, 1895 yılında Orhun yazıtlarının çevirisini tamamlayarak ilk kez yayımlayan öncü bilim insanıdır. Bir diğer tanınmış Macar Türkolog Arminius Vambery de Sultan tarafından desteklenmiştir. Vambery, 1878 yılında Türkoloji biliminin en erken eserlerinden biri olan “Türk-Tatar Dillerinin Etimoloji Sözlüğü”nü yayımlamış, Kutadgu Bilig’in bir bölümünü bilim dünyasına tanıtmış ve “Türk” kelimesinin anlamını ilk kez bilimsel metodoloji ile açıklayan araştırmacı olmuştur [5]. Ayrıca Sultan II. Abdülhamid, Macaristan’ın başkenti Peşte’de düzenlenen Turan Kongresi’ne resmi bir heyet göndermiş ve bu heyet, Türkmenlerle Türkler arasındaki bağların etnik ve dilsel ortaklık temelinde güçlendirilmesi yönünde Pan-Turanist çalışmalarda bulunmuştur. Heyetin başkanlığını yürüten Şeyh Süleyman Efendi, bu hizmetleri karşılığında Mecidiye Nişanı ile ödüllendirilmiş ve daha sonra ilk Çağatayca-Osmanlıca sözlüğünü hazırlamıştır [4].
Osmanlı Türklerin hakim olduğu bir imparatorluktur. Orduda Türklük hakimdir. Yönetici sınıf Türk eğitimi almıştır. Kançılaryanın dili Türkçedir. Milletler arasında Türk dili hakimdir. Harp teknikleri Rönesans kadar Asyai Türk tekniklerine de dayanır. İdarede de temel aktör Türklerdir. İmparatorluğu kuran ve yöneten bir Türk aşiretidir [6].
Osmanlı hanedanının Oğuz kökenli olduğu bir gerçek olmakla birlikte, spesifik olarak Kayı boyuna mensubiyeti akademik tartışmaların konusu olmuştur. Ancak özellikle son yirmi yılda yayımlanan bilimsel çalışmalar, hanedanın Kayı boyuna bağlı bir Türkmen aşireti olduğu tezini güçlü şekilde desteklemektedir. Hanedanın Kayı boyu bağlantısına dair ilk akademik araştırmalar, Türk tarihçiliğinin önde gelen isimlerinden Fuad Köprülü tarafından gerçekleştirilmiştir. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin kuruluş coğrafyasında bulunan çok sayıda yerleşim yerinin “Kayı” ismini taşıdığını belgelemiştir. Hanedanın Kayı boyundan geldiğine dair çağdaş kanıtlardan biri, Osman Gazi döneminde bastırılan ve üzerinde gerilmiş bir yayı temsil eden “Ѵ” harfi şeklinde tasarlanmış damga bulunan sikkelerdir. Bu numismatik bulgular, Osmanlıların Kayı boyuna mensubiyetlerinin kurucu Osman Gazi ve ilk beş hükümdar tarafından bilindiğini göstermektedir. Osmanlı sultanlarının çeşitli Oğuz-nâme nüshalarından alınan Kayı damgalarını resmi sikkelere işletmeleri, Kayı-Oğuz kimliğinin devlet tarafından resmen vurgulandığını kesin biçimde ortaya koymaktadır [1].

Devlet mekanizması incelendiğinde, imparatorluğun temel unsurunu Türklerin oluşturduğu açıkça görülmektedir. Sadrazamlar, Reisülküttaplar ve Başdefterdarlar gibi üst düzey idari pozisyonların çoğunlukla etnik Türkler tarafından doldurulduğu tarihsel kayıtlarla sabittir. Ordu ve saray çevrelerinde Türkçe her zaman iletişim dili olarak kullanılmış ve resmi devlet yazışmaları Türkçe olarak gerçekleştirilmiştir. II. Murad saltanatı gibi dönemlerde yürütülen yoğun tercüme faaliyetleri neticesinde Türk dili önemli ölçüde zenginleşmiştir. Mahkemelerinde Arapçanın kullanıldığı diğer İslam devletlerinin aksine, Osmanlı’da adli dil olarak Türkçe benimsenmiştir. Ulema sınıfı da büyük oranda Türklerden oluşmuştur. Türkiye’nin ilk anayasası olarak kabul edilen ve 23 Aralık 1876 tarihinde yürürlüğe giren Kanun-i Esasi’de devletin resmi dilinin Türkçe olarak tescil edilmesi, devletin Türk diline atfettiği önemin açık bir göstergesidir.
Tebaai Osmaniyenin hidematı devlette istihdam olunmak için devletin lisanı resmisi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır. (Kanun-ı Esasi 18. Madde)

“Algılaması güç Türk” anlamına gelen ve Osmanlı döneminde kullanılan “Etrâk-ı bî-idrak” ifadesi, günümüzde yaygın bir yanlış anlaşılmaya yol açmıştır. Bu ifade, etnik Türk kimliğine yönelik genel bir aşağılama olmayıp, sosyolojik bağlamda değerlendirilmesi gereken bir kavramdır. Söz konusu tabir, devlet otoritesini tanımayan, yerleşik hayata geçmeyi ve vergi yükümlülüklerini reddeden göçebe Türkmen topluluklarına yönelik kullanılmıştır. Osmanlı idari literatüründe “Etrâk-ı bî-idrak” benzeri aşağılayıcı nitelendirmeler, Arnavut, Arap ve Kürt gibi diğer etnik gruplar için de mevcuttur. Göçebe Arap toplulukları için “Arab-ı bed-fial” (kötü davranışlı Arap), “Arab-ı bed-rey” (kötü düşünceli Arap), “Arab-ı Şekavet-şiar” (eşkıyalığı alışkanlık haline getirmiş Arap) gibi benzer ifadelere rastlanmaktadır [2]. Bu bağlamda unutulmaması gereken husus, aşiret veya konfederasyon gibi göçebe organizasyonlarla istikrarlı ve sürdürülebilir bir devlet düzeni kurmanın güçlüğüdür. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu, kendinden önceki Türk devletlerine kıyasla çok daha merkeziyetçi bir idari yapı geliştirmiştir. Osmanlı’nın bu merkezileşmiş yönetim anlayışı, devletin altı asır boyunca varlığını sürdürmesini sağlayan temel faktörlerden biridir. Türkmen aşiretlerinin desteğiyle İran’da hakimiyeti ele geçiren Safevi Devleti, bu aşiretler üzerinde Osmanlı kadar güçlü bir merkezi kontrol kuramamış, bu nedenle Osmanlı kadar uzun ömürlü olamamıştır. Benzer şekilde, Türkmen aşiret konfederasyonları temelinde örgütlenen Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletleri de kısa süreli siyasi oluşumlar olarak tarih sahnesinde yer almıştır.
Cumhuriyet döneminde birçok kurumun Osmanlı’dan devralınıp sürdürülmesi, yapılan devrimlerin başarısına önemli katkı sağlamıştır. Günümüzde “Osmanlı Türkleri ezdi” şeklinde yorumlar yapan kesimler, savundukları cumhuriyet rejiminin başarısının bir bölümünü bu devlet anlayışına borçludur. Ele alınması gereken bir diğer iddia ise Osmanlı’nın Anadolu’ya yatırım yapmadığı ve önem vermediği yönündeki değerlendirmelerdir. Bu konuda vurgulanması gereken en önemli nokta, vatan sınırlarını bugünkü Anadolu merkezli Türkiye coğrafyasına göre değerlendirmeme gerekliliğidir. Türkler, Balkanlar’daki tarihi anavatanlarını kaybetmiştir. Üsküp Kütahya’dan, Filibe Kayseri’den, Selanik Konya’dan daha önce Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Trabzon 1461’de Türk toprağı olduğunda, Osmanlı sınırları çoktan Macaristan içlerine ve Adriyatik kıyılarına ulaşmıştı. Bu tarihsel bağlamda, Osmanlı döneminde Rumeli ve Anadolu arasında idari ve stratejik açıdan önemli bir ayrım bulunmamaktaydı. Devletin temel felsefesi Türk töresini ve İslam’ı dünyaya yayarak “nizam-ı âlem” düzenini tesis etmek olduğundan, Balkan topraklarına yönelik stratejik odaklanma son derece doğaldı. Gaza politikası, Osmanlı için temel itici güç olmuştur. Anadolu, 1071 Malazgirt zaferinden sonra hızlı bir Türkleşme ve İslamlaşma sürecine girmiştir. Selçuklu ve Beylikler döneminde hanlar, hamamlar, camiler, medreseler ve kervansaraylarla imar edilmiş; güvenli ticaret yolları oluşturularak Bizans döneminde büyük ölçüde tahrip olmuş Anadolu, Türkler tarafından yeniden canlandırılmıştır. Halihazırda ihya edilmiş Anadolu’yu Osmanlı da benzer şekilde geliştirmiştir. Osmanlı hakimiyetinde Anadolu’da Manisa ve Amasya gibi önemli şehirler gelişmiştir. Orta Çağ devletlerinin kapasiteleri ve dönemin teknolojik sınırlılıkları göz önüne alındığında, daha fazla yatırım beklemek gerçekçi olmayacaktır. Anadolu’nun dağlık coğrafi yapısı ticaret olanaklarını kısıtlamış, Rumeli’nin verimli toprakları ise ekonomisi büyük oranda tarıma dayalı Osmanlı için Balkanları daha stratejik hale getirmiştir. Unutulmamalıdır ki, Anadolu, Çukurova ve benzeri birkaç bölge dışında tarımsal üretim açısından sınırlı verimliliğe sahiptir. Dolayısıyla, Osmanlı’nın bu politikasının etnik bir temeli olmayıp, tamamen siyasi ve ekonomik nedenlere dayandığı anlaşılmaktadır. Modern dönemlere gelindiğinde ise, Anadolu’nun her yerinde açılan rüştiyeler (ortaokullar), devletin Anadolu’ya karşı olumsuz bir tutumunun olmadığını göstermektedir. Aksine, 1900’lerin başında opera binası bulunan Trabzon’da günümüzde opera binasının olmaması, yapılan eleştirilerin haksızlığını ortaya koymaktadır. Ali Orhun’un derlediği Anadolu’daki Osmanlı eserlerinden 1000 örnek, “Osmanlı Anadolu’ya bir çivi bile çakmadı” gibi temelsiz iddiaları tamamen çürütmektedir [7]. Niğde örneği üzerinden Osmanlı’nın Anadolu’ya katkısını aşağıdaki örnekte görebiliriz:

Görüldüğü üzere, Osmanlı Devleti her yönüyle bir Türk devleti özelliği taşımakta olup, Türk tebaasına karşı iddia edildiği gibi olumsuz bir tutum sergilememiştir. Devlet, tarihi süreç içerisinde Türk kimliğini hiçbir zaman yitirmemiştir. Türk milletinin yeniden küresel ölçekte etkin bir konuma yükselmesi, tarihiyle olan ihtilaflarını sonlandırıp tarihsel mirasını bütünüyle benimsemesiyle mümkün olacaktır.
Kaynakça
[1] Osmanlı “Kayı” Menşeinin Yeni Tarihî ve Nümizmatik Kanıtları, Hakan Yılmaz
[2] Osmanlı Türklüğüyle iftihar ederdi, Erhan Afyoncu
[3] Osmanlıda Türk ve Türklük Bilinci: İftiralara Cevaplar, Göktuğ Gürbüz
[4] Şeyh Süleyman Efendi ve “Lugat-i Çağatay ve Türkî-i Osmânî”ye tanık olarak katkıları, Sevda Kaman
[5] Sultan II. Abdülhamit’in Sarayında Bir Oryantalist Arminius Vambery ve Türkiye’deki Reformlarla İlgili Verdiği Bir Konferans, Bülent Atalay
[6] Türklerin Tarihi 2: Anadolu’nun Bozkırlarından Avrupa’nın İçlerine, İlber Ortaylı
[7] Anadolu’da 1000 Osmanlı Eseri, Ali Orhun